Coşkun UZUN

25 Haziran 2010

SÖZDE MÜSLÜMANLAR -1-

Bizlere; hayırlı eş ve işler, bismillah boylu evlâtlar, mücadele ve dava eksenli kaygılar, istikamet üzere yürüyüş ve çalışmalar, ihlaslı bekleyişler, İbrahimî duruşlar, İsmailî teslimiyetler vermesini, putları ve tağutları inşaAllah bizlerin eliyle yere sermesini, üzerimize sekinetini indirmesini, ayaklarımızı yolunda sabit kılmasını diliyoruz mevlâmızdan.

 

Aslında bizim arzumuz, Allah(cc)’a verdiği ahdi hiç değiştirmeden bekleyen veya bu uğurda bizzat kendisini adak olarak sunabilen, örnek bir nesil olmaktı ama geçen zamanla birlikte köprülerin altından çok sular aktığı ve birçoğumuz baş döndürücü bir hızla değişip dönüştüğümüz, bireysel bir çizgi ve misyonu, modernist anlayışları kendimize yakıştırdığımız ve sonuçta kişisel tercih ve menfaatlerimizi, davamızın, insanlık ve ümmetin maslahat ve menfaatlerinin önünde görmeye başladığımızdan bu yana, Rabbimiz bizlere nusret, bereket ve inayetini vermiyor.

 

Sanırım bizler biraz değil epeyce değiştik. Değişerek dönüştük ve öz değerlerimize yabancılaştık. Kimliğimizden, kültür ve medeniyetimizin, insanlığımızın kodlarından uzaklaştık! Müslümanlıklarımız yara aldı, azaldı, seyreldi ve eğreti durmaya başladı üzerimizde sanki! Özde değil, sözde müslümanlar olduk adeta! Özgül ağırlıklarımızı yitirdik sanki!

 

Dün, önceki gün, geçtiğimiz on-yirmi yıl öncesinde hangi hâl ve durumdaydık, nasıl bir ruh halimiz vardı ve şimdilerde ise hangi güç ve kapasiteye, imkânlara sahip oldu insanlarımız bir düşünelim!

 

Geçmişte nelerin özlemi çekiyor, nelerin umudu ve beklentisiyle yaşıyor ve hayalini kuruyorduk? Yarınlara dair hesap ve beklentilerimiz nelerdi? Hangi güzelliklerin, ulaşılması gereken kutlu hedeflerin ve mutlu yarınların hayallerini kuruyorduk? Müslümanlar nelerin sıkıntısını çekiyor, neleri kendine dert ve tasa ediniyor, ne kadar uğraşıyorlardı değil mi? Dün aklımıza bile gelmeyenler bugün çoktan bizim başımıza gelmiş de haberimiz yok aslında!

 

Dernek, Vakıf, Sendika, Aşevi, Yardım Kurumları, Radyo, TV, Gazete, Dergi, Haber Ajansı, Yayınevi, Çatı Kuruluşlar, Ticari İşletmeler, Dünya Markaları, Uluslar arası Şirketler, Holdingler, Fabrikalar, Siyasi Partiler.……

 

Para, makam, iş, güç, tecrübe, piyasa deneyimi, saygınlık, itibar, imaj, prestij, vizyon, misyon, kültür… Bütün bunlara bol gani sahibiz değil mi?

 

Sayılan pek çok değer(!)e, kurum ve kuruluşa, yapı ve organizasyona, imkân ve fırsata, bazılarımız mütevâzi de olsa kişisel olarak ve pek çoklarımız da tüzel kişilik/cemaat ve gurubumuz adına sahibiz değil mi?

 

Hacı, Hoca, Müftü, Vaiz, İmam, Hafız, Serbest Meslek Sahibi, Esnaf, İşçi, Memur, Yazar, Çizer, Öğretim Üyesi, Öğretmen, Akademisyen, Alim, Öğrenci, Gazeteci, Sanatçı, Mühendis, Doktor, Hakim, Savcı, Avukat, Asker, Polis, Tarihçi, Ekonomist, Bürokrat, Diplomat, Siyasetçi, Bakan, Başbakan…….

