Ahmet ÖRS

28 Şubat 2007

AYLARIN EN SOĞUĞU

AYLARIN EN SOĞUĞU

 

Gazetelere bakmak iğrenç bir şeydi. Televizyonlar her gün en adi saldırılardan zevk alıyorlardı. Konuşan, esen, gürleyenden geçilmiyordu. Tehditler ayyuka çıkmıştı. Hastaydım. Kafamı kaldıramıyordum. Beynimde ur vardı, ameliyat olmuştum. Gözlerim sağlıklı bir şekilde görmüyordu. Sert açıklamalar oluyordu. Birileri gurur duyuyor, birileri boncuk boncuk terliyordu. Sakallı adamlar, çarşaflı kadınlar gösteriliyordu. Baskınlar düzenleniyor, mahremiyetler ifşa ediliyordu. Hak hukuk yoktu. Tanklar Sincan’da, canlar tehdit altında idi. Başım zonkluyor, misafirler gidip geliyordu. Şubat ayı, gücük ayı, babaannemin ayı, takvimlerin en zorlu sayısıydı. Bin yıl diyordu biri, ne kadarsa o kadar işte diyordu. Kapatılsın, karanlıklardan kurtulalım diyordu. Karanlıktan aydınlıklara çıkaracak Kitab’ı karartmak istiyordu. Bin yıl da sürse mutlaka halledeceğiz diyorlardı. Ne bakanı olursa olsun diyorlardı. Gazetelerin her bir sayfalarından iğrençlik akıyordu. Tek gözümü kısarak manşetlere bakıyordum. Bir şeyler anlamaya çalışıyordum. Başım ağrıyor, haberler yüzünden daha çok hastalanıyordum. Neler oluyor diyordum evdekilere, bakma, her zaman olan oluyor diyorlardı. Bir şeyler oluyordu, çok etkili biri diyorlardı, diyordu ki sonunu getireceğiz. Kim kimin sonunu getiriyordu. Savaş mı çıkmıştı, ne olmuştu. Demişti ki bir şair, şubatın yirmi sekizi takvimlerden bir yapraktır, neden hayret ettiniz o kadar, değişen ne ki? Şair haklıydı. İşkencede elektriğin etkisi biraz daha artırılır gibi bir şeydi. Tepkiler oluyordu, yasaklara itirazlar vardı ama itirazların sesi azdı. Belki ben hastaydım, sesleri yeterince duyamıyordum, belki sesler ve nefesler hastalanmıştı. Postmodern darbe diyorlardı konuşurken. Ayar yaptık diyorlardı. Fikir fikir derken onu da darbeye eşitlediniz diyordum, beni hasta ettiniz, bütün literatürü abondone ettiniz, felsefe melsefe bırakmadınız. Okullar kapatıyorlardı aydınlanalım derken. Üniversitelere giremezsiniz diyorlardı. Bu halde almayız, başlarınızı açacaksınız diyorlardı. Açmayız, örtümüz onurumuzdur diyordu kardeşlerimiz. Geri adım atmayız. Yürüyorlardı, ellerinde aydınlık meşaleler vardı. Çirkin, iğrenç seslere umut veren sesleriyle haykırıyorlardı, hakikate çağırıyorlardı. Küçücük kızların önleri kesiliyordu, giremezsiniz diyorlardı. Kafamda dozerler, Sincan’da tanklar geziyordu. Gazetelerde savaş naraları atılıyordu. Kimi kim öldürecek, topyekûn savaş kime karşı verilecekti? Televizyonun görüntüsü kararıyordu, radyonun sesi kısılıyordu. Şubatın yirmi sekiziydi, havaların en soğuğu. Soğuktu zahir ya, bu da neyin nesiydi? Üzerimizden bilincimizi yalayıp geçen bu kasırga da neydi? Bizi bize gösteren bu fitne nereden çıkmıştı? Atıp tutanlarımız nerelere savrulmuşlardı? Ortalık sakinleşmişti. Pek azımızı meydanda bırakan bu dalgaya mı kızmalıydım, yoksa ortadan kaybolanlara mı? Gücük ayın yaptıklarına bakındı hele? Bir küçücük ayın meydan okuduğu dağ gibi adamlara bakın hele… Ettikleri lafların altında kalanlara bakın hele… Anlayamıyordum, geri çekilenleri, kaybolanları anlayamıyordum. Hastaydım, kafam kaynıyordu. Etrafımdaki sesler her geçen an daha da azalıyordu. Neredeydim. Bir yangının orta yerinde dostlarına sesini veremeyen biriydim. Soğuğun ateşine temas eden ellerimi uzatacağım kimseleri arıyordum. Birkaç inanmıştan başka kimseyi göremedim. Gazetelerden, televizyonlardan her bir yana yankılanan naraların arasından ağrıyan başımı kurtarmaya çalışırken geleceğin neler getireceğini düşünmeye çalışıyor, kararan gözlerimi bir noktaya sabitleyip de birkaç günlük önümüzü bile göremiyordum.