Coşkun UZUN

18 Ekim 2010

Hz. PEYGAMBER'İ UNUTMAK

Hz. Peygamber’in en önde gelen Sünneti şüphesiz ki Kur’an’ı yaşaması ve yaşatmasıydı. Yani Sünnet; hidayet rehberimiz, yol haritamız, hayat kitabımız olan Kur’an’ın hayata geçirilmesi için, Peygamberimizin din adına uyguladıklarıydı.

Bizler ve bizden önceki bazı yanlış insanlar; Kur’an kahramanı, vahiy öğretmeni, direniş önderi, diriliş müjdecisi, şefkatli bir baba, müşfik bir eş, özverili bir arkadaş, sadık bir dost, kahraman bir mücahid, candan bir akraba, diğergâm bir komşu, amansız bir savaşçı, kararlı bir yolcu olan, öğretmenimizi, peygamberimizi, liderimizi, komutan ve askerimizi, efendimizi öylesine yanlış tanıdılar ve yanlış anladılar ki, bu anlayışı düzeltmek bizim için, ümmet ve insanlık için nesiller boyu süren, çok uzun bir zamana ve bir o kadar da ağır bedellere mâl oldu.

Birçoğumuz için sanki Hz. Peygamber geçmiş zamanda kalarak tarihe mâl olmuş ve adeta hatıralara hapsedilmişti. O bir masal ve hikaye kahramanı, ulaşılamaz, anlaşılamaz bir efsane ve mite dönüşmüştü.

Buna zemin hazırlayıp sebep olanlar kadar, bu anlayışın sürdürülmesine destek verenler de en az onlar kadar suçluydular. İlim adamları, siyasetçiler, tarihçiler, sanatçılar, esnaf ve tüccarlar, mimarlar ve mühendisler, işçiler, köylüler, şehirler, kadınlarımız ve erkeklerimiz, hepsi yıllar boyu bu suça ortaklık ettiler.

Kısacası bizler, bir Allah elçisini, mübarek bir peygamberi el birliği ile hayatın dışına, ötelere ittik. Geçmişe terk ettik.

Özlediğimizde, hatırladığımızda, canımız çektiğinde ise tarihin tozlu sayfalarından yavaşça çekip çıkararak içimizi rahatlatmayı ve çıkarlarımıza alet etmeyi, bir tür paravan ve menfaat aracı olarak kullanmayı hiç ihmal etmedik. O’nunla yaşamak ve geçinmek varken, O’ndan geçinmeyi, O’nu tüketerek tükenmeyi seçtik.

O’nu överek, methederek hatırlayıp, mevlit ve nâtlarla durumu idare etme yüzsüzlüğüne, müptela olduk. O’nu, hatıralarının önünde hürmetle ve muhabbetle eğilerek, saygı duyma kılıfıyla saygısızlık edecek kadar nesneleştirdiğimizin farkına bile varamayıp, güya yücelttiğimizi sanıyoruz.

Ve O’nu bize şefaat etmekle görevli, buna mecbur bir kurtarıcı gibi görüyor ve anlıyoruz maalesef. O’nu, insanlığın ve İslâm’ın tarihinden bize şefaat etsin diye çekip çıkarıyoruz.

O’nun, insanları inançsızlık ve cehaletten uzaklaştırıp, iman nimetiyle ve İslam ümmetiyle tanıştırmasını, birey kalmaktan kurtarıp cemaat yapmasını, cemaati devlet haline getirmesini, putlara ve putçulara karşı müslümanca, muvahhidce ve tavizsiz tavır alışını, şirke, zulme ve küfre var gücüyle karşı çıkışını, bu yolda mücadele için elinden geleni arkasına bırakmayışını, gözünü budaktan, sözünü dudaktan, esirgemeyen tavrını göz ardı etmemize rağmen bize şefaat etsin ve Cehennem’den, ilâhî azaptan kurtarsın istiyoruz!

Allah(cc)’tan daha fazla merhametli olsun ve bizi önce Rabbimizden çekip alsın, sonra da Cehennemden korusun diye bakmıyor muyuz çoğumuz? Bizi yaratıcımızın elinden kurtarsın, amiyane tabirle adeta posta koysun, bizim için kendisini ortaya koysun ve feda etsin, hatırını konuştursun isteriz değil mi? Neden, çünkü biz müslümanız ve O’nun ümmetindeniz de ondan! Bizi kurtarmayıp ta kimi kurtaracak değil mi ya?