 

Söyler misiniz Allah aşkına, içimizde bunlardan hangisi yok? Hangi meslek ve meşrepten insanlar henüz yeterince yok, yetişmedi, yetiştiremedik diyebiliriz ki? Toplumun hangi kesiminden inanan bir müslüman gurup, hizip, mektep ve meşrep yok ki sanki içimizde? Bütün iş ve mesleki branşlardan sanat ve ilim dallarından onlarca, yüzlerce, hatta binlerce insan var aramızda. Fakat bütün bunların, misyonu, özgül-özgün ağırlıkları ne kadar? Ümmete ve insanlığa olan katkıları, faydaları, kazandırdıkları ne oldu bu güne kadar diye sormamız gerekiyor!

 

Özgül-özgün ağırlıklarımız nedir bizim? Kaç kalibrelik bir yürek(kalb-i selim) taşıyoruz ona bakmak lazım sanırım! Varlığımızla yokluğumuz arasında, ümmet ve insanlığın menfaat ve kazancı noktasında değişen bir şey var mı? Varsa nedir?

 

Ne yazık ki aradan geçen onlarca yıl sonrasında; müslümanlıklarımızın seyrel(til)diğini, duruş, kimlik ve misyon zafiyeti içinde olduğumuzu ve buna karşılık sayısal bir çoğunluğa, içi boş kof bir gövdeye, niteliksiz kişiliklere büründüğümüzü, hatta içimizden bir çoklarının ise; geçmişte onurla ve şerefle taşıdıkları dava adamı misyonunu ve mücahidliği çoktan terk ederek dünyevileştiklerini, liberal, seküler, muhafazakar, demokrat kimlik ve yapılara kayarak ayrıcalıklı, korumalı ve ballı bazı köşe başlarında müteahhitlik yaptıklarını, eski düşmanlarla hatırı sayılır dost olduklarını, yıkmakla yükümlü oldukları rejimleri restore ederek ömrünü uzatmaya çalıştıklarını, hasımlarıyla uzlaşıp el sıktıklarını, bükemedikleri bileği yücelterek öpmekle meşgul olduklarını, deviremedikleri putların önünde saygıyla eğilmekte olduklarını görüyoruz.

 

Hey gidi günler hey!

Ne günlere kaldık, kimleri gördük, nelere müstehak olduk bizler ya Rabbi!

Renksiz, kokusuz, sessiz, tavırsız, tepkisiz, vurana elsiz, sövene dilsiz, sinik, silik, ensesine vur ağzından lokmasını al, heyhat minezzille!

 

Halbuki hayat limanlarla doludur değil mi? insanlar uğradıkları her limandan ancak nasibini alırlar. Şirk, isyan, tuğyan, haram ve günah limanına uğrayanlar, bu limanlardan gemisine bu yükleri alırlar. İman ve İslâm limanına uğrayıp kucak açanlar ise; mücadele, tevekkül, direniş ve dirilişle beslenerek, tek geçer akçe olan Ahiret yükünü alırlar. Tercih bizimdir, sonuçta istediğimiz limana yanaşabilir, istediğimiz yükü alabiliriz.

 

Nerede Duruyoruz!

