Coşkun UZUN
MÜSLÜMANLARI BEKLEYEN TEHLİKELER
Modernist, Tarihselci, Oryantalist, Tekfirci, Mürcie, Demokratik, Dünyevîleşmiş / Bireysel akıl ve anlayışa dair.....!
TEKFİRCİLİK
Vasat ümmet olmakle emredilen müslümanın yürüyeceği yolun adı ifrat veya tefrite yönelmek değil, itidâldir, dengedir.
Tekfircilik bir tür rahatsızlık, eksiklik yani tedaviyi, ıslahı gerektiren hastalık halidir. İslâm toplumlarının birleşmesinin önündeki en büyük engellerden birisidir. Bu hastalığa bulaşanlar uluslararası şer odaklarının, istikbarın elinde hep sihirli bir maşa veya koz mesabesindedirler. Yüzyıllardır müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olagelmişlerdir. İşleri güçleri müslümanların kendi içlerindeki ihtilaflı meseleleri hikmetsiz ve yersizce gündeme taşıyıp zaaf oluşturmak, ümmeti içeriden çökertmek ve kale burcundan her gün bir taş/tuğla daha eksilterek mevcut yapıyı umarsız, fütursuz, düşmanın ekmeğine yağ süren fasit tavır ve duruşlarla bozup dağıtmak olmuştur.
İslam ümmeti içerisinde tekfir olayı, ta hariciler döneminden gelen eski bir kültür veya alışkanlıktır. Bu fırkanın en yaygın olduğu dönem "Murcie" hareketine karşı tepkisel olarak çıkış yaptığı dönemdir. Başlangıçta İslam ümmetine sokulan bidat ve hurafelere karşı samimi olarak çıkış yapan ve zaman zaman da selefilik gibi algılanabilen bu hareket, bir müddet işe de yaramıştı. Ancak zamanla ifrata kaçtı ve ümmet içerisinde kapanmayacak büyük yaralar açıp onarılması güç tahribatlara neden oldu.
Günümüzde bu fırka / eğilim, daha çok ilimde sığ, hayat tecrübesi yetersiz, sloganik bakış ve tavırlara sahip genç Müslümanlar tarafından temsil edilmektedir. İlk bakışta samimi niyetlerle çıkış yapmış olsalar da zararları yararlarından çok daha fazla olmuştur. Çünkü bu yaklaşım, Müslümanları parçalayıp birbirine düşürüyor, dışarıya/düşmana karşı verilmesi gereken mücadeleyi ve harcanması gereken enerjiyi içte tüketiyor ve usulüne göre işletilmesi gereken tenkit, uyarı ve düzeltme kapısını da kapatıyor.
Sünnilik, şiilik, vehhabilik yaparak, farklı gurup, mezhep ve fırkaları dışlamak, vasat duruş ve tavrı terk ederek birbirine düşman muamelesi yapmak, tekfir etmek en belirgin yanılgılardır.
Aşırı giden bazı fırka ve gurupların, islâm dairesi içerisine sadece sünni / şii yorumlarını veya dört mezhebi koymaları ve müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden dolayı tekfir etmeleri, son derece fasit, bölücü, hatalı ve hastalıklı bir yaklaşımdır. Tekfirci gurupların diğer müslümanlara karşı galip gelmek ve kendilerince dillendirilen islam yorumlarını, hâkim kılmaktan başka bir gayretleri yoktur. Bunlar Kur’an’a parçacı şekilde yaklaşmak, birkaç ayet mealinden hüküm çıkartıp meal müçtehidliği yaparak ilgili hükmü muhataplarına giydirerek, Kur’an bütünlüğünü yok saymakta ve hikmetsizce davranmaktadırlar. Oysa Rabbimiz; müminlerden, yıkıcı değil, yapıcı; ayrıştırıcı değil, birleştirici olmayı açıkça emretmektedir.[1]Sonuçta müslümanlığını bir şekilde ortaya koyan, namaz, oruç, hac, kurban gibi İslam`ın ana vecibelerini yerine getiren / getirmeye çalışan, Allah(cc)`ı ve Resulünü sevdiği tavır ve ifadelerinden belli olan, ama bunlarla beraber günümüz demokratik, laik, şirk cahiliyesinin etkisinde de kalan insanlar hakkında insaflı davranmak, itidal ve dengeyi elden bırakmamak gerekir. Fakihlerin, müçtehidlerin, ilim ehlinin icması olmayan konularda muhatabımızın bizim açımızdan içtihadı, yorumu, illeti, delili zayıf görünse bile mevcut tevillerini mü’min / müslüman duyarlılığına/kardeşliğine yakışır bir şekilde değerlendirmek durumundayız. Açık nass veya Nebevi Sünnet’ten herhangi bir delil olmayan konularda keskin davranıp haddi aşamayız. Makul olan tavır ve duruşun; iman iddiasındaki kişilere karşı inkâr etmeden, cepheleşmeden, kardeşlik köprülerini atmadan, ihtiyatlı bir yol tutmaktan geçtiğine inanıyoruz.
