Coşkun UZUN
RESMÎ DİN - DEVLETİN DİN ANLAYIŞI
Camiler ve Görevliler [1]
Maalesef günümüzde camiler, daha çok Laik-Kemalist-Demokrat-Liberal devletle beraber, onun en başat kurumlarından birisi olan Diyanet’in de devamı, meşruiyet arayış veya bunun isbatı işine yaramaktadır.
Yurt genelinde sayısı 85 bin civarında olan camilerin inşasında devletin/diyanetin katkısının % 1 bile olmadığı Diyanet reisi Mehmet Görmez tarafından itiraf edilmesi; camilerin hayırsever halkımızın türlü gayret, fedakârlık ve çalışmalarıyla meydana geldiğinin ve rejim/diyanet tarafından görevli/memur/imam/hoca atanarak nasıl sessiz sedasız, çaktırmadan ve kibarca işgal/gasp edildiğinin de resmidir.
Bu mescid ve camilerin her bir tanesinde düzenli namaz kılan yerleşik cemaatten ortalama sadece 10’ar kişi, bu camilerin görevlileri tarafından Ahiret bilincine kavuşturulmuş, şuurlu/bilinçli Müslüman olsa, vahiy ve dinin özünü/mesajını/ruhunu kavrayıp, adaleti ikame, tevhidi gerçekleştirme, küfrü, şirki, zulmü bertaraf etme maksadıyla, kulluk sorumluluğunda çalışsa her halde ülkemizde pek çok şey bu gün olduğu gibi kötü ve olumsuz olmazdı. Müslümanlar inanç ve ibadetlerinde daha kaliteli, duyarlı, sorumlu, tebliğci misyonları ve dava adamlığı vizyonlarıyla uyumlu bir hayat yaşıyor olurlardı.
Düşünebiliyor musunuz şöyle bir manzara hepimizi çocuklar gibi sevindirir ve surda bir gedik açmış gibi mutlu ederdi;
Camilerde görevli, Diyanet personeli ve birer devlet memuru olan hocalar görev yaptıkları camilerde ve düzenli olarak bulundukları cami-mescid muhitlerinde en az birkaç ders veya sohbet halkasının kurucusu, yöneticisi, gönüllü doğal üyesi veya üretken, sorgulayan, inşa edici sadık müdavimleri olsalar, örnek ve öncü bir Müslüman şahsiyet olarak İslami mücadelede beklenen ve özlenen yerlerini alsalar, tevhidî bir değişim ve Kur’anî bir inkılâb için gece gündüz demeden ailecek, çoluk/çocuk çalışsalar, topluma örneklik, önderlik, öğretmenlik ve rehberlik etseler, değişik İslâmî çalışma gruplarının arasına katılıp buralardaki varlıklarıyla ortam ve etkinliklere değer katsalar, din adamı psikozu ve ayrıcalığından kurtulsalar camilerin de, görevlilerinde ne işi yaradığına hep birlikte şahit olurduk.
Fakat içinde bulunduğumuz acınası hale objektif olarak ve yakından bakacak olursak bu şimdilik bizlere uzak bir hayal gibi duruyor. Mümkün değil mi diye kendimize soracak olsak cevabımız elbette ki mümkün olmalı. Belki bu şimdiye değin gecikmiş olabilir, zor olabilir fakat asla imkânsız değil öncelikle bunu unutmamalıyız.
Öncelikle bilinmelidir ki bu mekânların laik/kemalist devlet tarafından kontrol altına alınması ve işlevlerinin de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılınması; kesinlikle dine, sünnete ve hukuka aykırıdır.
Cami ve mescidlerimizde, resmî ideoloji tarafından ilahlaştırılıp putlaştırılan kişi, kurum ve ideolojilere Diyanet marifetiyle ve hocalar ağzından övgüler düzülüyorsa, onlar için cemaate dua ettiriliyor ve onlardan medet bekleniyorsa, bu mekânlar tevhidî/nebevî fonksiyonlarını yitirmiş demektir.