 

Rasülullah eğer günümüzde, bizimle aynı çağda ve aynı şartlar altında yaşasaydı, acaba hangi konumda olurdu? Duruşu ve tavrı nice olurdu? Bize mi benzerdi yoksa kendisine mi? Kendisine hiç benzemeyen bir hayatı yaşıyor oluşumuzdan dolayı bizlere karşı tutumu nasıl olurdu dersiniz? Böyle bir ümmetin varlığından duyduğu üzüntü, keder ve kahırdan, utançdan dolayı yerin dibine mi geçerdi, yüzümüze tükürür veya bakar mıydı acaba? [1]

 

O eski abilerimiz, üstadlarımız, gözümüzde ve gönlümüzde büyüttüklerimiz ve daha başkaları acaba şimdilerde neyle, hangi gündemlerle, ne türden zevk ve eğlenceyle meşguller, hangi mahfillerde, kimlerle iş tutuyorlar dersiniz? Güç yetirebilecekleriyle ve mes’ul olduklarıyla mı, meşgullerdir? Yoksa bizim ‘eski mücahidler müteahhit oldu’ dedikleri gerçekten de doğru mu? Biz halâ eski berbere mi tıraş oluyoruz ne dersiniz?

 

Maalesef birçoklarının içleri boş, kof, seyreltilmiş, sinirleri alınmış, ehlileştirilmiş, tırpanlanmış, hadım edilmiş ve kırmızıçizgileri yok! Renkleri soluk, başka boyalarla boyanmışlar! O eski Tevhidî, Kur’anî duruş ve misyonları, delikanlıca tavırları, cesaret ve fedakârlıkları, şecaat ve heybetleri, vakarları, izzet ve onurları kalmamış!

 

Ne acıdır ki; bu gün birçok sayıda güçlü ve saygın gazetemiz, kapsama alanı geniş, dünya çapında özel radyo ve televizyonlarımız, yetişmiş insanlarımız, yıllardır biriktirip durduğumuz yığınla tecrübelerimiz, saygın ve etkin derneklerimiz, köklü vakıflarımız, devasâ kurum ve kuruluşlarımız, cemaat ve yapılarımız, güçlü işletmelerimiz, hatırı sayılır holding ve markalarımız ve zekatı verilerek helâlinden biriktirilmiş mütevazi servetlerimiz var atık bizim.  Fakat bütün bunların hangi yaraya merhem, hangi derde derman oldukları tartışılır!

 

Geniş arazilerde pek çok dikili ağacımız var bizim. Ama hiç birisi meyve vermiyor, (hatta bazılarının sahte oldukları için meyve vermedikleri söyleniyor) serinlemek için gölgeleri bile yok ve üstelik bir zamanlar kendi ellerimizle diktiğimiz bu ağaçlara da tapar olmuşuz!

 

Halbuki Allah(cc)’dan,İslâmi Çaba ve Çalışmaları, Davayı, canımızdan azîz bilecek, Allah’ın Yardım elinin Cemaat üzerinde olduğunu bilecek, Vasat bir Ümmet olmanın izzet-şeref ve onurunu taşıyabilecek, Canımızdan vazgeçip emrolunduklarımızdan vazgeçmeyecek bir azim, irade ve teslimiyet vermesini istiyorduk geçmişte!.

 

Allah(cc)’dan başka hiçbir kurum ve gücün, nasıl düşüneceğimizi, neye ne kadar inanacağımızı, nasıl bir hayat yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi ve çocuklarımızı nasıl bir eğitime tabi tutacağımızı belirleme yetkisinin olmadığını ve böyle bir zulme asla razı olmayacağımızı herkese haykırıyorduk. Kendimize ve çocuklarımıza ideoloji ya da resmi din dayatılmasını, asla kabul etmiyorduk. Çünkü bizler Allah(cc)’a teslim olmuş muvahhid Müslümanlarız, Devlet Tanrısı'nı reddediyor ve Resmi İdeoloji İlahı'na inanmıyoruz diyorduk.

 

Ve dostlarımıza, ağabey ve kardeşlerimize, eski dava ve yol arkadaşlarımıza sitem edip; “…..Önceleri İslami kimlik üzerine bir hayatın inşasından söz ederken bugün sistemin inşasından söz eder bir hale gelmişseniz eğer, gömün beni değiştirmeden.…………tevhidi ilkeleri hatırlatan ve tağuti sistemden ayrışmak için yol arayan Müslümanlardan hesap sorulacaksa ve onlar bizzat kendi kardeşleri eliyle tahfif edilecekse; gömün beni değiştirmeden…” [2] diyorduk.