MÜRCİE
Fıkhî, Siyasî, İtikadî mezhepler‘den bir mezhep / ekoldür. İslâm’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkıp ılımlı ve uzlaşmacı fikirleriyle bilinen itikadî ve siyasî bir fırkadır. İman ve ameli birbirinden ayırması, kalbî tasdik veya dille ikrara önem vermesiyle öne çıkar.
Mürcie; Îtikâdî konularda ihtilaf edenlerin ve müslümanlar arasında zuhur eden savaşlara katılarak öldürülen veya öldürenlerin durumunu kıyamete bırakan ve haklarında her hangi bir hüküm vermekten çekinenlerin oluşturduğu fikri düşüncenin adıdır. Haricilerin ve Şiilerin ortaya çıktığı dönemlerde siyasi olaylar karşısında tarafsız bir durum sergilemişler ve hilafet konusunda tarafsız kalarak Şia, Hariciler ve Emeviler arasında uzlaştırma(!) rolünü oynamışlardır. Amelin imandan bir cüz olmadığını, dolayısıyla günah işleyenin küfürle itham edilemeyeceğini savunmuşlardır.
Neredeyse ömründe bir defa La ilehe illallah diyeni müslüman sayan, bir kez islami hükümlerle yönetilmiş bir beldeyi ebediyyen islam ülkesi gören yüzeysel, temkin ve ihtiyatı çekingenlik ve tarafsızlık olarak yaşamış bir anlayış ve fırka.
İlk Mürciî'lerin ehl-i salâh olduğunu söylemek mümkünken, daha sonraki günümüz Mürciî'lerin fikirlerini İslam'ın akîdeleri ile bağdaştırmak pek mümkün gözükmemektedir.
Mürcie’nin ortaya çıkışında etkili olan sebeplerin başında Hâricî zihniyeti, Emevî-Hâşimî çekişmesi, Emevîler’in politik ve ekonomik siyaseti, kentleşme sürecinin doğurduğu siyasal, ekonomik ve toplumsal problemler yer almaktadır. Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra gelişen olaylar, Cemel ve Sıffîn savaşları, Hakem Vak‘ası, ayrıca büyük günah işleyenleri ve kendi dışındaki müslümanları tekfir eden, Hâricîler karşısında bütün müslümanların eşitliğini ve medenî hayatı savunan ılımlı ve uzlaşmacı bir zihniyetin doğmasına yol açtı.
Mürcie, kelime anlamı itibariyle "irca' edenler" demektir. İrca' kelimesi iki ayrı manaya gelmektedir. Bunlardan birincisi, "geri bırakmak ve mühlet vermek", ikincisi ise "ümid vermek, ümide düşürmek" manasındadır. Terim olarak ifade edilirse; irca' kelimesi, büyük günah sahibi hakkındaki hükmü ahiret gününe bırakmak manasındadır.
Hz. Osman’ın katlinde, Hz. Ali ile Muaviyearasında cereyan eden savaşlar hakkında görüş ve kanaatlerini söylemek istemediler, hangi tarafın haklı olduğu konusunda da kesin bir hükme varmaksızın, zahiren tarafsız kalıp kararı te'cil edip, durumlarını Allah'a bıraktılar.
İlk dönemlerde, büyük günah işleyen herkesi kafir addeden Harici anlayışı ile, imameti imanın rüknü sayan Şiilere karşı dengeli bir iman tarifi yapmak Mürcieye düşmüştür; “İman, Allah’ı ve Rasülünü bilmek ve tanımaktır.” Yani “Allah’tan başka ilah kabul etmeyen ve Hz. Muhammedi Rasül kabul eden herkes mümindir ve büyük günah işlemekle kafir olmaz.” Abbasiler döneminde oluşmaya başlayan sünni kelâm yorumu ile birlikte Mürcie, görevini tamamlamış ve tarihin derinliklerinde yerini almıştır.
