Coşkun UZUN
İSLÂMÎ MÜCÂDELEDE SİSTEM ALGISI
Özgün bir kimlik, Tevhidî bir yol, Kur'anî ilkeler, Nebevî hareket ve strateji, İslâmî/İnkılâbî/Muvahhidce bir iradeyle cahilî şirk sisteminden tamamen uzak, ondan bağımsız, hürriyeti ve kimliği kendi değerleriyle kaim olan, müslümana yakışır bir netlik ve duyarlılıkta, izzetli, şerefli bir saf oluşturup kıyama durmayı gerektiren bir duruş ve bakış açısına her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var.
Hiç şüphesiz ki yaşadığımız coğrafyada kimin sözü geçiyor, hangi ahkâm ve hüküm hakîmdir, hangi siyasi gücün tahakkümü altında bulunuyorsak bütün bunları unutup ıskalamadan, sistemin içine, kurumlarının herhangi bir kulvarına girmeden, bilinçli bir şekilde yerleşik statükodan ve oligarşik yapıdan tamamen yüz çevirip koparak, devlet tanrısını ve resmî ideolojiyi peşinen reddedip onlardan ayrışarak işe başlamamız gerekiyor.
‘Zulmün merkezinde adalet aranmaz’ ilkesinden de yola çıkarak, sistem dışı, bağımsız ve muhalif karakterde, muvahhid kimlikte kalmaya çalışan Müslümanlar şu noktaların altını açık ve net olarak çizmiş olmalıdır:
Ne yaparsak, nasıl bir tavır ve tutum sergilersek, iş ve organizasyonlarımızda, tebliğ ve mücadelemizde hangi yol ve yöntemleri izlersek bu tavrımız dolayısıyla sistem içine kaymış olmayız, sisteme muhalif kalabiliriz, ilkeli, tutarlı ve stratejik davranmış oluruz?
Sistem içiliğin ve sistem dışılığın ölçü ve sınırları nelerdir? Nerede başlayıp nerede bitmektedir? Kırmızı ve yeşil çizgiler şeklinde nasıl tanımlanabilir?
Hangi araçları kullanır, hangi metodla hareket eder, hangi içtihatlara dayanırsak bunlarla biz tağutî, şirkî, küfrî, alanlara düşmekten korunabiliriz?
Acaba; şu araçlar meşru, şunlar caizdir, diğerleri ise yanlış, caiz değil ve gayri meşrudurlar şeklinde açık ve net tanımlamalar yapmak mümkün değil midir?
STK, parti, sendika, vakıf, dernek, basın yayın, ticari organizasyonlar, tüketim alışkanlıklarımız, kişisel tercihlerimiz, elimizin altındaki imkânlar, giyim/kuşam ve görünümlerimiz, mesleklerimiz, askerlik, eğitim, kadın eksenli problemlerimiz, İlâmî mücadele anlayışımız, varsa deklarasyonlarımız veya manifestolarımız (Kur’an ve Sünnet algımız açısından;) niçin, sistem içi veya dışıdır, caizdir veya değildir? Hepimiz bu konuları bu güne kadar netleştirmiş olmalıyız! Ortada veya sürüncemede bırakamayız.
Biz mü’minler olarak; muhaliflik, sistem dışılık veya anti demokratlığımızdan daha öncesinde muvahhidliklerimiz sebebiyle, teşrî, hüküm/yasa/kanun koyma açısından karşı çıkarız cahili yasa/anayasa ve hükümlere!
Müslümanın anayasa veya yasalarının tüm maddelerini, hükümlerini, renklerini vahiy ve sünnet belirlediği için cahilî sistemin kendi içindeki yasa/anayasa vb. değişim ve dönüşüme dair girişimleri karşısında mesafeli durarak uzaktan izliyor, birebir içinde yaşadığımız gelişim ve değişimleri ise kimlik ve inanç değerlerimiz ekseninde yorumlayıp ona göre tavır almaya çalışıyoruz.
Kur’an ve Sünneti cahili/beşerî sistemlerin anayasal değer ve niteliklerden çok daha üstün ve ayrıcalıklı birer temel kaynak edinmiş olan mü’minler olarak; laik, seküler, ideolojik, ulusçu, isyan, tuğyan ve küfür içeren ‘rabbim beşerdir’ diye bas bas bağıran, içeriğiyleTevhid akidesini açıkça reddeden/bozan unsurlar bulunan, çok tanrılı, ahiretsiz, kitapsız, peygambersiz bir anayasayı veya oluşum sürecini olumlu karşılayıp içimize sindirebilmemiz hiçbir şart altında mümkün değildir. Akl-ı selim ve kalb-î selim sahibi Muvahhid Müslümanların; imansız, abdestsiz, taharetsiz bir anayasaya herhangi bir gayeyle taraf olmaları, bu süreç ve sonuca kendi iradeleriyle müdahil olmaları mümkün değildir, düşünülemez.
Temel belirleyicisi Allah, Kitap, Peygamber, Sünnet olan bir duyarlılık ve kimlikle başka zeminlerde oluşturularak İslâmî referans ve kaygılarla ortaya konan yasalar karşısında ise müslümanlar olarak kayıtsız kalamayız, taraf olup, sahip çıkar ve gereğince müdahil oluruz.
