Emrullah AYAN
YERYÜZÜNDE İLÂHÎ ADALETİ GERÇEKLEŞTİRME GÖREVİ MÜ’MİNLERİNDİR
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl: 90)
Kur’an’da yaklaşık olarak otuz âyette geçen adl; denge, itidal, eşlik, denk tutmak anlamlarına gelir. Kur’an bütünlüğünde adalet zulmün karşıtıdır. Adalet; dengede, eşyayı yerli yerine koymak, aslına uygun davranmak anlamlarına gelirken zulüm ise bunları bozmak anlamına gelir.
Kur’an’ın genel mesajını özetleyecek olursak herhalde bunu iki kelime ile ifade etmek mümkündür: Tevhid ve adalet. Bu iki temel kavram dinin iki kanadıdır. Bunlardan biri kırıldığında diğeri görevini ifâ edemez.
İlâhî vahyin ve Nebîlerin en önemli hedefi; insan toplumunda adaleti ikâme etmektir. Kâinatın bütününde kargaşa değil, düzen hâkimdir. Oysa insan eli ve insan müdâhalesi olan tabiatta ve toplumda bozulmalara rastlamaktayız. İşte dengenin bozulması olgusuna genel olarak zulüm, ilâhî dengenin korunmasına ise adalet diyoruz.
İnsanoğlu tabiatı ve yaratılışı itibarıyla iki eğilimlidir. Bu yüzden de adalete de zulme de meyledebilir. Rabbimiz, yaratıp düzenlediği kâinâtı insanlara emanet etmiştir. İnsanın temel görevlerinden biri de dengeyi koruyarak bozulmayı, bozgunculuğu engellemektir. Çünkü dengeyi bozmak emaneti korumamaktır. İlâhî hukuka uygun davranmak adalet, ilâhî hukuka aykırı davranmak ise zulümdür.
Adalet genel bir ilkedir. Belli bir peygambere ve topluma değil, bütün peygamberlere ve mü’minlere emredilmiştir.
Şimdi bu değerlendirmelerden sonra adalet kavramının ıstılâhî anlamını verelim:
Adalet; insan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye denir. Bu bir anlamda, Allahu Teâlâ’nın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir.
Bir yönetim ilkesi olarak adalet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerde ilâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını tam olarak ödemek ve suçluya cezasını vermede gevşeklik yapmamak demektir. Tağutlar ise Allah’ın indirdiği hükümlerle değil, kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla hükmederler bu ise adalet değil zulümdür.
İslâm topraklarında “Adalet” mefhumu korkunç şekilde tahrif edilmiş ve değişikliğe uğratılmıştır. Tâğûtî iktidarlar, kendi kanunlarını “Adalet” ıstılâhını kullanarak kitlelere kabul ettirme gayretindedirler. Bilgili olmayan ve dolayısıyla şuurlu da olmayan halklar kolaylıkla kandırılabilmekte ve onlara zulüm, adalet olarak sunulmaktadır.
Adaletin ölçülerini Rabbimiz genel çerçevesiyle belirlemiştir. Yani adaletin temel ilkeleri görece değildir. Kur’an, adaleti hayatın bütün alanlarında uygulanması gereken vazgeçilmez bir ilke olarak gündeme getirmektedir. Kur’an’da adaleti vurgulayan mesajlar Allah’ın vahdâniyetinden hemen sonra gelmektedir. Yani adalet, tevhid ilkesinin tamamlayıcı unsuru olup tevhid olmadan gerçekleşemez.
Rabbimiz, Kur’an ahlâkına sahip olması gereken mü’minlerden, aileden siyasete kadar hayatın bütün kurumlarında adaleti ikâme etmelerini istemektedir:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahidlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yatkındır…” (A’raf: 8)
Yeryüzünde İlâhî adaleti uygulama görevi mü’minlerindir:
“Yarattıklarımızdan, Hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.” (A’raf: 181)
Bu âyetin genel muhtevasından anlaşılmaktadır ki, bütün zaman ve mekanlarda insanlar içerisinde şuurları temiz, adalet sevdalısı bir mü’minler topluluğu hep var olagelmiştir. Bilinçlerini adaleti uygulayabilecek kadar temiz tutanlar, en kötü şartlarda bile Allah’ın yeryüzündeki emanetinin bekçiliğini yapmaya layık olanlardır. Böyle bir topluluk, Kur’an’ı hayatının merkezine almış İslâm ümmeti içerisinden çıkabilir. Rabbimiz, İslam ümmeti eliyle sapkınlara karşı kendi delilini, nurunu üstün getirecektir:
“Kafirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe: 32)
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara karşı hak ve adaleti ayakta tutması gereken İslâm ümmeti Kur’ânî akîde temelinde bir araya gelerek yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmakla vazifelidir.
Kur’ânî akîde temelinde hareket eden, itidâli, orta yolu esas alan bu topluluk, sayıları kaç olursa olsun haktan ayrılmadan batıla karşı mücadeleden geri durmamalıdır. Kendi nefislerine ağır gelse de, kendi kişiliklerine karşı olsa da ilâhî gerçekleri savsaklamadan yürürlüğe koymalıdır. “Hakka uygun âdil hükümler vermek” bu topluluğun vazgeçilmez bir ilkesi olmalıdır.
Mü’minler Kur’ânî ilkelerle yeryüzünden zulmü söküp atmalı, yerine adaleti ikâme etmelidirler. Adaleti ayağa kaldırma görevi müşrik ve münafık gruplara tevdî edilemeyecek, ertelenemez aslî bir farîzadır. Adaletin gereğince ikamesi, ancak temelini ilâhî hukuktan almasıyla mümkündür. Beşer zihninin adaletin net ölçülerini belirleme konusunda aciz olduğu unutulmamalıdır.
Günümüzde neredeyse bütün halkı Müslüman olan ülkelerde laik batı hukukunun işgalini görmekteyiz. Bu etki dolayısıyladır ki, laik kurallar İslâmî adaletin gündeme gelmesini ve uygulanmasını engellemektedir.Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adaleti sağlamak için indirilmiştir. Bu konudaki ölçüler gayet nettir. Mü’minler, insanlar arasından çıkarılmış orta yolda bir ümmet olarak adaleti ikame etmede şahidlik ve örneklik etmekle yükümlüdürler. Bunun gereği olarak zalimleri, fıtratına ve Allah’a ihanet edenleri velî tutmamak, onlara taraf olmamak, yeryüzündeki haksızlıkları ortadan kaldırmak temel bir kulluk görevimizdir.