Bu fırkanın yorum ve görüşlerinin etkisinde kalan zamanımızdaki kimi gurup ve çevreler de aynı selefleri gibi mülayim bir tutum içerisine girerek çağdaş nemrutlara, firavunlara, karunlara, bel’amlara, tağutlara karşı net bir tavır alamamakta, onlara karşı İslâmî bir duruş sergilemekten çok uzak kalmakta hatta bu tavra sahip müslümanları aşırı sert, radikal, cihadî gibi olumsuz içerik ve anlamlara gelebilecek yaftalarla itham etmektedirler.
MODERNİZM
Modernizmi genel geçer bir formüle döküp anlatmak pek mümkün değildir. [2] Gönül ister ki Müslümanlar modernliği tüm boyutlarıyla enine boyuna ele alıp incelesinler ve anlatsınlar.
Modernizm mahremiyet gözetmez, sınır ve ölçü tanımaz, Modernizm evsizdir, yersizdir. “Toplumu” ayrıştırır; Sivil toplum / Siyasal toplum. “Hayatı” ayrıştırır; Özel alan / Kamusal alan. “Din / Devlet-Bireyi” ayrıştırır; Laik, seküler, modern, liberal bir salata / curcuna sunar.
Kökeni çok eskilere dayanmakla birlikte on yedinci yüzyılda belirgin olarak ortaya çıkan ve günümüz dünyasını biçimlendiren modernizm, toplumların yeniden yapılanmasında ve örgütlenmesinde köklü değişimler / başkalaşımlar ortaya çıkarmıştır. İktidarın kaynağı güç ve bilgi olmuş, enformasyonu elinde tutanlarsa iktidar olmuşlardır. Toplumsal dönüşümün yönünü belirleyenler yenileşmeyi ve gelişimi, aslında bir hegomanya olarak kullanmışlardır.
Liberalizmde olduğu gibi kişinin Allah’sız, Kitap’sız, Peygamber’siz, Din’siz, özgür bireyler olarak görülmesi veya o yönde değiştirilmesi fitnesinin yeni bir adıdır. Medeniyetle uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Modernizmle birlikte yaratıcıyı, kutsalları unutanlar, insanın mutluluğunun ancak Allah'tan bir kopuşla uzaklaşarak yaşanabileceğini düşündüler. Kendilerini mutlu etmeye uğraştı, ama bunu beceremediler. Modern toplumlarda yaşayanlar her geçen gün daha da mutsuz olduklarını görüyorlar. Ancak kutsal olanla, dinle, Allah’la, Peygamber’le, Ahiretle kurdukları sevgi bağını hatırladıkça, nasıl mutlu olabileceklerini anlıyorlar. Ruh ve maneviyatı keşfediyorlar.
Sıffın'da Kur'an sayfalarının mızraklara geçirilip hakem hilesine başvurulmasından sonra ilk Kur'an neslinin Kur'an'ı hayatın merkezine yerleştiren tutumu yerine büyük ölçüde, Kur'an hizipsel ve siyasi amaçlarla araçsallaştırılmış, nesneleştirilmişti.[3] Bu bozulma ve yozlaşma günümüzde de farklı içerik ve şekillerde ama hızla devam etmektedir.
İlmî disiplinlere, mezheplere, özellikle Hadis ve Sünnet’le birlikte Kur’an’a karşı oldukça cüretkar çıkış ve ifadelerin altında yatan asıl sebep modernizmin kendisi ve onun müslüman çevrelerde yol açtığı ölçü ve sınır tanımaz, disiplinsizlikler içeren dip akıntılarıdır.
Modernist özgür(!) aklın etkisiyle "Sadece Kur’an" diyerek Allah Rasulü'nün fiili örnekliği yok sayıldığı, tek / temel kaynak tartışmasında “tek” kaynak tercihiyle büyük bir açmaza düşüldüğü, bu problemin de “mealci” sonuçlar doğurduğu aşikârdır.
