Coşkun UZUN

03 Kasım 2017

MUHASEBEDEN MURAKABEYE

“İki günü birbirine denk olan” aldanmışsa, zarar, hüsran ve kayıplardaysa eğer; değil sadece iki günü, her günü, her cuması, bütün bayramları, geçen yılları ve sonuçta neredeyse koca bir ömrü birbirine denk olan zavallı bizlere ne demeli acaba?

Hiçbir peygamberin güllerle karşılanmadığını, tevhidî mesajın ertelenemezliğini, İslâmî duyarlılıkların İslâmî uyanış ve kulluğa tebdil edilmesi gereğini biliyor oluşumuza rağmen bu hal affedilemez bir ayıp ve kusur olarak bizlere yetmeli değil mi?

Hani cahilî, beşerî otorite ve ideolojilerden ayrışacaktık? Hani kendimizi değil fikir ve düşüncelerimizi iktidara getirecek, onları pratize ve test etme imkanı bulacaktık? Hani coğrafi mekân ve şartları okuyup süreci yönetecek ve farkındalıklarımızla yaşayacaktık? Hani sabretmesi zor da olsa telafisi imkansız, ağır bedeller ödeten tercihlerde bulunmayacaktık? Hani kurulan tuzakların, sistemin içinde olup bitenlerin, rejimin dönüştürücü güç ve etkisinin farkında olacaktık? Hani nas varken içtihadı tercih etmek yanlıştı? Hani şartlara, zamana, zemine göre değişkenlik arzeden yenilenebilir içtihadlar ve tercihlerimiz bizi birbirimizden uzaklaştırıp ayrıştırmayacaktı?

Tevhidî değerlerin sosyalleşmesi, siyasallaşması, şahitliklerimiz ertelenemez bir sorumluluktu eyvallah ta, biz niye bölünüp parçalandık?

Hedef ve istikametimiz iktidarlar, saraylar veya zengin sofraları değildi, sokaklardı, fakirlerin ve fakihlerin meclisleriydi oysa. Öyle değil mi? 

Hey gidi günler hey. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor..!

Muhafazakâr demokrasinin sahneye konulup, sistemle bütünleşme-devlet millet kucaklaşması için start verilerek, Ak Parti’nin iş başına getirildiği ilk yıllarda, iktidar ekibine yönelik “iyiliği emr ve kötülükten men etme” çerçevesinde uyarı ve ikazlarda bulunmak için tüm yurt çapından islamî çevrelerin temsilcileriyle oluşturulan bir ön istişareyi; “onlar imam hatipli, kendilerinden ümitvarız, ikaz etmek için henüz erken, yirmibeş yıl avans verip tolerans tanımalıyız” mealinde bir gerekçeyle durdurup akamete uğratan “hocaların hocası” ünvanlı hoca ve kendisiyle aynı paralelde duranların kulakları çınlasın. Gözleri aydın olsun.

Yaşanılan bu süreçte; İslâmî çevre ve yapıların hemen hepsinde çözülme, savrulma, kan kaybı, eksen kaymaları, idealist / ideolojik çözülmeler, inişli çıkışlı pek çok kulvar, strateji ve istikamet değişikliklerine, özgün ve ilkeli duruş patinajlarına, hatırı sayılır ölçekte kimlik zaafiyetleri ve büyük çöküşlere şahit olduk. 

Bu karışıklık ve hengamede göz gözü görmezken, kardeş kardeşin karşısına dikilmiş, evlerimizi mekanlarımızı kıblegah / mescid edinememiş, Darul Erkam-karargah haline getirememişiz ne gam.

Neden, niçin ve nerelerde hala muhalifiz, muhalefetteyiz....... Ve nerelerde, hangi şartlarda iktidardayız veya öyle sanıyoruz ah bir bilsek bunu.....!

Bu süreçte ister istemez ‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’ algısına müptela kılındık.

Şunun şurasında ne kaldı ki zaten. Dişimizi bir on yıl daha sıkarsak 2002’den 2027’ye sağ salim ulaşmış olacağız inşaallah.