 

Birçoğumuz, bir fikri makamdan, koltuktan savunacaksın diyoruz artık. Bir yerlere gelmeli, sorumluluk almalı, yükselmeli ve emir alan değil veren olmalısın diyoruz birbirimize! Masaya oturmalı söyleyecek bir sözün varsa orada konuşmalısın, böyle radikal ve marjinal kalmamalısın, değişmelisin ve zamanın şartlarına göre kendini yenilemelisin diyoruz!

 

İyiliği emretme ve kötülükten nehyetme ‘emri bilmağruf ve nehyi anil münker’ in yerini ise çoktandır demokratik haklar, tepkiler ve yasal çıkışlar almış durumda zaten. Herkesin çeşit çeşit demokratik hakları, kişisel tercihleri, bireysel özgürlük alanları var artık. Ve demokrasilerde çare(sizlik)ler tükenmiyor nasıl olsa!

 

Evlerimiz, Sığınak ve Karargâhlarımız Boşalmasın!

 

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah'tan ve Resulünden ve mü'minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.”  (9 Tevbe 16) Hepimiz bu ayeti birçok kez okumuş ve beklide derslerde, sohbetlerde severek ve heyecanla çokça dillendirmiş olmamıza rağmen, sanki sorumlu olan, omuzlarında bir emanet taşıyan biz değilmişiz gibi uyuşuk uyuşuk oturmayı, kendimizi riske atmamayı, boyundan büyük işlere kalkışmamayı ne de çok kolay öğrendik! 

“Fitne kalmayıncaya ve yaşanan din(in hepsi tamamen) Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir.” (8 Enfal 39) ilâhî düstüru çerçevesinde durup dinlenmek bilmeksizin çalışmak ve koşturmakla mükellef olan bizler, gerçekten müthiş bir eksen kayması yaşıyoruz.

 

İnsanî olanı İslâmî olana çoktan tercih etmişiz. Çünkü şu günlerde İslâmî olan bir çok şey, kimilerince lekeli, sert, dik, soğuk, marjinal ve itici bulunurken insani olana yönelik bir ilgi ve teveccüh var. Üzerimize bir laf gelmesinden, bizleri birilerinin fişlemesinden veya gün gelip dişlemesinden, bedel ödemekten, mimlenmekten çekinip korkar olmuşuz. Önceleri İslâmî kaygılarla hareket ederken şimdilerde pek çoğumuz insani, sivil ve bağımsız(!) amaçlar taşıyoruz artık.

 

Tebliğ ve davet neredeyse hayatlarımızdan sonra sözlüklerimizden de çıkarılmış. Kardeşlerimizi, insanlara İslâm’ı tebliğ ederken, batıl, beşeri yol ve izimleri, ideolojileri terk edip bırakarak İslâmî, Kur’anî bir yol ve hidayete çağırırken pek görmüyoruz artık. İslâmî çalışmalara, Peygamber mirası ‘mücadele sünnetine’ davet edilmiyorlar insanlar. Daha çok STK’lara, çaylı, pastalı, neşeli, bol fotoğraflı, anma ve kutlamaya yönelik, bedel ödemesi ve riski olmayan kurum ve kuruluşlara, yer ve yapılara çağırılıyorlar.

 

Baskıların yoğun olarak yaşandığı bir dönemde Allah(cc), Hz Musa’ya ” Biz de Musa ve kardeşine; kavminiz için Mısır da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın.( ey Musa, size uyan )müminleri ( zaferle )müjdele! Diye vahyettik.”( 10 Yunus  87) diyerek yol göstermişti.