ORYANTALİZM
Tanım denemesi; Avrupalı ve Amerikalıların kendilerini merkeze alıp Türk / Kürt / Arab’a dair tanım ve konum ifadelerinde Ortadoğu veya benzer şekilde Uzakdoğu gibi adlandırmaları layık görmelerine, Türk devletinin de aynı şekilde kendisini merkeze alıp Kürdistan’a Güneydoğu[4] adını vermesine Oryantalizm denir.
İdeoloji, Siyaset, Din, Askeri Psikoloji ve Bilginin kültürel ve siyasal analizlerde kullanılması yöntemiyle “Doğu’nun disipline edilmesi disiplini[5]” dir.
Oryantalizm batılı olmayan toplumları sürekli mahrumiyet ve noksanlık ekseninde tarif ederek kendisini merkeze almakta ve Batılı olmayan için sürekli bir “ilave maliyet” çıkarmaktadır.
Oryantalistler; doğulu toplumlar için batı’dan ithal etmeyi planladıkları batı aklını, inancını, yaşayışını söz konusu toplumlarda ikame edebilmek için her zaman yerli işbirlikçi bir ideolojiye ve medya desteğine ihtiyaç duymuşlardır. Kemalizm gibi, Laiklik veya Demakrasi gibi.
Kaynaklarımızı, değer ve ilkelerimizi, geçmişimizi, yol işaretçisi şahsiyetleri şüphe ve ihanet tohumlarının yeşertiği soyut akıl ve modern bir zihinle mahkum edip karalamanın, ümmet arasındaki kardeşlik bağlarını kesip, enaniyet, kin, nefret, zan gibi zehirli tohumları binbir kılık ve ambalaj içerisinde insanlığı zehirlemenin diğer adıdır.
Güya halkları / toplumları, kültürleri ve dilleri inceleyen, (sözde masum olup işin aslına bakıldıında, hiç te öyle olmayan, Batı / Batıl merkezli, art niyetli) araştırma alanlarına verilen bir isimdir. Oryantalizm eğer yeterince ve gereğince bilinmiyorsa, onun zihinlerde ve yaşanılan hayat içerisinde sebep olduğu hastalıkların etki ve yıkımları hakkınca kavranılamaz.
Oryantalist etkinin İslâm ve müslümanlar üzerindeki, tahribat, yıkım ve zararları, zihinlerimize ektiği zehirli tohum ve fideler bir çırpıda sökülüp atılabilecek cinsten değildir.[6]O halde çekeceğimiz daha çok dertler ve ızdıraplar, yapacağımız yığınla iş, sorumluluk ve ödevlerimiz var demektir.
Hadislerin türlü şüphe ve ithamlarla devre dışı bıraktırılması, Nebevi Mücadele mirasının ıskalatılması,Sünnetin ‘İlâhî nizâmı tesis etme’ misyon ve fonksiyonunun gözlerden uzaklaştırılması, ilim ve alimin itibarsızlaştırılmasına kadar varan bu hastalığı yayan doğu bilimci, şarkiyatçı, oryantalist, müsteşrikler ve onların yerli uzantılarını oluşturan üst akıl, bu büyük vebalin hem sorumlusu hem de mimarıdırlar.
TARİHSELCİLİK
Tarih ve Tarihselcilik başka şeylerdir. Tarih; geçmişte olan hadiseleri, hadiselerin birbirleriyle olan münasebetlerini, failleri ile birlikte yer ve zaman belirterek anlatan ilimdir.
Tarihselcilik; tek doğru ve mutlak gerçeklikten söz edilemeyeceği, kavramsal ve teorik inşa çalışmalarıyla tarihe / hayata bakış ve yaklaşımın yanlış olduğu tezi üzerine bina edilmiştir.
Kısmen “tarih anlayışlarının sınanamaz, sorgulanıp yargılanamaz ve dolayısıyla, doğru yada yanlış oldukları söylenemez” temeline oturan bir anlayış ve düşünce tarzıdır.
“Tarihselcilik, bilgi, değer yargıları ve normların, özleri itibariyle tekrar edilemez tarihsel bir durumda ortaya çıktığını; tarih içinde sürekli değişerek daha mükemmele doğru bir seyir izlediğini savunan görüşleri anlatmak için kullanılan ortak bir terimdir.