 *******************

Bireysel sorumluluklar ve kulluk nöbetlerimizin karnesi mesabesindeki şahsi amel defterlerimizde epeyce zayıf not var, hatta kırık dökükler, belki sıfırlar bile mevcut. Buna karşılık geçer not ve iyiler oldukça az, pekiyimiz zaten yok. 

Ama biz; La ilahe illallah’ın yanına Muhammedürrasulüllah’ın nasıl getirildiğini, Nebî-Rasül ve Peygamber’in aynı kişiyi kastetmediğini, nübüvvetin bittiğini fakat risaletin sürdüğünü, meâllerin de Kur’an yerine sayılıp sayılmayacağını, anlamını bilmeden Kur’an okumanın hükmünü, hürmetle okunan Kur’an’ın sevabının olup olmadığını, ölülere karşı ne yapacağımızı, Türkçe ibadet olup olmayacağını, sadece Kur’an’la amel etmeyi, kıyametin ne zaman kopacağını, dünya siyasetini, Endülüs’ü, Amerika’yı, Suriye’yi, Filistin’i, geçmiş alimleri, zinanın cezasının kırbaç-değnek mi yoksa recm mi olduğunu, nasih-mensuh’u, metluv ve gayri metluv vahiy konusunu, Sünnet’in ne olup olmadığını, ulu orta konuşup eleştirirken hadisleri itibarsızlaştırmayı, kaç tane mütevatir hadis olduğunu, Allah’a itaat’ın yanında ayrıca Rasül’e de itaatın olup olmayacağını, ‘Allah’a ve Rasulüne itaat’ ifadesinin sadece Allah’a itaat olarak anlaşılacağını ve ikinci bir itaatin olmadığını, şefaati, namazların kaç vakit ve rekat olduğunu, mürekkep ve selülozdan müteşekkil(!) mushaf’ın cismine karşı bir edep ve saygının da gerekip gerekmediğini, rivayet kültürü söylemlerini, indirilen din-uydurulan din anlayışını, salat’ın sadece namaz olarak anlaşılmasının yanlışlığını, ayetlerin nüzül sebeplerini, orta namazı, cuma salatını, namazların kazasının olup olmayacağını, felsefe, demokrasi, laiklik, modernizm, mezhepler arası ihtilaflar, sünnilik-şiilik, itikatta mezhebin durumunu, dar’ul harp tartışmalarını, Cemel’i, Sıffin’i, mehdi ve nüzûl-i İsa konularını, Hz Adem(as)’ın babasını, Hz Meryem’in kocasını, kerbelâ’yı, isra ve miracı, kadınların özel hallerinde namaz konusunu, Peygamber(sav)’in dindeki konumunu, tarihselciliği, diyanetin hükmünü, cüppe, şalvar ve çarşaf giymenin keyfiyetini, teravih namazlarını, kurban’ı, imsak vakitlerini, kabir azabını, Cennet’i, Cehennem’i, (açık naslara rağmen) ev-işyeri-otomobil-düğün için kredinin caiz olup olmadığını, laik-demokratik-beşerî-tağutî sistemlere oy vermenin hükmünü.......ilâ ahir.... pek çok konunun peşine o kadar hikmetsiz, bilinçsiz ve üstelik ısrarla düştük ki, sonuçta geçmişten devralmış olduğumuz ilim mirasını kendi ellerimizle yozlaştırarak adeta buharlaştırdık. Ciddiyetimizi, vakarımızı, ağırlığımızı kendi kendimize yok ettik.....!

Halbuki bize düşen işittik ve ittat ettik deyip karınca kaderince yola koyulmak ve gerekirse bu yolda ölebilmekti. Herkes herşeyi bilemezdi ve hep beraber aynı şeylerle meşgul olmamız, aynı ilgi, bilgi ve donanıma sahip olmamız mümkün veya hikmetli de değildi. Herkes kendisi olmaya çalışmalıydı. Farklılıklarımızı tezat ve çelişki, yetenek ve kabiliyetlerimizi de muhtemel hedef ve istikametlerimiz sandık epeyce bir zaman. Aynîleşmeyi yanlış anlamıştık.

