Coşkun UZUN
M. İSLAMOĞLU’NA AÇIK MEKTUP
Bir kardeşimizin, yaşanan son gelişmeler karşısında, ‘Üç Mustafa’ yazısını kaleme alması da açıkça gösteriyor ki artık sabırlar taştı. Bu güne kadar kırılan potlar, devrilen çamlar yenilir yutulur cinsten değil. Korkarız ki bunların telafisi de pek mümkün değil. Bu ölçüsüzce konuşulanlardan dolayı her yerde başımızı öne eğer olduk artık.
Fikirlerinden ve kitaplarından bir zamanlar pek çok kardeşimizin faydalandığı, hattâ şahsından büyük beklentiler içine girilmiş olan M. İslamoğlu’na hitaben her birimiz ayrı bir (Açık) Mektup yazıp, yaklaşık olarakşöyle diyebilir miyiz acaba?
“Sayın Hocam; "Oy vermeyelim de, koy mu verelim" deyip, demokrasi tiyatrosuna katılmayı reddeden Müslümanlarla alay eder gibi ve sorumsuzca “Oy vermiyorsan koyveriyorsun” ucuzluğuna yöneldiğinizde, belki güvendiğimiz ve kendisinden bir şeyler beklediğimiz bir büyük veya hoca olarak size yakıştıramamış ve hayli şaşırmıştık. İlim adamı olarak oy verme konulu bir soruya daha etraflıca, ağır, oturaklı cevap vermeniz gerekiyordu. Aklımıza Lübnan ve Hizbullah örnekleri falan geldi. Fakat Tevhidî bir perspektifle, yeterince ve ilkesel olarak üzerinde durmak yerine, duygusal davranıp, teşehhüd miktarı eleştirmekle yetindik. Bir kardeşimiz ‘oy verenler koyverenler’ isimli uyarı yazısıyla size kardeşçe bir hatırlatmada bulunup ikaz ederken, biz beklemeyi tercih edip işi zamana bırakmıştık.
Atv’de yayınlanan siyaset meydanı’na çıkıp sıkı bir rejim eleştirisi yaptığınızda işte bu dedik. Söz böyle söylenmeli, sistem böyle reddedilmeli, statükoya böyle cevap verilmeliydi. Sizi er meydanındaki pehlivanımız, yüzümüzü ak edecek güreşçimiz sandık. Maalesef cezaevi çıkışınızın hemen ertesine denk gelen bir zamanda yaptığınız ve epeyce bir zaman size çevreden alkış aldıran bu güzel duruş, konuşma ve değerlendirmeler de çok uzun sürmedi. Onun da üzerinde durmadık ve geçip gittik.
Tevhidsiz Adalet söylemlerinizle; "Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet Mü'min devlet olur. Kim yönetirse yönetsin. İster gayri Müslim, ister Müslim yönetsin... Allah adaleti emreder. Dolayısıyla kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun. Yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun. O tali bir hadisedir. Bir numaralı emir, yöneticinin adil olmasıdır." dediğinizde sapmanın açısı ve çapı iyice büyümüştü. Halbuki meâlinizin Ma’un suresindeki giriş bölümünde bunun aksini söylüyordunuz. Tevhid ve adaleti bu dinin iki kanadı şeklinde tanımlayıp tarif ediyordunuz. Buna rağmen son dönemlerde tevhidsiz de adaletin sağlanabileceğini dillendirip, devletin dini imanı olmaz demeye başladığınızda kendinizle çeliştiğinizi mutlaka size göstermeliydik. Bu duruş ve eksen kaymasını anlayanlar anlamayanlara göre çok azdı. Size yönelik ciddi, samimi ve tutarlı eleştirileri galeye almıyor, kulak asmıyor ve hız kesmeden yola deva ediyordunuz. Bir taraftan acaba haklı yanlarınız olabilir mi derken diğer taraftan ayağımızın altının kaydığını fark edemedik. Ve biz insanlara derdimizi anlatana kadar, zaman su gibi akıp geçti ve bu sefer de referandum belası geldi dayandı kapıya.
Ve Referandum atmosferindeki bir Cuma minberinden, “Bu bir referandum değil, seçim değil, bu bir hayat memat meselesidir.Bu sizin kendi iradenize sahip çıkıp çıkmama meselesidir... Sadece oy vermekle yetinirseniz bu pasifliktir. Allah önünüze bir fırsat çıkardı. Allah rızası için meselenizi sahiplenin... Devleti kimlerin yönettiği önemli değildir, önemli olan adaletli mi adaletli değil mi, budur...” dediniz. Geçiş dönemi, maslahat, ruhsat, azimet falan diyenler olduysa da içimiz rahat değildi. Bu sözler sahibini sıkıntıya düşürecek boyutta ve yenilir yutulur cinsten değildi oysa.
Kimilerinin taa Amerikalardan “Mümkünse mezardakileri de kaldırarak”evet, “Dünyanın dört bir yanına dağılmışlar”la evet,“Milletin istikbali adına çok önemli düzenlemeler bulunduğu” için evet denilmesi gerektiğini söylediği bir ortamda…..