Yöntemden ziyade bir eğilimi ifade ettiği için tanımı konusunda da birleşilememiştir. Tarihselcilere göre hiçbir öğreti bütün zamanlara hitap edemeyeceği için, her birey, tarihi hadiseleri kendi deneyimleri ışığında ve kendi geleceği açısından yeniden yorumlamalıdır.” (Murat Altınkaynak)
Kitabımız Kur’anın, Peygamberlerimizin, dolayısıyla dinimiz İslâm’ın yaşanmışlıklarının, kimi ilke, esas ve metoda ilişkin değerlerimizin tarihe mâl edilmesi, geçmişe hasredilerek hapsedilmesi, ilgili hükümlerin geçersizlinin vehmedilmesi hastalığının adıdır tarahselcilik.
Kur’an kıssalarına ve Ahiretle ilgili anlatımlara “mitoloji” diyebilecek kadar alçalan tarihselciliğin hem karşıtı hem de panzehiri Ümmetçilik ve Evrenselliktir.
İbadetler, Haramlar, Çok eşlilik, İddet-Mehir, Borç Hukuku, Miras / Vasiyet, Zıhar, Evlatlık, Sütannelik, Kölelik gibi konu başlıkları dikatle incelendiğinde tarihselcilik gibi bir temellendirmenin DİN ve KUR’AN açısından asla mümkün olmadığı görülecektir.
Tarihselciliğin samimi Hıristiyanların bir projesi olup, hem dini yok olmaktan hem de hurafelerden kurtarmak gibi bir amaçla oluşturulduğu şeklinde görüşler de mevcut.
“Tanrı merkezli bir dünya görüşünden, insan merkezli bir dünya görüşüne geçiş sürecinde tarihselcilik, dindar filozofların “urve-i vuska”sı oldu. Onunla, imanlarını güvence altına aldılar. Bilimin karşısında çöken dini tasavvuru, İsa’yı, Meryem’i, Kiliseyi tarihselleştirmeyi görev kabul ettiler. Hedefleri ise, kitaplarının hayattan kopmasını engellemekti.
Ez cümle tarihselcilik, hurafe atlasına dönüşen İncil’i, kurtarma ameliyesidir. Bununla, Batılı adam İncil’in bozulduğunu ve kurtarılmaya muhtaç olduğunu da itiraf etmiş oldu. Modernistler, Allah’ın Rasul’une vahyettiği şekliyle bu güne ulaşan ve bütün insanları kurtarmaya talip olan Kur’an’ın neresinde hurafe ya da beşeri bir katkı gördüler ki, onun da tarihsel olduğunu iddia ediyorlar. Kur’an ve İncil’in esasta semavi olmasından hareketle, İncil tarihsel olduğuna göre, Kur’an da tarihseldir türünden bir kıyas yapıyorlarsa bilmelidirler ki böyle bir kıyas, “su” adındaki ortaklıklarından dolayı kaynağından çıktığı gibi muhafaza edilen içme suyuyla, müsta’mel suyu temizlikte aynı kabul etmekten farksızdır. İnsan elinin değmediği berrak bir su konumunda olan Kur’an’a nispetle İncil, hurafe ve efsanelerin kirlettiği bir “ma-i müstamel” gibidir.” (Tarihselciliğin Tarihi / Hasan Uçar)
DEMOKRATİKLEŞME
Mescidle meyhanenin el ele yaşamak zorunda kaldığı; binlerce camiye, cami görevlisine ve Kur’an kurslarına rağmen içki, faiz, kumar, zina, rüşvet, dolandırıcılık ve Allah’ın lanetlediği ne kadar Haram varsa hepsinin zirve yaptığı, üstelik bütün bu iğrençliklerin devlet güvencesine alındığı sistemin adıdır demokrasi.
Laiklik gibi genel geçer bir tanımı bulunmayan, her ülkede farklılıklar gösteren beşeri bir yönetim sistemidir. Yargı, Yasama, Yürütme, Egemenlik ve hükmetme hak ve yetkisini Allah’tan alıp parlamento ve meclislere veren sisteme demokrasi diyorlar.
Anayasal demokrasi, Sosyal demokrasi, Liberal demokrasi, Muhafazakar demokrasi, Laik Demokrasi gibi farklı sürüm ve versiyonları mevcut.
Müslümanlar antidemokrat bir kimliğe sahiptirler. Demokrasi ve onun (beşerî, tuğyankâr) ideolojisine(!) tavizler veremezler. Bir yalandan başka bir yalana, bir seçimden diğerine, bir partiden diğerine savrulamazlar.