O kadar çok merak ettik, o kadar yeresiz ve ölçüsüzce gündem edindik ki.....

Kaş yaparken göz çıkartmaktı bizimkisi....!

Kur’an-ı Kerîm’i yüzünden bile doğru dürüst okuyamayan, okurken kaşını gözünü yaranları mı ararsınız.....!

C.Rumî, Said Nursi ve benzerlerini eleştirmekle ömür tüketenleri mi....!

Fıkhın, tefsirin, hadisin, tarihin girdabında boğulduğunu göremeyip etrafına akıl satan, fetva verenleri mi ararsınız? Ezandaki-namazdaki tekbirlerden rahatsız olanları mı?

Ya okuduğu iki satır meâl’den yola çıkıp hüküm veren, ahkâm kesenlere ne demeli.....!

 “Kendi başını bağlayamayan, gelin başı bağlamaya gider” hesabıydı bizimkisi.....!

Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan da olacağımız, böyle bir ihtimalin varlığı, olası riskler, işi ehline bırakmak, ilmi ayağa düşürmemek gerektiği konuşulmadı hiç.

Tutarlı, sakin, vasat bir kulluk yaşayamadık. Fakat pek çoğumuz tartışmacı, gündemi saptırma, ortalığı karıştırma, işin suyunu çıkartma uzmanı olduk. Bilerek ya da farkında olmadan yaptık bütün bunları. Ama ne farkeder, sonuçta aynı kapıya çıkmadık mı? Düz duvarlara toslamadık mı?

Dostlarımızdan uzaklaşıp düşmanlarımıza yaklaşmadık mı? Etrafımızda acayip duvarlar örmedik mi? Kıymeti kendinden menkul ilkelerimiz ve doğrularımız yok mu her birimizin?

Pek çok konuda pek çok şey biliyoruz artık. Malumatfüruşluk ruhumuza-iliğimize işledi. Elhamdülillah bilgi sahibi olmadan fikir sahibi de olduk. Her birimiz kendisini birer kapasite görüp bildiği için tevazuya gerek duyamadık. Hiç dönüp te kendisine bakanı bile olmadı. 

Kendi evimiz, ailemiz, ehlimiz cayır cayır yanarken, bizler kah komşu mahallelerdeki yangınları söndürmek, kah peysaj çalışmaları yapmak gibi garip bir hali yaşadık hep, hem de döne döne. 

Hep karşıya, başkalarına bakar olduk. Bütün bunlar emeklemeden yürümeye özendiğimiz için başımıza geldi. Öyle değil mi?

Önceliklerimizi ortaya koyamadık. Ehem’i mühim’den ayırdedemedik. Süreci ve pek çok şeyi hesabedemedik, öngöremedik. Oysa bizden istenilen ihlastı, ihsandı, takva ve sorumluluk bilinci kuşanılmış bir kulluğun ifasıydı.

Birileri çıkıp bize dur demedi. Ya da biz kimseleri duymuyorduk.

Esas olan Rabbimiz Allah(cc)’ı kendimizden razı etmekti, bunu biliyorduk ama ömrümüzün büyük bir kısmında ıskalamıştık işte. Hidayetimiz miladımız olmadı. Kafileye katılışımız kurtuluşumuzu getirmedi beraberinde. O günden bu güne çok değiştik ama gelişemedik. İstikamet kırizini; istikrarı sürdürmek, düzeni bozmamak, suya sabuna dokunmamak, sağ salim yarınlara ulaşmak şeklinde yaşadık hep.

Önce kendi ayaklarımızın üzerinde sağlamca durmalı, sonra emeklemeyip yürümeli ve en sonunda  kardeşlerimizle el ele verip koşmayı denemeliydik oysa.

Bu terazi bu sikleti kaldırır mı, kaldırmaz mı, bu yükü çeker mi çekmez mi diye düşünemedik. Kendileriyle geyik muhabbeti bile yapılamayacak olanlarla sorumluluk paylaşıp birlikte yol yürümeye kalkışmak, ciddi şeyler tasarlamak baştan yanlıştı. Bunu görememek oldukça pahalı bir tecrübeydi.