Bir türlü İslâm milletinden olamayan bizler, her şeye rağmen, bunca rezilliğimizle, tutarsızlık ve çelişkilerimizle bile Muhammed ümmetinden olduğumuzu sanırız. Fakat bu büyük bir yanılgıdır. İslam milletinden olunmadan Muhammet ümmetinden olunamaz! Ümmet bilincimizi, Kur’an ve Sünnet anlayışımızla birlikte değerlendirmeli ve kendi çelişkilerimizle vakit geçirmeden, bir an önce yüzleşmeliyiz.

O’nun kâfirlerle savaşması, baştanbaşa mücadele ve koşturmayla geçen mübarek hayatı bizim için Sünnet değil miydi? Yoksa sadece işimize gelenleri mi Sünnet kategorisinde görüyoruz? Hz. Peygamberi böyle mi anlıyoruz? O bunu mu öğretti ümmetine?

O’nu anlamak sadece bazı şekil ve biçimlerden mi ibaretti? Ruh, tavır ve misyonu, duruşu, bakışı, tavizsiz tavrı da Sünnet değil miydi? Bunları Sünnet kategorisine koymuyor muyuz? O’nun bize bıraktığı emaneti ve mirası neydi peki? Kur’an ve Sünnetti değil mi? Ve Kur’an’ı yaşamak için mücadele etmek, hayata hakim kılmak için çabalamak ta Sünnetin ta kendisi değil miydi?

İnsanları sadece Allah’a kulluğa davetine ne diyeceğiz! Tevhide Vahye/Kur’an’a inanan müslümanları, kişiler, putlar, putçular, makamlar, otoriteler, kurum ve kuruluşlara, Tağutlara kulluktan uzaklaştırmak için çektiği binbir türlü çile ve meşakkati nasıl anlayıp yorumlayacağız?

****

Ümmetiz!

İnsanoğlunun doymak bilmez iştahını, tatminsiz nefsini tanımlayan elbette çok çarpıcı ve bir o kadar  güzel olan başka ifadeler de vardır. Fakat şu tanım benim çok hoşuma gidiyor. ‘Nefis arabasının fren pedalı yoktur, sadece gaz pedalı ve ileri-geri vitesleri vardır’ denilir, doğrudur.

Rabbi Allah(cc)’ı unutan, kitabı Kur’an’ı, kimi mübarek gecelerde okuyarak sevap kazanmak için saygıyla tozlu raflara terk eden kullar, elbette ki Peygamberlerini de unutacak ve tam gaz ilerleyen nefis arabasına bineceklerdi. Bu kaçınılmazdı. Başka ne yapmasını bekleyebilirsiniz ki? Al birimizi vur ötekimize. Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz müslümanız, Muhammed ümmetiyiz!

Tesettürlü annelerin başı açık kızları, gece namazı kılan babaların abdestsiz çocukları, vaktine uyarak düzenli namaz kılmayan ama üç Cuma’yı birbiri ardınca terk etmemeye duyarlılık gösteren bizler ümmetiz!

Hicabı örseleyen giyinişimizle, Tevhidi bozan çelişkili yaşayışımız, birçok zevk ve alışkanlıklarımızla, imanımızla çelişen hayatî seçimlerimiz, tercihlerimiz ve davranışlarımızla bizler Hz. Muhammed(sav)’in ümmetiyiz!

Bir başucu ve başvuru kitabı olan, yol haritamız Kur’an’ı okumayan/okuyamayan, anlamayan veya anlamak için fırsat kollayıp saygın bir vakit ayırmayanlar olarak biz bir ümmetiz!

Abdesti, orucu, namazı bozan konuları merak ettiğimiz kadar imanı bozan, dinden çıkaran, küfre düşüren hallere, tercih ve tavırlara duyarlı olmayan, şirki, tağutu, putu, zulmü bilmeyen ve önemsemeyen bizler bir ümmetiz!