Kimilerinin; “12 Eylül günü, umre için bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir. “Mevcut anayasanın prangalarından kurtulan Türkiye, dünya ekonomisinde, dünya siyasetinde söz sahibi olacak. Sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’nun hatta bütün dünyanın geleceğini etkileyecek bir halkoylaması olacak… Türkiye’nin gelişmesine, insan hak ve özgürlükleri açısından uygar ülkeler seviyesine yükselmesine, gelişmiş ülkelerdeki standartlarda bir demokrasiye kavuşmasına, hukukun kast sisteminden kurtarılmasına, nitekim ülke idaresinin askerî vesayetten kurtarılmasına hizmet edeceği için bu anayasa değişikliği paketine ‘evet’ denilmeli.” dedikleri bir vasatta…..
İşin doğrusu çoktan beridir insanımızın kafasını kazan gibi karıştırmış, eski yazdıklarınıza, konuşup söylediklerinize bakılırsa tam anlamıyla Müslümanları ters köşeye yatırmıştınız.
Oturup çuvalımızdaki pirincin taşlarını ayıklamaya koyulduk. Sayenizde çuvalımızdaki taşlar giderek çoğalmaktaydı. Fakat bizler size güvendiğimiz için bunun farkına varmakta epeyce geciktik. Çünkü bizler sizden epeyce yüklü bir beklenti içine girmiştik. Üzülerek şahit olduk ki; kendi ifadenizle bize pirinç hatırına resmen koca koca taşları yediriyordunuz. Oysa taşları ayıklamak gerektiğini, pirincin hatırına taşın yenilemeyeceğini ve bir çuval pirinci de içerisinde birkaç küçük taş var diyerek döküp yazık etmemeyi siz anlatıp öğütlemiştiniz onca zaman bize.
Kalkıp itiraz edelim, konuşup ikaz edelim dediğimizdeyse “Alim'lerin eti zehirlidir, yiyen iflah olmaz” sözlerinizi hatırlayıp öylece oturduk yerimize. Yanlış yapıyor olmayalım dedik. Koca koca insanların, müfessir ve muallim sıfatına sahip onlarca kitabı, ciltlerce yazısı olan güzelim insanların karşısına çıkıp geçmişini, sistem dışı/muhalif, tevhidi duruşunu, kitaplarını, yazılarını kalkıp kendisine hatırlatmanın ihtimal o ki, bize bir şey kazandırmayacağı üzerinde düşünmeye başladık bu sefer de.
“Tevil’in Tahrife Dönüşmesi” diyerek meâliniz, kaynakları, alıntılarınız ve alıntı ahlâkınız hakkında hacimli bir kitap halinde size karşı eleştiri yazıldığında; işin fazlaca abartılıp büyütüldüğünü düşünmüştük.
Bunca ipucu ve sizin açık söylemleriniz üzerine; şimdi oturup düşündüğümüzde tamamen değilse bile bu minvaldeki ve temelden yapılan söz konusu net eleştiriler yerinde ve haklı yorumlarmış galiba..! Perşembenin gelişini çarşambadan görüp avaz avaz haber verenler olmuş ama biz anlamak istememişiz demek ki.
Hattâ beyin sürçmesi ve dil sürçmesi derken korkarım ki buna bir de “yürek sürçmesi”ni eklemek zorunda kalacağa benziyoruz. Evet sizin yüreğinizin sürçmüş olduğunu/olabileceğini düşünüyoruz.
Artık son olayla bardağı taşırdınız ve olan sabrımızı da tükettiniz. Arş-ı a’lâ’yı titrettiniz adeta. Anıtkabir ritüellerinin sorulduğu "Ulustan Ümmete” gibi son derece anlamlı ve kimlik aşılayıcı bir isim taşıyan, üstelik sizin kendi televizyon kanalınızda yayınlanan söz konusu programın ilk bölümünde; Hamza Türkmen’in programında "Allah Rasulü namaz için Kudüs'e dönerken gönlü Kabe'deydi. Önemli olan gönlünüz dönmesin. Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele değil" dediniz onca müslüman izleyicinin gözünün içine bakarak. Tüm söylediklerinizi, savuna geldiğiniz değerleri, duruşunuzu, geçmişinizi bir çırpıda silip çöpe attınız. Bunu ne için yaptığınıza halâ bir anlam verebilmiş değiliz. Resmen kendi üstünüzü kendiniz çizdiniz. İnsanların gönlündeki yerinizi yerle bir edip, hatırınızı ve kıymetinizi düşürdünüz.
Yüzde yüz helal olacak dediğiniz kendi ekranınızdan, kendi söylemlerinizle bizleri zehirlemeye başladınız alenen. “Hilâl Tv 'amaç'ı asla 'araç'a feda etmez. 'Amaç' ile 'araç' arasındaki ehem-mühim dengesini titizlikle gözetir. Vahyin haramlarla ilgili çektiği kırmızı çizgi Hilâl Televizyonu'nun da kırmızı çizgisidir, aşılamaz” diyerek bir çizgiyi ve ümidi taahhüt ediyordunuz ama artık bütün bunlar lafta ve kâğıt üzerinde kalmış eski güzel sözlerdi. Geçmişte kalan iyi niyetli temennilerdi.