Bizler Müslümanız. Yolumuzu kulların ilkeleri ve yasaları değil, Allah'ın emirleri, yasakları, ilke ve yasaları belirler. Kendimize örnek alacağımız tek lider; Allah(cc)’ın Resulü Hz. Muhammed (sav)'dir.
Muhafazakâr demokratlarca, oy vermek ne kadar kutsal gösterilirse gösterilsin, bütün dünya demokrasiye evet deyip herkes demokrat olsa da bizler; İslâm’ın / vahyin / Hz. Peygamber(sav)’in gösterdiği istikamet üzere tavizsiz birer muvahhid olarak yürürüz. Çoğunluktan bize ne.[7]İnsanların çoğu; yoldan çıkmış, Allâh'ın Âyetlerinden habersiz, Allah’a ortak koşar, gerçeklerden hoşlanmaz, düşünmez, doğru hayat tarzının Allâh'a teslim olmak olduğunu bilmez ve yoldan çıkmışlarken.....!
DÜNYEVÎLEŞME / BİREYSELLEŞME[8]
Dini tedavülden kaldırmayı, hayata dair otorite ve etkisini azaltmayı hedefleyen onu adeta kozmopolit bir hale getirerek ruhsuzlaştıran bir tür aşındırma / yıpratma sürecinin var olduğunu ve buna dünyevileşme dendiğini biliyoruz.
İnsanlık tarihi kadar eski bir ahlakî sorun olan dünyevileşme dediğimiz bu olgu bütünüyle bir dünya görüşü / paradigma değişimidir ki bu dünyevi düşünce paradigması baş döndürücü hızıyla insanlığa yeni eserlerini takdim etmektedir.
Muharref dinlerde de var olan dünyevileşme sorununa, İslamın sunacağı modelin ayrı bir önemi olsa gerektir. İslamın tabiatı gereği Hıristiyanlığın geçirdiği tarihi süreci yaşamadığı için dünyevileşmeye geçit vermeyeceği düşünülse de, dünyevileşme sorununu gören Müslüman bireyin kendi dininin bir çok alanda neleri gerektirdiği konusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıyadır.
Kur’ân, dünya hakkında insanlara, “Dünya hayatı sizi aldatmasın.” (35 Fatır 5) ikazı yapmaktadır.
Modern çağın endişeli insanı yarınlarından da endişelidir, ne yazık ki bu endişe Müslüman’ım diyenleri de kuşatmıştır. Bir evi olanların birde yazlığı olması, orta tüketimden lükse kayması, bütün mesaisini işine ayırması, sürekli akılcı davranarak tevekkülden uzak durması, bütün hadiseleri bilimsel olarak açıklama çabası, cemaat ve ümmetten uzak birey olarak takılması, infaktan kesip israf derecesinde saçması, ben kazanıyorum harcamak hakkım diye kendisini savunması ve daha buna benzer birçok tutarsız savunmalar hazırlaması, yakalandığı Bireyselleşme ve Dünyevîleşme hastalığının belirtisidir.
“Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?”(28 Kasas 60)
“İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider. Ama sonra kurur, sen onu sapsarı kurumuş görürsün. Sonra da çerçöp haline gelir. İşte dünya hayatı da böyledir. Âhirette ise kâfirler için şiddetli bir ceza, mü’minler için ise Rab’leri tarafından bir mağfiret ve rıza! Evet, dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir.” (57 Hadid 20)
Müslüman, inandığı gibi yaşamaya çalışmayıp, yaşadığı gibi inanmaya devam ederse Bireyselleşip Dünyevîleşme süreci başlamış demektir. İnsanı gaflete düşüren, sınav bilincini unutturan her türlü günahın arkasında bu bireyselleşme ve dünyaya meyletme vardır.
Bireyselleşme sorumsuzluğu, Dünyaya meyletmek ve dünyalık kazanımları nihai hedef olarak görmektir. Allah(c.c.), kulunun dünyaya karşı meyilli oluşunu fıtraten yaratılışının içine yerleştirerek bunu bir imtihan sebebi yapmış, insanın iradesiyle Dünyevîleşmeye karşı bir duruş sergilemesini, tercihlerinin tamamen ahiret hedefli olmasını istemiştir.
Dünyevîleşme, kendini dünyanın çekiciliğine kaptırma, onun esiri haline gelme anlamına gelir. Hayatın merkezine dini koyarak yaşamanın ve düşünmenin tam tersidir. Kişinin önceliğini dünya değerlerine vermesi, kendisini dünyanın çekiciliğine kaptırması ve onun esiri konumuna gelmesidir.
