Ufuk AKTAŞLI

18 Ekim 2008

DEMOKRASİ MÜSLÜMANIN NESİ OLUR?

İslam dünyasında modern Batılı kavramlar arasında en kolay benimsenen ve içselleştirilen kavram demokrasi olmuştur. İslam dünyasının örneğin laiklikle ciddi problemleri olmuş ve Müslümanlar laikliğe karşı ciddi itirazlar yöneltmiş olmalarına rağmen demokrasi bu itirazların dışında kalmıştır. Özellikle dünya siyaset sahnesinde baskıcı yönetimlerin zayıflamaya ve yıkılmaya başladığı, demokrasinin totaliter sistemler karşısında zafer kazandığı son 20–30 yılda başta Türkiye olmak üzere İslam dünyasında da demokrasi talepleri yükselmeye başladı. Demokrasinin Müslüman zihinlerde bu denli kabul görmeye başlamasının üç önemli nedeni olduğu kanaatindeyim.

 

Bu nedenlerden birincisi İslam dünyasındaki baskıcı yönetimlerdir. İslam dünyasında otoriter ve totaliter sistemlerin varlığı, bu yönetimlerin Müslümanlar üzerinde kurmuş olduğu baskı, her türlü İslami talebi gerektiğinde şiddetle bastırması demokrasiyi bu yönetimlere karşı bir alternatif ve bir itiraz noktası haline getirmektedir. Hatta Müslüman aydınlar İslamcı bir muhalefetin egemen söylemler tarafından gayri meşru hale getirildiği bir dünyada demokratik bir muhalefete sarılmanın söylemlerini meşrulaştırdığını düşünmektedir.

 

İkinci neden Batı düşüncesinin demokrasiyi olabilecek en iyi siyasi sistem olarak lanse etmesidir. Batı düşüncesinin dünya ölçeğindeki büyük başarısının nedeni kendi değerlerinin evrenselliğini ileri sürmesi ve bunu da batı dışı toplumlara kabul ettirmiş olmasında yatmaktadır. O nedenle de bir toplumun en iyi demokrasiyle yönetilebileceği, demokrasinin insanların yöneticilerini kendilerinin seçtiği bir yönetim biçimi olduğu ve bu yönüyle demokrasiden geriye dönüşün mümkün olmadığına dair bir inanç oluşmuştur. Bu inanç o kadar güçlü hale geldi ki ne demokrasinin zaafları, ne onun İslam düşüncesiyle ilişkisi üzerine düşünülüyor ne de demokrasinin bir eleştirisi yapılıyor. Hatta demokrasi düşüncesini eleştirmek insanı özgürlük karşıtı, baskıcı yönetim yanlısı bir kişi pozisyonuna düşürüyor. Demokrasiyle birlikte gelecek bir özgürlük ortamının İslam dünyasının bütün sorunlarını çözebileceği düşünülüyor.

 

Üçüncü neden ise Kuran’da İslami bir yönetim biçiminin nasıl olması gerektiğine dair bir modelin, bir şablonun sunulmamış olmasıdır. Kuran Müslüman bir toplumun nasıl yönetileceğinin ilkelerini belirtmiş ama yöntemin kendisini kesin çizgilerle ortaya koymamış bunu Müslümanlara bırakmıştır. Bu durum modern kavramlara Kuran’da bir yer bulma hastalığına yakalanmış Müslümanlar tarafından çokça kullanılmıştır. Demokrasi düşüncesinin ciddi bir analizi yapılmaksızın Kuran’ın ilkeleriyle, demokratik ilkeler popüler bir düzeyde özdeşleştirilmekte ve böylece demokrasi İslam’a dâhil edilmektedir..