Yemeğe tuzla başlayan ama tağuta küfretmeyen, namazda takkeyi önemseyerek giyen ama kredi kartı da kullanan, kurban kesen ama ihtiyaç sahiplerine dağıtmayan, oruç tutan ama çok yıldızlı otellerde bayram tatilini ihmal etmeyen, akraba ve arkadaşlarıyla iftar eden ama garipleri sofrasına oturtmayı zül kabul eden, gıybet ve dedi dokuyu hafife alan ve zalimle, fasıkla, İslâm’ın düşmanları ile işbirliği içinde olan bizler bir ümmetiz!

Müslüman kardeşlerini gurup ve cemaat asabiyetiyle bir kenarda unutup, aslında iman/islâm bağının gereği olarak Müslümanlar arasında oluşturulması gereken kardeşlik, yardımlaşma/dayanışma ve müsamahayı ıskalayarak okyanus ve kıtalarıın ötelerindeki insanlara kucak açan diyalog ve tutarsızlıklarımızla beraber biz ümmetiz!

Halbuki Rasulüllah; devletlerin vatandaşlarından bekledikleri ile Allah(cc)’ın Müslüman kullarından istediklerini birbirine karıştırmayan, dünyevî yasaklardan veya hapishaneden değil haram işlemek ve Cehenneme düşmekten korkup çekinen, Allah(cc)’dan başkasını otorite ve merci kabul etmeyen, Yaratanın aynı zamanda yaşatan, yöneten olduğunu bilen, ibadeti siyasetten, ticareti ahlâktan, tarihi kulluktan, arkadaşlığı kardeşlikten ayırmayan, kişi ve kul haklarına duyarlı olduğu kadar/hatta ondan daha fazla, Allah(cc) ve Peygamber(sav) hakkını, ümmeti gözeten bir İslâm ve din anlayışını biz müslümanlara öğreterek ayrılıp gitmişti aramızdan. Ümmetim ümmetim diyerek!

***

Hz. Peygamber’le arkadaş, kardeş ve komşu olmak!

Kıyamet gününde, mezardan kalkıp üzerindeki toprağı silkeledikten sonra Hz. Muhammed(s.a.v.)’e doğru yürüyünce, kalabalığın ikiye ayrılıp kendisine yol vereceğini hayal eden, bu insan kalabalığı arasındaki holde yürürken, Hz. Peygamber’in kendisine tebessüm ederek bekleyişini genç yaştan beri gözünün önüne getiren ve yaklaştığında,”Hoş geldin Mustafa’m!” deyip kendisine sarılmasını arzulayan hayalî bir yazı okumuştum.

“Kıyamet gününde, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından sıcak karşılanmanın, hasretle kucaklaşmanın ve yanında, soylu insanlar arasında olabilmenin en az 30 yıllık hayali olduğunu ifade ediyordu. Bu hayalinin, Ahiret inancının en somut tezahürü olduğunu da söylüyor, Ne zaman bir büyüğüyle karşılaşıp kucaklaşsa, sanki o anda bu hayali gerçekleşiyormuş gibi bir duyguya kapılıp farklı bir sevinç duyduğunu ve inanç, düşünce ve duygularının tazelenip canlandığını fark ediyormuş…

Asr-ı Saadet’e ilişkin merak ettiği konular, tefsirini soracağı ayetler, anlamını açmasını isteyeceği Hadis-i Şerifler, kendisinden sonraki tarihte yaşanan kimi olaylara ilişkin görüşlerini de almak istiyormuş bu sorularla…

Cennette köşk köşk dolaşmayı, her bir peygamberle tanışıp sohbet etmeyi de hayal ediyormuş. Ehl-i Beyt’i, sahabeleri, mezhep imamlarını, kazandığı zaferlerle İslam tarihini süsleyen komutanları, pek çok şehidi ve kitaplarını okuduğu alimleri, yazarları tek tek ziyaret etmek istiyor… “Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (24 Nur 69) mealindeki ayetin verdiği bu haberi, dünya hayatında aldığı en büyük müjde olarak değerlendiriyormuş...”

Cennete dönmeyi başarabilmek ve ebedi hayatı, insanlığın yüz akı ve onurları olan Peygamberler, Şehidler, Sıddıklar, Salihler arasında geçirmek ve Allah(cc)’ın lütuf ve ikramları ile müşerref olmak, ancak Efendimiz Hz. Muhammed(s.a.v.)’in bildirdiği Kur’anî/Tevhidî inanç esaslarına sarılmakla, O’nu örnek alarak hayatımızı ve ahlakımızı O’nun Hayat Kitabımız olan Kur’an’ı yaşaması olan mücadele ve Sünneti ile güzelleştirip, bütün işleri kulluk çerçevesinde tutmakla mümkündür!