Sayın hocam, siz de pekâlâ bilirsiniz “heyhat minezzille/ zillet bizden uzaktır” sözü hepimiz için izzeti ve onuru, ilkeli olmayı, dik durmayı, zalimlerle uzlaşmamayı ve kimlik olarak tavizsizliği anlatır. Birileri yanlış yaptığında, düşmanla iş birliğine gidip, safını değiştirmeye yeltendiğinde, söz, tavır ve duruşlar haysiyetini yitirmeye başladığında, üzerine ayak bastığımız zemin altımızdan kaymaya yüz tuttuğunda hep bu deyim aklımıza gelir. Sizin bu tavrınız da dudak ısırtan/uçuklatan, pes artık dedirten cinsten.
Bizler; “Fe eyne tezhebun / Bu gidiş nereye” diyerek Kur’anî bir soru ve sorgulamayla perçinleriz kıblemizi ve istikametimizi. Her türlü rota ve eksen kaymalarında kendimizi bu soruyla frenleyip dengede tutmaya çalışırız. Öyle değil mi? Biz şimdi size ‘bu gidiş nereye’ demeyelim de ya ne diyelim?
***
Bilinen hikâyedir; adamın biri "Kurban" konusunu anlatıyormuş: "Çocuğu olmayan Hz. Davud, Allah'a dua etmiş ve 'Ya Rabbi, bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim' demiş... Dua tutmuş; Davud, kızının adını Ayşe koymuş... Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davud kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve 'Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et' demiş..."
Dinleyenlerden biri dayanamamış:"Yahu bunun neresini düzelteyim... Hz. Davud değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!"
Kerbelâ’da Peygamber nesli mazlumları kılıçtan geçiren, tarihin asla kendilerini affetmeyeceği bir yerde saf tutan dönek Kûfe’lilerin gönülleri güyâ Hz. Hüseyin’den yanaydı ve kılıçları ise zalim/tağut Yezid’den yanaydı. Bunu siz de çok iyi bilenlerdensiniz.
Gönül bir tarafta ve beden başka bir tarafta olması muhaldir. Mümkün değildir bu. Lafı uzatmanın mantığı da yok, gereği de. Gerçekten de kırdığınız potlar kırkı geçti, devirdiğiniz çamlar Anıtkabir’e yol oldu. Batıl yönetim sizler ve sizin gibiler sayesinde meşru ve meşhur oldu. Çok değil bundan on-on iki yıl öncesinde memleketin önde gelen hocaları iktidara yirmi beş yıl süre tanımaktan ve avans vermekten bahsediyorlardı. Siz ise kredi vermekle kalmadınız, rejimin hayatiyetini sürdürmesi için ihtiyaç duyulan kanı gönüllü vererek işi hayat memat meselesine dönüştürdünüz. Oy vermekle yetinmeyi yanlış buldunuz ve bu beşerî/tağutî/cahili yapıyı Allah rızası için sahiplenmeyi öğütlediniz bize.
Adalet kavramının içini boşaltıp yozlaştırdınız. İbadeti siyasetten, akideyi de amelden ayırdınız. İlan edilmemiş, üstü örtülü sekülerleşmenin, liberalleşmenin ve gümbür gümbür gelen laikliğin ayak sesleriydi bunlar. Nur topu gibi bir Anıtkabir ibadetimiz olacak, bambaşka bir istikamet ve kıble kavramına doğru gönlümüz dönecek sayenizde.
Bu saatten sonra, eğer siz de bir zamanlar Ali Ünal’ın yaptığı gibi geçmişte yazdıklarınızı ve kimi eserlerinizi reddederseniz hiç şaşırmayız inanın buna.
Bilesiniz ki; iman kardeşliğimiz hatırına bunları ve daha pek çok benzerlerini yazıp söylemek, gerçekleri size hatırlatmak, tevbe edip gittiğiniz yanlış yoldan, yöneldiğiniz istikamet ve kıbleden geri dönmenizi, tekrar aramıza katılmanızı istemek, hem hakkımız ve hem de ahlâken sorumluluğumuzdur.
Biz, her ihtimale karşı, kendi ifade ettiğiniz gibi “dilinizin size ihanet etmiş olduğunu” var sayıyor ve (inşallah çok yakın zamanda) sayılan bu sapma/kayma ve tahriflerden kurtulmanız için Rabbimize dua ediyoruz.
Her şeye rağmen yüreğinizin kulağı ile bizi dinleyeceğinizi ve size karşı kardeşâne sarf ettiğimiz şu sözleri inşallah gönül terazisinde tartacağınızı ümit ediyoruz!”
Evet benzer içerikte birer mektup yazarak, ya da mümkünse randevu alıp bizzat M. İslamoğlu’nun karşısına geçerek, bildiğimiz hakikatleri kendisine tekraren söyleyip hatırlatmak, bu tuhaf yanlıştan dönmesini istemek, kardeşlik hukukumuzun ve imanın bizlere yüklediği bir sorumluluktur diye düşünüyoruz.
Vesselam..!