 

Eskiden çalışma ve derslerimiz, mütevazi de olsa Darül Erkam’larımız vardı bizim. Hareket kazanmak, cemaatleşmek, Allah(cc)’ın yardım ve inayetine mazhar olmak ve gün gelip Allah(cc)’ın emriyle hükmederek devletleşmek için yapılması gerekenler konuşulurdu oralarda. Hiçbir şey yapamazsak bile, gece boyunca dertleşir ve sohbet ederdik birbirimizle. Şimdilerde bu ders ve sohbet halkalarını bile mumla arar olduk. Artık varsa yoksa Sivil Toplum Kuruluşlarımız. Yürütülen dernek ve vakıf faaliyetleri üzerinden bir Salih amel beklentisi içindeyiz. Yegâne sığınağımız olan evlerimizi ve ailemizi önceleri hafife alarak ihmal etmemiz ve sonrasında buraları da terk ederek, birileri tarafından özendirilen kurumsal faaliyetleri Salih amel olarak görmeye başladığımız günlerden bu yanadır bizim gerileme ve tökezlemelerimizin başlaması. Halbuki kurumlarda yürütülmekte olan hiçbir faaliyet ve çalışma, ne gerçekten bir Salih amel olabilir ne de o sıcacık, buram buram samimiyet ve kardeşlik kokan evlerin teskin edici, sarıp sarmalayan, diriltici, kucaklayıcı, kaynaştırıcı fonksiyonunu karşılayabilirdi.

Firavunî sistemlerin baskı, şiddet, zulüm ve dayatmalarına karşı nasıl mücadele edeceğiz ve nereden başlayacağız sorusunun cevabı elbette ki evlerimizden, yuvalarımızdan olmalıdır. Evlerimizi Kuran’ın okunup yaşandığı, davet ve tebliğ çalışmalarının yapıldığı mescitler ve Hz Musa’nınki gibi birer karargâh haline getirirsek, ancak o zaman kurtulabiliriz. Bir an önce Darul Erkam’ın insanı besleyip dirilten fonksiyonlarını, aramızda yaşanır hale getirmeliyiz. Daha fazla geç kalmadan, Kuran’ın ve Peygamberî Sahih Sünnet’in hâkim olduğu ve ruhların arındırılarak doyurulduğu Tevhidî mektepler ve birer direniş çekirdekleri haline dönüştürmeliyiz.

“Evlerimiz mescit olmayacaksa, mektep olmayacaksa, medrese olmayacaksa, Kur'an okulu olmayacaksa, Kur'an neslinin yetişme ve yetiştirme yeri olmayacaksa, şirkin, zulmün, küfrün karşısında direnecek kaleler olmayacaksa, Darun Nedve’lere karşı Darul Erkam’lar olamayacaksa.......

……. Evlerimizi; Allah’ın isminin anıldığı, Kuran’ın hâkim olduğu, küfün, şirkin zulmün kaldırılması için hazırlıkların ve çalışmaların yapıldığı yerler olarak hazırla(ya)mıyoruz. Bu hazırlıkları yapmadığımız için veya evlerimizi ihmal ettiğimiz için birçok sıkıntıya maruz kalmaktayız. Evlerimiz bile bizim için güvenin ve huzurun yuvasına dönüşmemektedir.” [3]

İtaat ve İsyanımız Kimlere!

 

Günümüzde insanların türlü çıkar hesapları, beklentiler veya büyük çoğunlukla geleceğe ilişkin endişe ve korkuları sebebiyle hareket ettiklerini ve bir türlü Allah(cc)’ın kulu olmadan/olamadan, adeta herkesin ve her şeyin kulu olduklarını, Allah(cc)’dan başka  bir çok otorite ve kapıya kul olduklarını, onlara itaat edip yaklaştıklarını, Allah(cc) beri tarafta dururken, onların emir ve yasaklarının bir çokları nezdinde demiri kestiğini görebiliyoruz.