Halbuki cami ve mescidler; tebliğ, mücahede ve mücadele için Müslümanların vahiyle, kur’an’la, sünnet’le eğitildiği birer kışladır bizim din anlayışımızda.
Camiler; toplumsal hayatın vazgeçilmez ve hayatî birer merkezidirler. Tüm İslâmi faaliyetler camiden yönlendirilir, tebliğciler enerji ve direktiflerini buradan alır, faaliyetlerinin sonuçlarını burada tartışırlar. Özetle; camiler bir ibadet ve İslâmî hareket merkezleri olup İslâmi inkılâbın yönlendirildiği sağlam birer karargâhtırlar.
Cami ve mescidler bir istişare ve yönetim merkezidir. Müslümanların istişareleri, mahalle mescidinden başlayarak Arafat’a kadar uzanan birkaç kategoride gerçekleşir: Cemaatin getireceği haberler, mahalle camiinde müşavere edilip karara bağlanır. Haftalık Cuma namazlarında ise, bütün mahalle camii cemaatlerinin katılımı ile, daha büyük bir mecliste, seçilmiş bir hatip tarafından İslâm Alemine ait bir haftalık haberler ve açıklamalar Müslümanlara duyurulur. Camii Kebir veya Namazgâh’ta kılınan bayram namazlarında ise, İslam Dünyasını ilgilendiren bir senelik olaylar ve haberler hatip tarafından özet olarak arz ve izah olunur. Bütün İslam ülkelerinde ve şehirlerinde meydana gelen olayları ve haberleri öğrenmek ve bunları değerlendirmek üzere gücü kudreti yeten Müslümanlar Arafat’ta toplanır. Bu ibadet ve meşveret mahallerinde Müslümanlar eşitlik kaidesine tâbidir. Kimsenin kimseye meslek, maddi güç, makam vb. açısından üstünlüğü olamaz. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. ….Bu eşitlik ancak bir noktada bozulur; oda ilim ve ibadet noktasıdır. …..Bütün bu yönleriyle adeta birer parlamentodur bizim ibadethanelerimiz.
Fakat tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken aynı cami ve mescidler, tâğûtî düzenlerde, coğrafyamızda ve günümüzde “Allah’ın evi” olmaktan daha çok “devlet dairesi”ne benzetilmişlerdir. Daha dün bu coğrafyada, saltanat ve sultanların varlığı, başarısı ve bekâsı adına hutbeler okutulurken bugün de laik, demokrat yönetimin selameti ve desteklenmesi için okutulmaktadır.
Dolayısıyla Câmilerin Peygamberimiz zamanındaki fonksiyonlarından uzaklaş(tırıl)ması daha başka ve daha büyük bir bid’attir. Asr-ı saâdette câmiler, onlarca fonksiyon icrâ edip misyon yerine getiren hayatın can damarları idi. Cami ve Mescidlerin bu fonksiyonlarını özet olarak sayacak olursak;
Câmi ve mescidler her şeyden önce mâbed, eğitim, öğretim, kültür ve irşâd merkezi, spor salonu, Karz-ı hasen kurumu, Siyaset merkezi, İstişâre ve organizasyon mekânı, Kur’an’ın iktisadî hükümlerinin pratik olarak uygulandıkları Beytülmâl, Adâlet hizmetleri için mahkeme, adliye ve hapishane, Her türlü askerî amaçlar için cihad merkezi, Bakım ve tedaviler için Hastane, Nikâh ve düğün salonu, Misâfirhane de olan, günümüzün ifade şekliyle adeta birer komplekstirler.
Sonuçta Câmi ve mescid, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz vahye uygun olmadıkça bütün bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Halbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı değil miydi?
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı resmî ideoloji ve devlet dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle birer devlet dairesi, imamlar da namaz kıldırma memuru haline gelmiştir.
