Ahmet ÖRS
NE YAPMALI?
Özellikle baş döndürücü Tunus ve Mısır süreçlerinin birçok şeyi tekrardan ve derinlemesine tartışmayı sağlaması gerekiyor. Geçmişe ilişkin birçok şey son dönemde epeyce farklı taraflarından ele alındı ama ben temelde sıkışık bir pozisyonda olduğumuzu düşünüyorum. Tanımlanamamış, yeterince vuzuha kavuşturulamamış alanlar, iddialar öyle orta yerde duruyor. Belki de işin tabiatı bu. Hiçbir zaman tamamen tanımlanamayacaklar, hayatın devingenliği içinde farklı zaman ve zeminlerde ele alınacaklar.
Tunus ve Mısır halk hareketleri, susturulan halkların aniden, beklenmedik bir şekilde ayağa kalkabileceğinin açık kanıtı olmuştur. Devrimin her zaman için mümkün olduğunu gösteren bu gelişmeler alenen siyasal tavırlardaki paradigmaların yeniden kurulması gerektiğini söylüyor.
Peki, bir belirsizlikler çağına mı sürükleniyoruz? Dört başı mamur bir yol haritamız olmayacak mı? Önceden köşeleri belirlenmiş bir şemaya sahip olamayacak mıyız? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Belki bu soruları ya da bu minval üzere dile getirilebilecek pek çok soruyu mündemiç yeni bir paradigmayı belirleyebiliriz. Zamanı ideolojik temelimizle birlikte okumak arzuladığımız paradigmanın oluşumunu sağlayabilir.
İnsanı merkeze alan yeni bir tavır… İnsanı merkeze almadığını söyleyen hareket zaten yoktur, diye bir karşılık verilebilir bu soruya lakin niyetle pratik arasındaki fark her yerde kendini kolayca göstermiştir. İnsanın istemi, iradesi, durduğu taraf bizim yol haritalarımızda kendine tam olarak yer bulamadı. İnsanın merkeze alınması şirk ihtiva eden bir iddia olarak bile görülmüştür. Hâlbuki seçerse insan seçer ve ideolojiler insan üzerinden yeryüzünde karşılık bulur. İnsanın bu çerçevede tartışılamaz bir değeri vardır. Her şey onun üzerinden giderken onu değerden düşürecek bir pozisyonda konumlandırmak zaten yol haritasının baştan bir açmazı olacaktır.
İnsan merkeze alınıp ona güvenildiğinde bir şekilde bu güven karşılık bulacaktır. İnsanın vicdanında, fıtratında onu doğruya yaklaştıracak nitelikler yaratılış gereği vardır. Adalet duygusunu insana kazandırdıkça, vicdanı öne çıkardıkça insan özüyle yüzleşecek ve doğru tarafta duracaktır.
Mısır ve Tunus bizim için bir laboratuar işlevi görebilir. İdeal olan bağlamında değil elbette. Zaten laboratuar ideal olanı ifade etmez. Tartışmaları, deneyi karşılar. Bu tür ideallik dayatmaları evvel emirde menfi tesirden başka bir işe yaramaz. Toplumsal öfke ayağa kalkınca çokbilmişlik üzerinden söylemlerde bulunmak takoz vazifesine denk düşmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak kaygıların olması da kaçınılmazdır. O halde kaygılarla devrim/mücadele sürecini bir arada tutacak esaslı çabalara, yöntemlere ihtiyaç var.
Tedbir ve aşamalı siyaset modellerinin gecikmeci adımları beslediğini iddia edebilir miyiz? Mümkün bir iddia. İletişim çağında, insanların ağırlıkla şehirlerde yaşadığı bir çağda aşamanın mantığını yeniden sorgulamak durumundayız. Hangi alanda, hangi aşamada? Bu sorular çoğu kere muğlâk zeminlerde, muğlâk yanıtlar bekleyen sorulardır. Dışarıda akıp giden hayat, bizim vereceğimiz cevaplar üzerinden şekillenemezse bütün varlığımız bir anda buharlaşarak anlamsızlaşabilir.
Hayat dışarıda, sokaklarda akıp gidiyor. Dışarısıyla irtibat kuramayan düşünce harekete geçemez, devrimci mahiyet kazanamaz. Mısır ve Tunus örneği bu anlamda önemli bir örneklik. İnsanların acılarına değecek, onları anlayacak, onlara en azından bu anlayış üzerinden cevaplar verebilecek bir siyasallaşma sürecine ihtiyaç var: Yüksek siyasal paradigmaların altında ezilmeyen ve insani.