 

Kur’an’a göre, İlâhî otoriteye itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin vesilesi olduğu gibi (3/Âl-i İmrân, 132), cennetin (4/Nisâ, 13) ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla (25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66) ve cehennemle (4/Nisâ, 14, 115)  sonuçlanan âdiliktir (11/Hûd, 59). Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddiasına ters düşer (24/Nûr, 47). Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir (6/En’âm, 116).

 

Mü’minler Allah(cc)’a kayıtsız şartsız teslim olup itaat ederler. Daha sonra da Rasûlüne itaat edilmelidir.  Şehadet andının ikinci bölümü Hz. Muhammed(sav)’i Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman, ona itaat etmek içindir. "Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik...” (4 Nisâ 64) Üçüncü itaat mercii olarak Ülü’l-Emr vardır.  "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir." (4 Nisâ 59) Ülü’l-emre itaat, Allah(cc)’a ve Rasülüne itaat gibi kayıtsız şartsız değil; ülü’l emrin Allah’a ve Rasûle itaatiyle kayıtlı ve şartlı bir itaattir. Emir sahipleri Allah’a itaat sınırını aşıyorlarsa ma’siyettedirler. Ma’siyette olana da itaat değil; itaatsizlik ve isyan vaciptir. Ayrıca, herhangi bir “emir sahibi” değil; müslüman bir ülü’l emre itaat emredilmektedir.

 

(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez." (3 Âl-i İmrân 31-32)

 

Yalnızca Allah(cc)’a dayanıp güvenmeyi, O’nu yegâne itaat mercii, meşru otorite, dost ve yardımcı edinmemiz gerektiğini, ilâhlık taslayarak, isyan ve tuğyan edenleri, şirke ve küfre çağıranları elimizin tersiyle itmek gerektiğini ne çabuk unuttuk!

“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi) dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağut'tur. Onları da nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sürekli olarak kalacaklardır.” (2 Bakara 257)

 

Tercih etmemiz gereken tek ilişki sebebi ve zemininin, ırk, dil, renk kavim, kabile, aşiret değil, aksine din ve akide olduğunu, iman olması gerektiğini hepimiz biliyoruz oysa! “Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır.“ (9 Tevbe 23)

                    

“De ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihd etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.”  (9 Tevbe 24)

 

Evet aslında ‘Lâ’ ile “Retle başlar bu din. Birilerini, birilerine biçilen konumları reddederek girilir bu dine. Yerli yerinde olmayan, yerinden edilmiş, çarpıtılmış, her bir şey için, “reddediyorum, tanımıyorum, kabul etmiyorum…” denilerek adım atılır bu aziz Din’e. Lâ denilerek, lâilahe denilerek başlar Müslümanlık serüvenimiz.“ [4]

“Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” (25 Furkan 52)

Her çeşit Tâğutlar, her gruptaki Bel’amlar, her kesimden Karun’lar, her görevdeki Hâmânlar, Kâfirler (25 Furkan, 52; 3 Âl-i İmrân, 149), Ehl-i kitap (3 Âl-i İmrân, 100), Münâfıklar (33 Ahzâb, 1), Tüm Putlar ve Sahte İlahlar, Şeytan ve şeytanın dostları (6 En’âm, 121),  İslâm düşmanları, Allah’ın dinine karşı savaşan Rejimler, Allah yolundan uzaklaştıran liderler ve büyükler (33 Ahzâb, 64-68),  Namaza engel olanlar (96 Alak, 19),  Her çeşit ideoloji, Kapitalizm, Komünizm, Laisizm, Kemalizm,  Irkçılar, Ulusçular, Resmî ideolojinin ücretli köleleri, Kâfirleri dost ve velî kabul edenler, hor görülmesi gerekenleri hoş görenler, Aşırılar, israfçı ve fesatçılar (26 Şuarâ, 151-152),  Tüm Müstekbirler, Hizbüşşeytanlar, Günahkârlar ve nankörler (76 İnsan, 24), Putperestler, Put Ziyaretçileri, Câhilî Törenler, câhilî Saygı duruşları, câhiliyye Bayramları, Atalar dini, câhilî örf ve âdetler, Her çeşit câhiliye inançları ve ahlâkı, Câhilî sermaye, câhilî eğitim kurumları, Gâfiller; zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) gaflette olanlar (18 Kehf, 28) Yalancılar (68 Kalem, 8-9), Ahlâksızlar (68 Kalem, 10-14), Şirke zorlayan ana-baba (29 Ankebut, 8; 31 Lokman, 14-15), İnsanların çoğunluğu (6 En’âm, 116; 49 Hucurât, 7; 6 En’âm, 116, 148; 10 Yûnus, 35-36, 66) itaati yasak olanlardır.