Amaç devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek, yeni Türk müslümanının standartlarını tesbit edip TSE damgalı, kendine has, ne idüğü belirsiz türedi bir din oluşturmak. Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye karışmayan kuzu kılıklı müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek. İncil’e benzer bir Kur’an, kiliseye benzer bir câmi, papaza benzer bir imam ve hıristiyana benzer bir müslüman profili oluşturmak.
Kiliseye çevrilmiş bir Cami, Papaza benzeyen bir İmam, Hıristiyanlaştırılıp laikleşmiş bir Müslüman tipini, Sulandırılmış tahrif/tahrip edilmiş bir İslâm ve Din anlayışını etrafımızda görmek istemiyorsak; Tevhidi bilincimizi, imani, akidevî teslimiyetlerimizi sorgulamalı, gözden geçirip ihya ederek tazelemeli veya gerekiyorsa tekrardan inşa etmeliyiz.
Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için, önce câmilerimizi söz konusu resmî ve ideolojik işgallerden kurtarırsak, inşallah o câmiler de bizleri diriltip kurtaracaklardır.
Camiler İslam ümmetinin birer şiar ve sembolü iken, bayraklar ise ulus devletlerin ve resmî ideolojisinin hakimiyet sembolüdür.
Minberlere ulus devletin ve resmi ideolojinin simgesi olan bayrakların asılması, Vaaz ve hutbelerde statükoyu övücü sözler sarf edilip Camilerin minareleri arasına Türklük ve resmi ideolojiyi kutsayan afiş, bayrak, mahya ve benzeri şeylerin asılması din ve insan tabiatının ruhuna aykırıdır.
“Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak adlandırılan yarı resmî etkinlikler, ibadethanelerimizde yürürlüğe konmuş olan ifsat, dejenere, tahrif ve resmî temsil misyonun içselleştirilmesi ve söz konusu devlet işgaline sözde dini bir kılıf giydirilmesinden başka bir şey değildir.
Devlet ve Resmî ideolojinin İlâhlaştırılması ya da “Diyanet Dini” [2]
Devlet tanrısını, resmî ideoloji ilâhını ve dinde tekelcilik anlamındaki ruhbanlığı/din adamlığı sınıfı, ayrıcalığı ve makamını, iman dolu bir yürekle reddetmeye memur olan Müslümanların şu coğrafyadaki serüvenlerine, acınası hallerine bakın hele;
Tarihler 3 Mart 1924’ü gösterdiğinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler katılacak ve dolayısıyla şeriat mahkemeleri de tarihe karışacaktı.
Diyanet İşleri Başkanlığı; teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışacak ve rejimin talepleri doğrultusunda dinin bireyselleşmesine katkıda bulunacaktı. Çünkü Diyanet’e rejimin laikleştirme politikalarını meşrulaştırma ihalesi/görevi verilmişti. Devlet bundan sonra dinin siyasallaşmasının önüne geçmek için Diyanet’i kullanacaktı.
Diyanette tıpkı ordu/genelkurmay gibi siyasi fikirler, konular, olaylar ve gelişmelerle ilgilenmeyecek ve bu durum modern/medenî millet ve hükümetler tarafından bir ilke ve temel esas olarak görülecekti.
Diyanet İşleri Başkanını Başbakanın teklif ve önermesiyle Cumhurbaşkanının görevlendirilmesi, üst yönetimin bakanlar kurulunca ataması da gösteriyor ki; bu kurum her türlü siyasi müdahale, yönlendirme ve nüfuza açık bir yapı arz etmektedir. Dolayısıyla 1924’lerde ‘Umur’i Diniye Reisliği’ teklifi reddedilip ‘Umur’i Diyaniye Reisliği’ denilmesi oldukça anlamlı görülmelidir.