Halkın yükselen öfkesini hedefe yoğunlaştıracak ya da halkın öfkesini yükseltebilmesini sağlayacak diyaloga dayalı eğitim sürecini nitelikli bir çizgiden takviye etmek de bir zorunluluktur. Esaslı bir perspektife, derinliğe ihtiyaç vardır. Bunu kimse inkâr edemez. Hakikatten sapmaya ve saptırmalara karşı bu sağlam zemine duyduğumuz ihtiyaç aşikâr. Ancak bu düşünsel zemin, üzerinde var olduğumuz paradigma halkla birlikte olmada, onunla buluşmada menfi tesirlerde bulunmamalı. Amiyane tabirle kendini kasan bir söylemden, kusursuz tasvirlerden kaçınmak icap eder. Halkın acıları hayatın bizzat kendisiyken bu acıları ağır teoriler altında ezmenin bir manası olamaz. Halkın acılarına onun anladığı bir lügatle cevap vermek devrimci çizginin temel paradigmasıdır.
Sokaktan geçenlerin melekler değil de insanlar olduğu işareti vahyin bütün bu iddialarımızı temellendiren harika tespitlerindendir. Bu yüzden Kur’an, okuma yazma bilmeyen kölelerin de kurtuluş umudu olmuştur. Sırtından kırbaç eksik olmayan kölelerin, çocukları ellerinden zorla alınarak diri diri toprağa gömülen anaların umudu olan peygamberin sade bir çağrısı, açık bir dili vardı, öyle olmak zorundaydı ki Kur’an da bunu zaten çokça teyit eder.
Sokağın sesiyle buluşabilecek mesajın sağlam şahsiyetlerin inşasını hızlandıracağı aşikârdır. Halkla kendini test etmeyen bir sözün siyasal çerçevede geçerli bir gücünden bahsedilebilir mi? Elbette ki hayır! Şirk, insanların canını, inancını, malını, hâsılı her şeyini yağmalayan düzenlerin ortak adıdır. Tevhid ise sahte düzenlerin alt edilerek yağmalananların sahiplerine iadesinin adıdır. Her şey temelde bu kadar açık ve sadedir. Bu sadeliği karmaşıklaştırmanın bir gereği yok.
Sokakların diliyle buluşacak sağlam hatları kurmak gerek. İşsizlerin dilini onların dünyalarıyla irtibat kurarak anlayıp paylaşabiliriz. Onları dışarı atan acımasız kapitalizmi onlarla birlikte mahkûm ederek total bir dönüşümü hedefleyebiliriz. İşsizlerle birlikte bir de işi olup da modern kölelikten öte gitmeyen istihdamın içine hapsolanlar için de aynısı geçerlidir. Mısır ve Tunus örneğinin başörtüsü yasağı üzerinden bu ülkede gerçekleştirilme potansiyeli de her zaman vardır. Yasaklarla var olan kurumların kapılarından yükselecek intifada halkaları kitleleşebilirdi. Kitleleşemeye de bilir elbette lakin sokağı müdahil pozisyona çekmenin temrinleri olarak büyük bir adım olacaktır.
Sokakla irtibatın önemi kavrandıktan sonra bu doğrultuda yapılacaklar açıktır. Kapalı havzaların önü hayata doğru açılmalı. Bunun insanlık tarihi boyunca farklı ülkelerde zengin deneyimsel bir mirası var, bunu gözden ırak tutamayız. Sendikaların hayatın kalbini avuçladığı büyük direnişler, en ilgisiz kişileri bile birer devrimci özneye çevirebilir. Teorik sağlamlığın popüler düzeyde uç vereceği bu alanlar için geç kalmak hatanın büyüğüdür.
Yüzde yetmiş beşlik nüfusun şehirlerde yaşadığı memlekette artık hayatı doğrudan hedef almak çok kolay. Büyük diktalar bu yolla alaşağı edilebilir. Ya sonrası, gibi soruları öteleyecek değiliz ama coşkunluğu baltalayacak bir şekilde sürecin içine de pat diye atmanın âlemi yok.
Herkesin bir arada yaşadığı şehirlerin damarlarına nüfuz etmek çok kolay. İletişim imkânları iş yapmak isteyenlerin işini kolaylaştırmıştır. Küçücük şehirlerdeki topluluklar her tarafı tetikleyebilecek hareketlenmeler üretebilir, üretmelidir. Merkez-taşra ayrımındaki ölçütler bugün büyük oranda ortadan kalkıyor. Çabalar ve projeksiyonlar küçümsenmeden örneklikleri çoğaltılabilirse her şey çok daha farklı olabilir.