Görüp tanıştığımız, samimi her müslümanı cefakar, vefakar, fedakar dava adamı sandık.  Durumdan vazife çıkardık ve sonra da kendi kendimize hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü din kardeşliğiyle dava ve yol arkadaşlığını, birbirine karıştırmıştık. 

Arkadaşlarımızla ava, balığa, pikniğe, spora, çay içmeye giderken gösterdiğimiz özen, hassasiyet ve seçiciliği islâmî mücadele, hareket, dava veya yürüyüş diye adlandırdığımız, belirli bir hedef gözetilerek yürütülen nitelikli birlikteliklerimizde gösteremedik maalesef. 

Bu tarz çarpık ve uygunsuz beraberlikler çok uzun sürmedi, kısa ömürlü ve sıkıntılı oldu. Bu manzara ama benim, ama senin, fark etmez, sonuçta bizim hikayemizin resmidir.

Halbuki içinde bulunduğumuz çevredeki insanları kabiliyet ve kapasiteleri açısından, sorumluluk taşıma ve risk alma yönünden kendince bir kategoriye ayırmış olsaydık belki bu hatalara düşülmeyebilirdi. Daha az darılıp kırılır, daha az yara alır, daha az geriler, daha az gerilirdik.

Oturup sadece ders-sohbet yapılacak halim selim kişiler, tutup kavga-döğüşe götürülürse sonuçta dayak yemek doğal ve kaçınılmaz olacaktır.

Öncelikle birlikte olduğumuz coğrafya, mahalle ve çevrenin durum tesbiti açısından sağlıklı bir analizi veya mevcut kapasite değerlendirmesinin yapılması gerekirdi. Bu aslında zaman kaybetmemek, kaynak israf etmemek, boşa emek harcamamak, umutları karartmamak, kabiliyetleri köreltmemek, kırgınlık ve dağılmalar yaşamamak, uzun süreli birliktelikler ve sürdürülebilir çalışmalar adına çok daha isabetli olurdu.

Herhangi bir yapı/kurum ve organizasyon için vasıfsız iyi niyetli, tutucu, saf, mustaz’af ve mazlumları temsil eden “Yönlendirilebilir Kalabalıklar”,

Bir gurup içinde var olmakla beraber yarınlar için ciddi bir plan/program ve hedefe sahip olmayan, daha çok ortak akılla hareket eden ve iş birliğine, sorumluluk almaya müsait “Ortalama Müslümanlar”,

Sorumluluklarının farkında olup, yapılması gerekenleri, yapabileceklerini, konum ve durum tesbitini açık ve net olarak yapan, oyun kurucu, teşkilatçı ve “Değişimin Öncüleri” yani yol işaretçileri şeklinde bir ayırıma gitmek belki daha akıllıca olacaktı. 

Neyse geçen geçti. İş bundan sonra.

Önce imani sonra ameli zaaf ve eksikliklerimizin ikamesi şart. İtikad, ahlak, ibadet ve siyasetin birbirlerine önceliğini dengeleyebilmek te oldukça önemli. Hatta daha çarpıcı olarak buna “eş, iş, dava” üçgeni de diyebiliriz. Bu dengeyi, üçlü sacayağını oluşturup korumak hepimizin sorumluluğunda olmalı. Birisi yapılırken diğeri yıkılmamalı, birisi ileri giderken diğeri geri kalmamalı.

Birlikteliklerimize ve beklentilerimize dair bir tesbit yapabilir, çalışmalarımıza içerik, anlam, hedef ve istikamet yüklemek açısından farklı bakış ve yaklaşımlar ortaya koyabiliriz. Evlerimizi kıblegah / mescid edinememek, Darul Erkam-karargah-cepheye dönüştürememek, dün kara dediklerimize bu gün ak demek, dün yanlış dediklerimize bu gün doğru bilmek zül olarak yeter de artar bize.

