Emrullah AYAN

10 Ekim 2021

KALPLERİ KATILAŞANLAR GİBİ OLMAMAK

“İman edenlerin, Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid: 16)

Gayelerinden uzun süre ayrı kalan ümmetlerin kalbi kararır. Bu ümmetlerin kimi kuşağı da yoldan sapıp gider. Tarihi Kıyamet Günü’ne kadar sürecek olan İslam ümmeti de bazı zor dönemler geçirecektir. Tıpkı İsrailoğullarının yaşadığı dönemlere benzer dönemler gibi...

Yüce Allah, İslâm ümmetinin değişik kuşaklarındaki imam, önder ve dava adamlarına, ümmetlerin başına dert olan belalardan nasıl çıkılacağını ve hastalığı teşhis ettikten sonra hangi tedavinin uygulanacağını öğretmiştir.

Hidayet ve istikameti reddeden en katı kalpler; hakkı tanıdıktan sonra sapan kalplerdir. Ham ve gafil kalpler ise, davaya icabet etmeye çok daha yatkındırlar. Çünkü davayla ilk defa karşılaşan bu kalpler, hemen etkilenmeye başlar. Davetin ciddiyeti ve fıtratı sarsan göz kamaştırıcı niteliği karşısında dayanamayarak cahilî tortulardan arınmaya bakar. Daha önce daveti işiten kimselere yapılan ikinci çağrı ise, hiç şüphesiz ilk andaki ciddiyeti taşımayacak, sarsıntı meydana getirmeyecek, davanın ciddiyet ve büyüklüğünü de hemen hissetmeyecektir. Bundan dolayı bu tür insanlarla uğraşmak, kat kat bir çaba ve uzun bir sabır gerektirmektedir. 

Tağutî terör ve kölelik boyunduruğu altında uzun bir zaman horlanan, ezilen ve boyun büken kimseler; davetçileri en çok uğraştıran kimselerdir. Bu davetçilere en zor gelen durumdur. Bu zorluğa katlanmamak için en kolay, en kestirme ve en hileli yollara başvurmanın nedeni budur. Bu zamanımızdaki beşer topluluklarında sık sık görülen bir durumdur. Akideden kaçmalarının nedeni, akidenin getirdiği sorumluluklardır. Yığınlara karışıp onların yolunu izlemek, bu sorumluluklardan kaçışın bir sonucudur. Çünkü yığınlarla beraber yaşamanın hiçbir sorumluluğu yoktur. İşte akide ve şeriatın çare getirmek için uğraştığı en zor, en ağır ve en çetin mesele budur. 

Gelenek, yönetim ve kanunların, fıtratı ifsad edecek oranda meydana getirdiği zulmü, toplumsal yozlaşmayı, bulanıklığı ve ölçüsüzlüğü gören iyi niyetli kimselerin göğsü daralmaktadır. Halkın zulüm ve azgınlığa karşı suskunluk ve sessizliğini görmek bu sıkıntıyı daha da artırmaktadır. Bugün fıtrat öylesine buzulmuş ki halk, mazlum bir insanın kendi kendisini savunup direnmesinden bile hoşlanmamaktadır. Kendisini veya başkasını savunan kimseye “zorba, eşkıya” bile diyebilmektedir. Çünkü bu hareketsiz insanlar, tağutun zulmüne alışmıştır. 

Hatta bu zulmün; adalet, fazilet, ıslah ve edep olduğuna inanmıştır. Zulme karşı koyan bir mazlumun tağutu koruyan iktidarlar tarafından konulan sun’î batıl engelleri kırıp parçalamaya çalıştığını gördüklerinde feryadı basmalarının nedeni budur. Ortalığı velveleye verip zulme karşı koyan bu mazluma “zorba”, “kan dökücü” demelerinin nedeni budur. Ağır zulmün altında ezilip duran mazluma bir mazeret bulacaklarına, yerme ve kınama feryatlarını koparmalarının nedeni budur. Çünkü bu insanlar, içtikleri zillet şarabının tadına varmış, aşağılık ve hor bir hayat yaşamaya razı olmuşlardır. Zilleti beğenip bozulan ve kokuşan bir fıtrat; iyilik ve güzellik duygularını kaybetmiş, pisliği, kokuşmuşluk ve çürüklüğü anlama yeteneklerinden de uzaklaşmış demektir. Pislik ve kokudan rahatsız olmayan bu tür insanları kurtarmak çok zor bir iştir. 

Zamanla bozulan insanlarla uğraşmak, dava adamının karşılaşabileceği en büyük zorluktur. Hele hele eğer zamanla bozulup kişiliğini kaybeden, ruhundan uzaklaşıp basit bir heykel haline gelen bu insanlar daha önce akideyle tanışmışlarsa, bu zorluk daha da artacaktır. Yani davet edilen bu insanlar, tâğûtî zorbalığın gölgesinde yaşanan aşağılık hayatı benimseyip alışkanlık haline de getirmişlerse… 

İşte dava adamı, bu tür durumlarda kat kat çaba harcamak zorundadır. Fazlasıyla sabırlı olmak zorundadır. Sapmaları, eğrilikleri, ilgisizliği, karakter bozukluğunu sabırla karşılamakla yükümlüdür. İnsanların değişik dönemlerdeki aksiliklerine, hiç beklenilmeyen tepkilerine ve cahiliyeye karşı hemen tavır takınmama konusunda sabretmek zorundadır. 

İnsanların düşüncesi sık sık değişebilir. Sık sık unutmak, insanoğlunun bir diğer özelliğidir. Öyleyse gönüllerin sık sık uyarılması gerekir. Çünkü uyarılan gönüller, parlaklık kazanır ve nurdan ışınlar yayar. Uzun süre uyarılıp nasihatle beslenmeyen gönüller, katılaşma ve donukluğa mahkumdur. Işık ve aydınlığını kaybeden bir gönül, kararmakla karşı karşıyadır. 

“İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.” (Hadid: 16)

Öyleyse bu tür gönülleri öğüt vererek yoklamak ve sürekli bir uyarı altında tutmak gerekir. Maksat öğütlenip huşu duymasını sağlamaktır. Duyarlılık ve inceliğini korumaktır. Katılık ve donmuşluğa meydan vermemektir. 

Her şeye rağmen sönük, donuk, katı ve kararmış gönüllerden umut kesmemek lazımdır. Çünkü bir daha canlanabilir. Bir daha aydınlanıp Allah’ın zikriyle huşu duyabilir. Yüce Allah’ın dirilttiği ölü bir toprak yeniden hayat emarelerini gösterip çiçek ve bitkiler çıkardığı, ürün ve meyveler verdiği gibi kalplerin de bir daha canlanması mümkündür. Tabii ki Allah dilerse…

“Bilin ki Allah, ölmüş toprağı tekrar diriltir.” (Hadid: 17)