Müslümanlar uyanık insanlardır. Ya da öyle/uyanık olmaları gerekir. Memlekette iktidar/hükümet adına ne dolaplar döndüğünü, iktidardaki yöneticilerin insanımızı ne ile aldattığını bilmek zorundadır. Biraz ondan biraz bundan renkler barındıran, kanı ve canı ile tamamen dine dayanmayan, mayası bozuk, suyu kirli, tadı acı, ambalajı ve görüntüsü cafcaflı bir takım oyunlara, sunumlara aldanmazlar/aldanmamalıdırlar.
İslamlaşma ile İslamizasyonu birbirine karıştırmayacak kadar zeki ve uyanıktır müslümanlar. Atılan adımlar, yapılan işler, kalkıştaki temel ilkeler, mantık ya İslâmîdir ya da İslâmî değil, gayri İslâmîdir. İkisinin ortası olmaz, olamaz. İslâmlaşma ile (birilerinin dikkatini çekip maddi/manevi oy veya desteğini almak için) İslâm’danmış/İslâmîymiş gibi gösterilen ve sunulan gelişme ve uygulamalar uyanık mü’minler tarafından kolay kolay birbirine karıştırılmamalıdır.
Önümüze konulan ve hakkında bir seçim yaparak tercihte bulunmamız istenilen konular İslâm’dan bazı izler, özler, motifler, değerler bile taşısalar bu onları İslâmî yapmayacağı için bırakın olumlu-olumsuz bir tercihte bulunmayı, üzerinde düşünmeye ve vakit kaybetmeye bile değmezler.
Yargı, yasama ve yürütme (hükümet) gibi unsurlar totaliter, oligarşik, beşerî cahili düzen ve sistemlerin omurgasını oluştururlar. Özünde mevcut resmî ideolojinin ve siyasi iradenin kanını, canını, kimliğini, kültürünü barındıran veya açıkça bunu üzerinde taşıyan, anayasal kurumlar, danıştay, yargıtay, sayıştay ve siyasi parti gibi organlar dinen meşruiyet sınırlarının dışındadırlar. Çünkü beşerî, cahilî sistemin birer parçası ve vazgeçilemez enstrümanıdırlar. Sistemiçilikleri dolayısıyla kendilerinden uzak durulması gerekir.
Resmî ideolojinin vekili, hakimi, savcısı, amiri, aracısı vb. olmak peşinden sistemi içselleştirmeyi de beraberinde getirecektir.
Tevhidî kulluk mücadelesine ve muvahhidî sorumluluk anlayışına göre ise sistemi (onaylamak, olumlamak, tamir etmek, tedavi edip iyileştirmek anlamında) içselleştirmek değil, ötekileştirerek aşağılamak, küfrünü, zulmünü, fıskını, batıllığını ortaya koymak esastır. Müslümanlar Peygamberî bir miras ve metoda dayanmayan tüm yapı ve kurumlardan, sistem, devlet ve hükümetlerden berî kalıp ayrışmak zorundadırlar.
Yaşadığımız coğrafyada kimin ahkâmı ve hükmünün hakim olduğunu, hangi siyasi gücün tahhakkümü altında bulunduğunu unutup ıskalamadan, sistemin içine ve kurumlarının herhangi bir kulvarına bilinçli/iradî olarak girmeden, ondan tamamen yüz çevirmek, kopmak, reddedip ayrışmak imanî bir sorumluluk ve boynumuzun borcudur.
Müslümanlar açısından meşruiyetin sınırları (kırmızı ve yeşil çizgiler) aidiyet ve temsiliyetle belirginleşir. Kişiler, kurum ve yapıların neyi ve kimin otoritesini temsil ettikleri, yüklendikleri misyonlarına, gördükleri fonksiyonlara ve işlevlerine bakılarak nereye ait oldukları kolayca anlaşılabilir.
Bizzat sistemi oluşturan, meydana getirip besleyen, destekleyen organlar sistemin can damarı ve temel unsurlarıdır. Sistemin varlığını ve bekasını borçlu olduğu yapı/kurum ve argümanlara bakılarak; nelerin sistem içinde kaldığı ve nelerin sistem dışı olduğu açıkça anlaşılır. Ve buna göre sistem dışı unsurlar caiz ve meşru olup, sistem içi sayılan unsurlar ise yasaklı olurlar Müslümanım diyenler için.
Kur’an’a ve tevhidî mücadele tarihine baktığımızda bir tarafta Peygamberleri ve diğer tarafta, onların karşılarında ise mücrimleri görürüz. Hiçbir peygamber kurulu sisteme, mevcut otoriteye yaslanıp dayanmamış, ona eklemlenmemiş, onu desteklememiş, meşru görmemiş veya onlarla anlaşarak uzlaşmamıştır.