Bireyselleşme, aynı zamanda bir zihniyet meselesidir. İnsan zihniyetinde oluşan değişimden dolayı Dünyevîleşir, kalbindeki marazdan dolayı Dünyanın geçici nimetleri ve cazibesi yönünde tercihini yapar.
Dünyevîleşme, dini meselelerin gündelik hayattan uzaklaştırılıp öneminin azaltılması, kişinin kendisini dünyanın cazibesine kaptırıp onun esiri olması manasını taşır.
***************
İnanıp iman etmiş olan müslümanlar veya henüz iman etmemiş olan genelde insanlığın yukarıdaki hastalık ve handikaplara, yozlaşma ve olumsuz değişimlere, dönüşümlere karşı yegâne panzehiri ve koruyucusu İslâm’dır.
Bu türden sapmalar ve sürçmelere karşı müslüman aklının yeterince donanımlı olması, açık ve net bir şekilde vahye, sünnet’e teslim olması, kendisini çağdaş, modern, batıl kirlerden arındırması şarttır.
“Allah ve elçisi bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve elçisine karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33 Ahzab 36)
Küfür ve şirk unsurlarıyla, modernist, demokratik cahilî kültürle, çeşitli sapma ve yozlaşmalarla içli dışlıyken kimseye Tevhid anlatılamaz....! Putlarla yaşamaya alışanlar, Putlarını inkâr edemezler....!
İnsanın önce kendisini sonra da muhatabını beşerî, cahilî bütün kir ve pisliklerden, aşırılıklardan arındırıp koruyarak Kur’an ve Sünnet’e nispet etmesi gerekir.
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.”(3 A-li imran 8)
[1]“(Ey iman edenler): Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişip durmayın. Yoksa çözülüp gevşersiniz, gücünüz de elden gider.” (8 Enfal 46),“Hep birlikte sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.” (3 Â-li İmran 103)
[2]“Aslında modernizmi bizzat var eden Hristiyanlığın rahmidir ve bu yeni bir anlayış olarak ortaya çıkmıştır. Onu da Protestanlık olarak ifade edebiliriz. Çünkü Protestanlık bildiğimiz anlamda Katoliklikten farklı bir Hristiyanlık yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Ve bu da tabi ki modernizmi meşrulaştıran, ona dini bir meşruiyet kazandıran yeni bir din anlayışı olarak ortaya çıkıyor.” (Abdurrahman Arslan)
[3] "Sıffın'da meşru halifeye karşı kılıçlarını çekmiş olan Muaviye tarafının yenileceğini anlayınca Kur'an sayfalarını mızraklara geçirip hakem hilesine başvurmasından sonra ilk Kur'an neslinin Kur'an'ı hayatın merkezine yerleştiren tutumu yerini büyük ölçüde, Kur'an'ı hizipsel ve siyasi maksatlarla araçsallaştıran yaklaşımlara bırakmaya başlamıştır. Bugün de modernist yaklaşımların yaptığı, tarihselcilik, evrenselcilik / tarihüstücülük gibi yaklaşımlarla Kur'an'ı hayat kitabı olmaktan çıkarıp moderniteye teslim olan ve onu Allah adına kutsayan bir araç konumuna indirgemektir. Kısacası gelenekçi anlayışlar da modernist yaklaşımlar da Kur'an'ı hayatı inşa eden hakim konumundan uzaklaştırıp araçsallaştırmaktadır." (Şükrü Hüseyinoğlu)
[4]Kürdistan’a dair oryantalizm, Mücahit Bilici, Taraf
[5]Foucault
[6]“Zannedilmesin ki, oryantalizm gerçekler ortaya çıktığında bir hamlede silinip yok olacak bir yalanlar ve efsaneler yumağıdır... Oryantalizm Avrupa’nın havadan bir uydurması değildir, O, birkaç neslin birlikte çalışarak uzun yatırımlarla meydana getirdiği önemli bir doktrinler ve uygulamalar paketidir.” (Edward Said, Oryantalizm, sh 18)
[7](5 Mâide 49), (10 Yûnus 92), (12 Yûsuf 106), (43 Zuhruf 78), (5 Mâide 103), (30 Rûm 30), (3 Al-i İmran 110)