Evet, hayatının hiçbir evresinde ve hiçbir durumda Peygamberini unutmayıp, O’nu doğru anlaması gereken; hurafe, batıl, bid’at ve sapıkça Peygamber anlayışlarından Tevhidî akıl ve rüştüyle arınması gereken bizler, doğruyu konuşmak gerekirse hiç de iç açıcı bir durumda değiliz.

O’nu bir arkadaş, kardeş, ağabey, baba veya komşu gibi aramızda yaşatmasını beceremedik. Hatıralarımızda yaşattık hep. Tarihe terk ettik O’nu. Allah’(cc)’ın Kur’an’da övdüğü, örnek gösterdiği, O’na uyun ki bana uymuş olursunuz dediği, O’nda sizin için güzel örnekler var dediği o eşsiz insanı unuttuk ve terk ettik!

Kur’an’ın değer verdiği o kahramanlar, bize yol göstermesi ve kendileri üzerinden çizilen profil/prototipten yola çıkılarak tıpkı onlar gibi olmamız zikredilirlerken, bizler onlara asla benzemeyen, başka önderler ve liderler edindik!

Allah(cc)’ı ve Rasülünü hesap etmeyen, günlük yaşayış ve ilkelerinde, eğitim, ahlâk ve siyasette, ticarette Onları devre dışı bırakan bir millet ve ümmet olarak, kalkmış bir de Kur’an ve Sünnet’e rağmen kendi yanımızdan çok ucuz/bedavacı bir şefaat anlayışı geliştirerek, Peygamberimizin bizi öbür dünyada temsil etmesini, savunmasını, imtiyaz ve ayrıcalık tanınması için aracı olmasını gönlümüzden geçiriyoruz!

Hayır, hayır din bu değil. Hz. Peygamber bizlere bunun için gönderilmedi. Kur’an’ı ve O’nu unutmamak, terk etmemek, yalnız bırakmamak ve anlaşmazlıklarımızda Kur’an’dan sonra Peygambere müracat ederek, aynı O’nun gibi ilkeli, tavizsiz durarak, muvahhidçe yaşamak kaydıyla bile O’ndan bir şeyler beklemeye hakkımız var mı acaba?

************************

Hiç kimse kendisini Peygamberimizden daha uyanık veya akıllı yerine koyamaz, O’nun mücadele ve Sünnetinden bağımsız, O’na rağmen ve farklı bir metod/strateji geliştiremez. Aksini yapansa O’na tabi olmuş olmaz.

Söylediğimiz her söz, içinden çıktığı kalbimizin kılıfını üzerinde taşımalıdır. Attığımız her adım, yaptığımız her iş, kaç kalibrelik bir kalbe sahip olduğumuzun iz ve işaretlerini taşımalıdır.

Rabbini bilmeyen kendisini ne bilir düsturundan hareket ederek, Allah(cc)’a giden yolun Peygamber(sav)’den geçtiğini hiç akıldan çıkartmamalı, Kur’an’ın Öğretmediği, Hz. Peygamber’in Tavsiye Etmediği, Ashabın Uygulamadığı herhangi bir şeye asla talip olmamalı veya peşinden koşmamalıdır!

Çünkü hazreti peygamber, yürüttüğü İslâmî mücadeleden vazgeçmeme kararlılığını, tehdit ve teklifler karşısında asil bir tavır alarak, ‘Bir elime Ay’ı diğer elime Güneş’i verseniz yine de bu davadan vazgeçmem’ sözleriyle ortaya koymuştu.  Hz. Peygamberin bu açık ve anlaşılır tavrına rağmen; bizler, bırakalım ay veya güneşi,  acaba yan ceplerimize konan hangi küçük rüşvetler/bahşişler sebebiyle, dinden iskontolar yapıp tavizler vermeye, ya da dine ilaveler yapmaya başladığımızı, uzlaşıp anlaştığımızı, isterseniz samimi olarak bir kez daha gözden geçirelim.

Ne mutlu Hazreti Peygamber gibi Kur’an eri olabilenlere!
Ne mutlu Rabbine dönerken, geldiği gibi tertemiz kalabilenlere!