Demek oluyor ki; diyanet başlıca üç noktada belirgin olarak kendini göstermektedir. Birincisi; din topluma ibadet ve ahlak olarak takdim edilip sunulmalı ve halka bu yönde biz hizmet ve bakış açısı verilmelidir. İkincisi; ibadethaneler/camiler vs gibi (halk tarafından yapılan ve daha sonra devletleştirilerek el konulan ve birer/ikişer memurlar atanan) yerlerin yönetimi bu kuruma aittir. Üçüncüsü; din konusunda toplumu bilgilendirerek aydınlatacak olan kurum yine aynı teşkilattır.
Açıkça görüldüğü gibi muamelat/hukuk ve ahkâm/hükümlerin yürütülmesi açısından diyanet’in herhangi bir görev veya sorumluluğu yoktur.
Önceki TC anayasalarından din ve İslâm’ın çıkarılmasıyla daha farklı bir mecraya doğru gidiş başlıyordu. Bundan böyle din devlete asla karışamayacak fakat devlet ise dine dilediği gibi müdahale edebilecek, ibadethanelere sıkıştırılmış bir din devri başlayacaktı. Türkçe Kur’an, Ezan, Tekbir, Selâ, Hutbe derken laiklik gümbür gümbür gelecek, ilerleyen zamanlarda işgüzar bürokrasi, toplum mühendisleri ve nihayet zavallı halk tarafından da devlet tanrılaştırılarak, resmî ideoloji resmen ilahlaştırılacaktı.
Hatta camilerle ilgili ilginç ve dehşetengiz düzenlemeler yapılıp bir hayli tartışılacak olan uygulamalar hayata geçirilecekti. Cemaatsiz (cemaati azalan) camiler ve aynı zamanda memursuz/görevli hocası olmayan camilerle birlikte seddedilmesine (kapatılmasına) dair düzenlemeler yapılacaktı. Hızını alamayıp bir adım daha ileri gidilip, siyasi bir takım endişe ve tasarruflarla gelir getirmeyen pek çok cami ve mescidin de satılmasına, halkevi, samanlık ve at besleme yeri olarak kullanılmasına bile karar verilebilecekti.
Tüm bunlar devletin kendi egemenliğinden başka ekonomik ve politik güç istememesi sebebiyle oluyordu. Ve 1926-1972 yılları arasında satılan cami ve mescidin sayısı resmi rakamlara göre 3 bini geçecekti. Bu arada ‘kurunun yanında yaş ta yanar’ misali gayri müslimler de bu işten nasibini almış ve bazı kilise ve manastırın da satılmasına karar alınmıştı.
Bu gidişatı, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki 1950’li yıllarda yazdığı bir raporunda özetle ”memleketin birçok yerinde hakiki din adamı bulmak şöyle dursun, yıllardır camilerde mihraba geçip halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatibin bile bulunamadığını, bazı köylerde cenazenin techiz ve tekfini işinin bile yapılamadığını, sırf bu yüzden cenazelerin ortada kaldığı” şeklinde ifade edilecektir.
Katı laiklik politikalarıyla İslâm’ın sosyal, siyasi, hukukî ve kültürel damarları olan bütün kurumları ortadan kaldırılacak, din kamusal alanın dışına itilerek vicdanlarda saklı bir kült haline getirilecek, din deyince garipler ve köylüler akla gelecektir.
Dindarlık, müslümanlık yıllarca sadece fakirlere ve köylülere yakıştırılacaktır. Tersinden okuyacak olursak, şehirli zenginin dini, köylü dindarın da parası olmasın diye uğraşılacaktır. Yani din taşranın ve köylülerin düştüğü bir zaaf gibi algılansın diye uğraşılacaktır yıllarca.
“Tavşana kaç tazıya tut” veya “nalına da mıhına da vurmak” tabirlerinden de akla gelebileceği gibi, uzun yıllar boyunca hem bu dini mabed, mescid ve camilere, hatta vicdanlara hapsetmeye çalıştılar hem de diğer taraftan dine ait şehitlik, kahramanlık, fedakârlık, cesaret, yiğitlik ve cömertlik içeren değerlerini de önceleyip bu coğrafyanın Müslümanlarının tertemiz/arı duru dinî inançlarını, manevî duygularını işlerine geldiği için hep sömürdüler.