 

Bu kısa yazıda demokrasi düşüncesinin felsefi bir analizini yapmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak demokrasinin neden modern zamanlarda ortaya çıkmış bir düşünce olduğu ve neden modernlik öncesi dünyanın demokrasiye ihtiyaç duymadığı üzerinde durmak gerekir. Bu cümleye “ama Yunanlılar bundan üç bin yıl önce demokrasiyi uyguluyorlardı” şeklinde bir itiraz gelebilir. Ne var ki Yunan demokrasisi bireylerin iradesinin üzerinde bulunan temel yasalara dayanan anayasal bir demokrasi değildi. Küçük bir site devleti olan Atina’da uygulanmıştı ve önemli Yunan filozofları demokrasiyi sert bir dille eleştiriyorlardı. Ayrıca modern dönemlere kadar Yunan demokrasisi düşünce tarihinde pek öyle üzerinde durulmuş bir konu değildi.

 

Demokrasi düşüncesi ulus devletle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de demokrasi ulus devletin siyasal rejimidir. Ulus devlet yapılanması içerisinde demokrasi harici bir rejim totaliter veya otoriter bir yapıya dönüşür. 20. yy.’ın siyasi tarihine baktığımızda Batılı demokratik ülkelerle, Batı dışı toplumlardaki otoriter ve totaliter yönetimlerin dışında farklı bir siyasal yönetimin var olmadığı görülecektir. Bunun sebebini de ulus devletin doğasında aramak gerekir. Ulus devlet kendinden önceki devlet yapılarından farklı olarak kendi yönetimi altındaki insanlar üzerinde yalnızca siyasal bir egemenlik değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir egemenlik de kuran ve yine egemen olduğu toprak üzerindeki her türlü ilişki biçimini kendisinin belirlediği devasa bir yapıdır. Max Weber’in deyimiyle ulus devlet, toplumdaki meşru şiddeti tekelinde bulundurur. Denilebilir ki tarihte hiçbir devlet ulus devletin sahip olduğu bürokratik güce sahip olmamıştır. Ulus devlet bürokratik yapısı içerisinde ürettiği siyasal, toplumsal ve kültürel kodları yine bu bürokratik gücü aracılığıyla topluma yayan ve bu yolla istediği insan profilini oluşturan bir yapıdır. Eğer ulus devlet olmasaydı modernleşme süreçlerinin dünya ölçeğinde böylesi bir başarıya ulaşma şansı pek olmazdı.

 

Demokrasi ulus devletin bu tek tipleştirici öznelliği yok edici karakterine karşı bireyin özgürlüğünü garanti altına almak, onu kendi hayatının faili haline getirmek gibi işlev üstlenir. Toplumsal yapı içerisinde kaybolup gitmeyen, kendini özgürce ifade edebilen özne-bireyi var etmeye çalışır. Modern siyasal teorilere şöyle bir baktığımızda onun toplumsal yapı içinde tam egemenlik kurmaya çalışan bir devlet anlayışıyla, bireyin özgürlüğü sorununun oluşturduğu gerilim üzerine kurulu olduğu görülür. Modernlik bir yandan kendini tüm toplumsal süreçlere yaymak için ulus devlete ihtiyaç duyarken öte yandan da sekülarizmin ve kapitalizmin devamı için bireye muhtaçtır. Dolayısıyla demokrasiyi çıkardığımızda ulus devlet baskıcı bir yönetime dönüşmekte, ulus devleti çıkardığımızda demokrasi işlevsiz kalmaktadır.

 

Demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak onaylayan ve benimseyen Müslümanlar aslında ulus devleti onaylamakta ve benimsemektedir. Ulus devletle demokrasi arasındaki bu keskin bağı fark edememektedirler. Zaten milliyetçi muhafazakâr bir çizgiye kayanların ulus devlete de bir cevap üretme imkânları kalmamaktadır. Müslümanlar öncelikle milliyetçilikle hesaplaşmak zorundadır. Aksi takdirde ulus devlet yoluyla pek çok Batılı kavram, kurum ve sistem Müslüman zihinleri işgal etmeye devam edecektir.