Uzun soluklu, istikamet gözeten, sürdürülebilir, ilkesel, İslâmî kimlik-strateji-metod eksenli, meşru bir müfredat ve programı olan oluşum, beraberlik, hareket ve yürürüşlere ilişkin nitelikli analiz ve hazırlıklar yapma azim ve kararlılığı ortaya konulmadan yapılacak her tür çalışma er ya da geç akamete uğramaya mahkumdur.

Durum tesbitine ilave olarak ekip-yürüyüş-kadro arkadaşlarının; alışkanlık, eğilim, zaaf, bakış açıları, nitelik ve donanımlarının, ehliyet, sadakat, liyakatlarının, samimiyet, gayret ve fedakarlıklarının, sonuca ulaşma, meşruluk ve ilahi yardımlara müstehak olma, destekçi ve yardımcılar bulma, yeni yüreklere açılıp kavuşma açısından hayati öneme sahip olduğu inkar edilemez bir gerçektir. 

Konum tesbiti ve ortamı tanıma sadedinden yüzeysel de olsa bir fizibilite yapmak gerekirse....

Sohbet-Gezek-Sıra Gecesi (Plansız ve ciddiyetten uzak)

Bir arada bulunmak, görüşme ihtiyacını karşılamak için iyi niyetlerle periyodik olarak toplanmak. Atıl-boş durmamak için birkaç satır herhangi bir şey veya Kur’an-Meâl-Tefsir okumaları. Çözüm önerisi getirilmez, misyon, vizyon, hedef ve istikamete dair genellikle görüş bildirilmez. Müfredat ve program içermez. Görevlendirme ve sorumluluk paylaşılmaksızın devam eder.

Ders-Çalışma (İslâmî Mücadele ve kulluk yolunda ciddi sayılabilecek ilk adımlar)

Etrafa ve öncelikle kendine eleştirel gözle bakıp yaşanılan sorunları fark edenlerce, çözüm üretme niyetiyle ve samimi gayretlerle oluşturulan ilk çalışma halkaları veya dava yolunda atılan ciddi adımlar. Sebat edilir ve emek verilirse uzun soluklu, islâmî bir mücadelenin eleman ihtiyacını karşılayacak verimli havuz/havzalara dönüşebilir.

Nitelikli Beraberlikten Kadro Hazırlığına

Öncü Kur’an Nesli’ni oluşturup ümmete giden yolda şeytana, dostlarına, tağutlara ve zalimlere karşı direniş cepheleri, karargâhları inşa etme azmiyle, dava adamı olabilme gayretiyle, ‘Kur’an Talebeliği’ne soyunanların özverili, fedakâr uğraşılar ve titiz tercihlerle oluşturdukları bereketli kardeşliklerdir.

Sistematik Birliktelikten İslâmî Hareket ve Yürüyüş’e

Düşünceden niyete, oradan söyleme ve salih amele yönelik adım atabilen, bedel ödemeye hazır, İnkîlabî ve Tevhidî bir duruşa sahip, bireysel kulluk sorumluluklarını kuşanmış, Kur’an’ı yol haritası edinmiş, geçmişinde tutarlı, temiz bir çizgi bırakmış, davetçi misyonunu yüklenmiş, Nebevî risalet mirasını hakkıyla anlayıp gereğince temsil edebilecek bir profilde, İslâmî kimliği; takva, izzet ve şerefle üzerinde taşıyabilen, kaybedilecek bir saniyesi veya boşa harcanacak bir kuruşu olmayan, ifrat ve tefritten uzak, itidâl ve dengeyi gözeten, Müslüman ve müstaz’afların umudu ve yol arkadaşı olmayı başarmış, tavizsiz, uzlaşmasız, muhalif, cahili değer ve yapılardan arınmış-kurtulmuş-korunmuş, sistem dışı, vahiyle yoğrulmuş muvahhid bir akılla hareket eden, özgün duruşu, ahlâkı ve direnişi olan, Mekke’yi, Medine’yi, resmî ideoloji ve dayatmaları yakinen bilen, açık, net ve meşru tavır sahibi, adanmış, yiğit/er kişilerin oluşturdukları, ilkelerini kendi aralarında iktidara getirdiklerinde Allah(cc)’ın kendilerini huzur, güven ve iktidara taşıyacağı, imamlar ve önderler kılacağı, salih, alim, şehid, sıddık ve Peygamberlerin yollarını takip eden ‘Öncü Kur’an Nesli’nin tohumunu-temelini bulunduğu zaman ve mekânda atan, bu yolun işaret ve işaretçilerini kendi bünyesinde başarıyla barındıran, şahsiyetli, fedakâr bireylerden oluşmuş mübarek bir yürüyüştür.