Diyanet reisliği makamından, mahiyetindeki memurlara/cami görevlilerine Türk Hava Kurumu’na üye olup desteklemeleri ve cemaati de buna davet edip özendirmeleri konusunda direktifler verilebiliyordu. Hatta ve dahi çeşitli dönemlerde gerçekleştirilen askeri darbe ve ihtilâllerin övülmesi, faziletlerinden bahsedilmesi bile çeşitli defalar cami görevlisi hocalardan istenecek, buna ve benzeri vesayetlere uymayan (statükonun tayin ricalarını geri çeviren) reisler anında görevden alınacak veya emekliye sevk edilmeler yaşanacaktı.
Lâiklik ilkesi doğrultusunda, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmek üzere oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu; yıllarca camilerde Kemalist hutbeler okuyup/okutup bu yönde dualar okunması suçunu işleyerek büyük vebale girmiş, bu acayip ve garip hal, sıradan/olağan, yadırganmayacak fiiller arasında yer almıştır.
Çeşitli dinî yapı, gurup ve cemaatler aleyhinde oluşturulan şikâyetler ve düzmece raporlar; konunun ilgililerince malûmdur.
Diyanet reisliği yapmış bir şahsın, yıllarca bu coğrafyadaki Müslümanların bir kesiminin (sistem içi) siyasal arenadaki temsilciliğini yapmış, birkaç kez “dine dayalı devlet kurmak” ithamıyla kapatma yaşamış bir siyasi parti lideriyle değil de, laik sistemin sözde koruyucusu, cuntacı, militarist, darbeci bir paşa/general kast edilerek biz onunla daha iyi anlaşıyorduk türünden itirafları da Diyanet’in Laik Kemalist sistem içindeki ayrıcalıklı yerini göstermesi açısından gayet anlamlıdır.
Sonuç Yerine;
Önce bu coğrafyanın tüm halkından ve özelde Müslümanlardan, devlet ricali tarafından özür dilenmelidir.
Diyanetin Allah(cc)’ın dini ve Müslümanlar üzerindeki tekelciliğine acilen son verilmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı ya özelleştirilmeli ya da ortadan kaldırılmalı; böylece Laik, Kemalist, liberal, demokrat rejimin vesayet ve gölgesi din ve Müslümanların üzerinden uzaklaştırılmalıdır. İslami kimlik, İslami eğitim, İslami tebliğ ve İslami ibadet kesinlikle devlet baskısı ve boyunduruğundan kurtarılıp acilen özgürleştirilmelidir.
Camiler, Mescidler Müslümanlara bırakılmalı, vaaz ve hutbeler aslî kimliğine kavuşturulmalı, yaygın/örgün eğitim ve Kur’an kurslarındaki dinî eğitim, resmi ideolojinin, laiklik ve Kemalizmin baskısından tamamen kurtarılıp sadece Kur’an ve Sünnete dayandırılmalıdır.
Biz melez çabalara karşı vahyin sahih çağrısını dillendirmeye (Devam edeceğiz) inşaAllah.
[1] Abdullah Yıldız’a “Namaz Bir Tevhid Eylemi kitabı / Cami ve Mescid, İstişare ve Organizasyon” için, Ahmed Kalkan’a “Müslümanın Müslümanlaşması kitabı / Dirilttiğimiz Dirileceğimiz Mekanlar: Camilerimiz ve Biz, Camilerdeki Bid’atler ve Camilerin Yeniden İhyaya İhtiyacı” için teşekkür ederiz.
[2] 15 Nisan 2012 tarihli Star Gazetesi’ndeki, Açık Görüş Sayfasında, (Devletin ‘Resmi Din’ Algısı ve Diyanet) başlıklı yazısı için Muharrem Coşkun’a teşekkürler.