Bütün peygamberler tevhidi bir toplum oluşturmak, bağımsız, özgün İslâm cemaaitini inşa ederek ümmete ulaşmak ve sonuçta Rabbimizi razı etmek için görevlendirilmişlerdir. Bu sebeple tüm rasüller mevcut sistem ve otoritelere karşı nebevî sorumlulukları çerçevesinde mücadele etmişler ve onları peşinen reddetmişlerdir. İlkelerini ve kimliğini ön planda tutmuş, maslahatçı olmamış, şartlı veya şerh düşerek, ‘yetersiz ama evet’ şeklinde bir yamulma göstermemişler ve davalarından asla taviz ve fire vermemişlerdir. Köprü, dayı, takiyye, maslahat, ruhsat, tevil gibi yanlış yollara/yönlere ve kapılara yönelmemişlerdir. İçinde yaşadıkları toplumda; Vahyî/Kur’anî ilkeleri ve akidevî netliği ön plana çıkartarak salih kişilikleri yetiştirmeye, mü’mince, muvahhidce, onurlu ve şerefli bir mücadele vermeye koyulmuşlardır. Açık ve net bir tebliğ ve davetin mimarları olarak tarihteki izzetli yerlerini korumuşlar ve bizlere de ölümsüz birer örnek olmuşlardır. İlkeli, muvahhid ve salih kişilerle yol arkadaşı olmuş, akide/iman ve inanç değerlerini, hiçbir şart altında ve hiç kimseye karşı pazarlık konusu etmemişler ve dinden, dâvadan, fıtrat ve ilahî yol sünnetullahtan taviz vermemişler, kendi adına dinden tasarrufta bulunmamışlardır.
İçinde bulunduğumuz coğrafyanın olumlu/olumsuz, benzer ya da benzemez şartlarına bakarak bizler de aynı yolu sürdürmek durumundayız.
Hiç birimizin içinde yaşadığı şartlar veya ortam Allah(cc)’ın o mübarek elçilerinden daha olumsuz/imkânsız değildir.
Biz asla imkânım yoktu diyemeyiz! Çünkü imanı olanın imkânları tükenmez ki! Kendimize olsun doğruyu söylemek zorundayız! Üşendim diyebiliriz, tembellik ettim, canım istemedi, yapmak içimden gelmedi falan diyebiliriz. Belki hiç olmazsa itiraf edip sorumsuzca yattığımızı bile açık yüreklilikle söyleyebiliriz. Fakat asla benim ‘imkânım yoktu’ dememeliyiz/diyemeyiz. ‘Yerim dar/yenim dar’ diyenden ne farkımız kalır o zaman. Böyle bir lüksümüz veya sorumsuzluğumuz yok bizim. Çünkü biliyoruz ki imanın bizim için; ağır sorumluluklar yükleyen, çok büyük bir imtihanın imkânlar suretinde, Rabbimiz Allah(cc) tarafından bize sunulan ilâhî nimetler ve lütuflar olma özelliği de var.
Allah(cc)’ın dinine yardım eden, İslâmi/Tevhidî kimliği kuşanarak müslümanca bir hayat için canını dişine takabilecek, gözünü budaktan sözünü dudaktan esirgemeyen Müslümanlar olmakla, Allah(cc)’ı birlemek ve Allah(cc) için birleşmekle mükellefken, zalimleri, fasıkları, kâfirleri, tağutları ve düzenlerini asla meşrulaştıramayız.
Zavallı insanları bu sistemlere entegre edemez, onun oyun ve oyuncağı yapamaz, demokratlaşamaz, kimseyi demokrasi minderine, sistem içi oyunlara ve araçlara davet edemez, kimliğimizi sulandıramaz, kimlik değerlerimizden taviz veremez, kavramlarımızın içini boşaltamayız.
Din’e dair iskonto ve ilaveler yapamayız. Yıkmakla, değiştirmekleemrolunduğumuz beşerî/tağutî sistemlerin desteği, yardımcısı ve koltuk değneği olamayız. Reddetmemiz gereken tavizci/uzlaşmacı elleri öpemez, onları kendi ellerimizle besleyemeyiz.
İslâm’a ve Kur’an’a göre temelden inşa etmekle sorumlu olduğumuz, ifsat olmuş yapıların restorasyonuna, rehabilitasyonuna, iyileştirilmesine, makyajlanmasına, tedavi edilerek ömrünün uzatılmasına; iman iddiasında ve Tevhidî bilinçte olduğumuz sürece, asla ve hiçbir şart altında, neler vaâd edilirse edilsin, neyle korkuturlarsa korkutsunlar, nasıl tehdit ederlerse etsinler onların hiç birisine eyvallah deyip kabul etme veya pabuç bırakma gibi bir lüksümüz olamaz, olmamalı.
Müslümanlar olarak yaşanılan hayatın her safhasında, alanında ve anında, her türlü şart altında sürdürülebilir meşru ve Tevhidî bir mücadelenin içinde olmak ve bu mücadeleyi omuzlarımızda yarınlara onurla taşımak durumundayız. İnsanımızı sistem içi araçlar yoluyla manipüle ederek ilkesel, stratejik veya metodik tercihlerle baş başa bırakma, onları Kur’anî/Nebevî istikametten ayırma ve mevcudu onaylatma gibi bir vebâle giremeyiz.
Vesselâm..!