Ve nihai kurtuluş için yola çıkıp “Öze Dönüş” yürüyüşünü, tevbe ile iç inkılapları gerçekleştirmek şart.

Duamız odur ki..!

Allah(cc)’ın adı anıldığında kalpleri ürperen, Kızdıkları zaman öfkelerini yenen, Cahillerle asla tartışmayan, Kınayıcının kınamasından korkmayan (8 Enfal 2, 3 Al-i İmran 133, 25 Furkan 63, 5 maide 54), Boş şeylerden tümüyle yüzçeviren, Mallarıyla ve canlarıyla cihad eden, Asla zanda bulunmayan ve yalan söylemeyenlere (23 Mü’minun 3, 49 Hucurat 15, 45 Casiye 24, 23 Mü’minun 8), 

Ahdini ve adaklarını yerine getiren, anlaşmaları bozmayan (13 Rad 20, 33 Ahzab 23, 76 insan 7), İnsanlara iyiliği emredip kötülükten alıkoyan, Açıklanınca hoşlarına gitmeyecek şeyleri sormayan, Yüzlerindeki secde izinden tanınan, Geceleri az uyuyan, Verilen rızıktan yerli yerince harcayan, Yakınlarına, yolda kalmışlara, hastalara, yoksullara ve esir düşenlere yardım eden; zorda, darda ve savaş anlarında sabredenlere (8 Enfal 71, 5 Maide 101, 48 Fetih 29, 51 Zariyat 17, 8 Enfal 3, 2 Bakara 177),

Yalnızca Allah(cc)’a dayanıp güvenen, Hakkı bilerek gizlemeyen, Allah(cc)’ın ayetlerini az bir pahaya satmayan, Yeryüzünde vakar ve alçak gönülle yürüyen, Kafirlere karşı sert ve onurlu, birbirlerine karşı alçak gönüllü ve merhametli, İnsanların kusurlarını affedenlere (9 Tevbe 20, 2 Bakara 44, 3 Al-i İmran 199, 25 Furkan 63, 48 Fetih 29, 3 Al-i İmran 135),

Ölmeden önce nefsini hesaba çekenlere...

Kulluk nöbetlerine, şahsiyetli, ilkeli duruş ve ilişkilerine dair muhasebe ve murakabe yolunu-kapısını açarak kardeşlik hukukunu işletebilenlere....

Selâm olsun..!

Rabbim bugünlerimizi dünümüzden, yarınlarımızı da bu günlerden hayırlı kılsın.

Allah’(cc) bizleri pamuk ipliğinden, eğreti bağlarla değil kopmaz, sağlam ip hablullahla-vahiyle-kur’an’la birbirlerine sarılıp bağlanan, imanın nuruyla kalplerini birbirine rapdetmiş, mü’minler eylesin.

Allah(cc), Peygamber(sav) ve Kitabın; hukuken-teorik anlamda kardeş kıldıklarıyla, hayatın içerisinde fiili-pratik-gerçek bir iman kardeşliğine ulaşıp kavuşmayı Rabbimiz bizlere nasibetsin.

Bizleri kulluk ve kardeşlik rüşdünü ispatlayan, ümmet ve vahdete giden yolda; istişare, muhasebe ve murakabeyi aralarında ihya ve inşa edip koruyabilen, muvahhid ve muttaki bahtiyarlar kılsın.