 “Ma’siyet/Allah’a isyan konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” (Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 38-40; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955)

 “Başınızdakilerden kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse, sakın o hususta ona itaat etmeyin.” (İbn Mâce, Cihad 40)

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.”  (24 Nûr, 51-52) Amennâ.

“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (33 Ahzâb 36) Amennâ.

Ve itaat konusunda tarihi bir anektod; İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet olunmuştur. O der ki: Bir münâfık ile bir yahudi arasında husûmet vardı. Yahudi, ‘haydi gel, Muhammed’e gidelim’ derken, münâfık, ‘hayır, gel Kâ’b bin el-Eşref’e gidelim’ demişti. Ancak, yahudinin ısrar etmesi üzerine münâfık Hz. Peygamber’in huzurunda muhâkeme olunmayı kabul etti ve onunla birlikte Hz. Peygamber’in huzuruna vardı. Hz. Peygamber, yahudinin lehine hüküm verdi. Rasûlullah’ın huzurundan çıkarlarken münâfık; ‘ben bu hükme râzı değilim. Haydi, gel Ebû Bekir’e gidelim’ dedi. O da yahudi lehine hüküm verdi. Münâfık buna da râzı olmayarak; ‘haydi gel, Ömer’e gidelim’ dedi. Hz. Ömer’in yanına gittiler. Yahudi, Hz. Ömer’e; ‘Peygamber’e gittik, O’nun verdiği hükme râzı olmadı. Sonra Ebû Bekir’e gittik, onun verdiği hükme de râzı olmadı’ diyerek durumu anlattı. Hz. Ömer, münâfığa ‘öyle mi?’  diye sordu. Münâfık ‘evet’ dedi. Hz. Ömer (r.a.); ‘öyleyse ikiniz, ben yanınıza gelinceye kadar biraz bekleyin. Şimdi hemen gelip aranızda hükmedeceğim’ diyerek eve girdi. Kılıcını alarak münâfığın boynunu vurup onu öldürdü ve dedi ki: ‘Allah’ın hükmüne ve O’nun Rasûlü’nün hükmüne râzı olmayanın hakkında işte ben, böyle hüküm veririm!’ Yahudi kaçtı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65) Bu olay üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Ömer’e hitâben buyurdu ki: “Sen fâruk’sun! (Hakla bâtılı ayıransın)” İşte Hz. Ömer, o günden itibaren “el-Fâruk” diye isimlendirildi. (Müslim, A. Dâvudoğlu Terc. 10/146; Ebû Dâvud, Sünnet 6, hadis no: 4607; Tirmizî, İlm, 16, hadis no: 2815; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42, 43; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 4/1753-1754)          

Biz iman edenlerin öyle bir İlahı vardır ki; Bizlere iki İlah edinmemiz yine İlahımız olan Allah(cc) tarafından yasaklanmış, yalnızca kendisinden korkmamızı emretmiştir. (16 Nahl 51), Gökleri  ve yeri yaratandır, bir eşi de yoktur, her şeyi bilendir.(6 En’am 101), Mülkünde ortak yoktur, her şey belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (25 Furkan 2), İzzetin ve gücün tümü Allah’a aittir(10 Yunus 65), Allah’ın davetine icabet etmeyenler, ne fidye verirlerse versinler yerleri Cehennem olacaktır(13 Ra’d 18), Kulları istifade etsin diye denizleri boyun eğdirmiştir(45 Casiye 12), Kim Allah’a samimice yüzünü dönerse, kopması mümkün olmayan bir kulpa yapışmış olur(31 Lokman 22), Sonuçta varılacak tek yer Rabbimizin katıdır(75 Kıyamet 12), İnsanı bir damla sudan yaratmıştır, denemektedir ve doğru yolu da göstermiştir(76 İnsan 2), Sadece iman ettik demekle bırakmayacağını, emirlerine uyup uymayacağımızı da denemektedir(29 Ankebut 2), İçimizden mücahitleri ve sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar bu sınama devam edecektir(47 Muhammed 31), İnsanlar Allah’a muhtaçtır(35 Fatır 15), O yorulması olmayandır(46 Ahkaf 33), Dilediğini yapar, kimse engel olamaz(22 Hacc 18)Tövbeleri kabul edendir(2 Bakara 128), Hiçbir kuluna zerre miktarı haksızlık yapmaz iyilikleri kat kat kılan, büyük bir ecir verendir(4 Nisa 40),(10 Yunus 26). Şükredene karşılığını verendir (42 Şûra 23), Yaratmakta hükmetmekte bizim İlahımıza aittir(7 A’raf 54)İşte bizim Rabbimiz böyle beyan ettiği gibidir, kitabında bize kullarına kendisini en ince detayına kadar tanıtmış, iman edenleri imanını(8 Enfal 2),(9 Tevbe 124)küfredenlerin ise küfrünü artırmıştır.(5 Maide 64)

İşte ilâhî ölçü ve emirler “Ey Peygamber, mü'minleri savaşa karşı hazırlayıp teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, bunlar da kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.” (8 Enfal 65)

 

“Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu da bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.”  (8 Enfal 66) buyuruluyor.

 

Her halûkârda inanan insanlar, (asgari ve azami şartlarda) inanmayanlara karşı havada ve karada üstün ve galipken, düşmandan korkulmaması ve çekinilmemesi Kur’an’da değişik şekillerde ifade edilirken, bir Müslüman en az(asgari) iki, en çok(azami) on kâfir/inançsız/düşmana bedel ve güç yetirebilirken, üstelik Allah(cc) tarafından desteklenip yardım, zafer ve nusret vadedilirken, mü’minlerin yaşadıkları mevcut çekingenlik ve geri durmaları doğrusu çok şaşırtıcı ve moral bozucu.

 

“….…Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın……...” (5 Maide 44) 

 

Hiç olmazsa “…bir taş at, bir şiir ateşle, bir yumruk yükselt, sesini yükselt, bir çocuk yetiştir, bir hayal kur, tarihine sahip çık, sokaklara sahip çık, bir tohum ek, bir yara sar, bir dosta sevgi göster, bir plan yap, bir ümit ışığı gör, bir damla gözyaşı akıt, hainlerle hesaplaş, ağırlığını hakkıyla taşı, sevmek için mücadele et…” [5] meliyiz!



[1] http://www.haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=15968

[2] Gömün Beni Değiştirmeden, Bülent Uğur Koca

[3] Mehmed Maksud, Firavunî Baskılara Karşı İhmal Eteğimiz Sığınaklarımız, http://www.islamvehayat.com/yazar_609_68_FIRAVUNI-BASKILARA-KARSI-IHMAL-ETTIGIMIZ-SIGINAKLARIMIZ.html

[4] Mehmed Göktaş, “İtaatsizliğe Çağrıdır Kur’an” 3/9 Ekim 1999, Selâm Gazetesi

 

[5] Bir Taş At, Yeni Afrika bağımsızlık hareketini özetleyen tim blunk şiiri’nden alıntı