Ufuk AKTAŞLI

16 Temmuz 2008

KÜRESELLEŞME HAYATI TEHDİT EDİYOR

Modern insanın doymak bilmez iştahı ve güç arzusu dünyayı tehdit ediyor. İnsanoğlu daha mutlu, daha zengin olmak uğruna dünya üzerindeki varlığını neredeyse bir yok oluşa doğru sürüklüyor. Dünya sanki insanın her türlü tutkusunu hiçbir kısıtlama olmaksızın karşılayabileceği bir imkânlar deposuymuş gibi insan tarafından tüketiliyor. Hayatımızın her alanını kaplamış olan tüketim kültürü en trajik tehlikesini doğa üzerinde gösteriyor. Doğadaki canlı hayatı her geçen gün azalıyor. Örneğin Türkiye’de sıkça dile getirilen bir ifade var. Kapitalizmin gereklerinin yeterince yerine getirememekten duyulan rahatsızlıkla söylenen ilginç bir şikâyet. “Biz bir tüketim toplumu olduk. Üretmeden tüketiyoruz. Bu nedenle de ekonomik krizlerden kurtulamıyoruz. Üretim-tüketim dengesinin sağlamamız lazım.” Tüketimi kutsallaştıran, bu kutsallığın diğer boyutu üretimi tam anlamıyla yerine getirememekten duyulan bir rahatsızlığın dışa vurumu. Sanki üretim-tüketim dengesini yakaladığımızda yani tepeden tırnağa kapitalist olduğumuzda bütün sorunlar ortadan kalkacakmış gibi cahilce bir şikâyet. Oysa asıl sorun hem doğayı hem de insanı bir üretim tüketim sarmalının içinde yok eden bir küresel sistem sorunudur.

 

Doğaya hükmedebilmek adına işe onu kontrol altına alma çabasıyla başlayan modern insan bugün gelinen noktada bu doğa-insan çatışmasının bedelini ödüyor. İlk olarak 80’li yıllarda ozon tabakasının delindiğinin fark edilmesiyle başladı bu çatışmanın sonucu. Gökyüzüne salınan zehirli gazlar dünyayı zararlı güneş ışınlarından koruyan tabakayı deliyordu. Aynı yıllarda AIDS hastalığı patlak verdi. Kapitalizmin ideal bir yaşam biçimi olarak sunduğu modern yaşamın bir sonucuydu bu hastalık. Sadece metaları değil, insan bedenini de bir tüketim nesnesi haline getiren, fıtrata aykırı bir anlayışın; cinsel devrim, kadın erkek eşitliği, bedenin özgürlüğü safsatalarının yol açtığı ve belki de tarihin gördüğü en tehlikeli ve en korkunç hastalık.

 

21. yy.’da kapitalizmin yeni biçimine verilen bir isim olan ve böylece gündelik dilimizde neredeyse her gün kullandığımız bir kelime haline gelen küreselleşme, küresel kapitalizm gibi kavramlar yine kapitalizmin yol açtığı büyük bir felaketin de adı haline geldi: Tüm dünyayı küresel bir felakete sürükleyen küresel ısınma. Ne garip bir durumdur ki gerek bilim ve teknikteki gelişmelerin, gerek sermayenin, gerekse de yeni ortaya çıkan düşüncelerin ve toplumsal hareketlerin bölgesel değil küresel etkiler doğurduğu bir dünyada ortaya çıkan doğal felaketler de bölgesel değil küresel etkiler doğuruyor. İşin ilginç yanı ise insanoğlunun kendisini tehdit eden bu felaketi görüyor olmasına rağmen sanki böyle bir tehdit yokmuş gibi davranmaya devam etmesi. Dünyayı göz göre göre büyük bir felakete sürüklemesi.

 

Küresel ısınmaya karşı üretilen ve hatta uygulamaya da geçirilen birtakım palyatif çözümler yok değil. Örneğin ülkelerin imzaladığı ve küresel ısınmaya yol açan gazların üretiminin azaltan Kyoto protokolü. Ya da hammadde veya yakıt olarak fosil yakıtlar, kimyasal maddeler yerine organik yakıt ya da organik hammadde kullanımı. Ancak bunlar söylediğimiz gibi palyatif çözümler. Hiçbirisi tüketim kültürünü ortadan kaldırmayı, kapitalist bir sistemi değiştirmeyi, insanın doğa üzerinde egemenlik kurmasına dayalı bir paradigmayı reddeden çözümler değil. Mevcut sistem içindeki koşulları iyileştirerek sistemin yol açtığı problemleri gidermeyi amaçlayan çözümler. Olaya biraz dikkatli baktığımızda bu çözümlerin tanıdık ve bir o kadar da işe yaramaz olduklarını ve aslında insanoğlunun küresel felakete karşı hiçbir şey yapmadığını görebiliriz.

 

Modern siyasal sistem yol açtığı sorunlara ya da barındırdığı açıklarına karşı güçlü ve köklü muhalefetlerin oluşmaması ve bu muhalefetler yoluyla ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kalmamak için kendi kontrolünde muhalefet veya mücadele kurumları ihdas eder. Örneğin savaşlara karşı barışı sağlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletlere rağmen Amerika ve İsrail savaştan geri durmuyor. Dünya üzerinde hastalıklarla, açlıkla mücadele için kurulmuş Dünya Sağlık Örgütü, Unicef, Unesco gibi kuruluşlar var. Ama yine de 3. Dünya ülkelerinde her yıl binlerce çocuk sağlık hizmeti alamadığı, ilaç ya da aşı bulamadığı için ölüyor. Yine dünyada yüz binlerce insan açlık çekiyor ve binlercesi açlıktan ölüyor. Bu kuruluşların yaptığı tek şeyse yoksulluğa, açlığa ve hastalıklara karşı mücadele ediliyormuş izlenimi oluşturmak ve böylece sistemin işleyişinin devamını sağlamak. Yine sisteme muhalefet etmeyen yardım örgütleri, çevreci örgütler gibi sivil toplum kuruluşlarına da devletler müsamaha gösterirler. Ama bunların masum bir yardım, naif bir çevreci protesto olmaktan öteye gitmesine izin vermezler. Olayın bir muhalefet geliştirmeye, bir cevap üretmeye dönüşmesine tahammül edemezler. Büyük petrol ya da gıda tröstlerinin petrol ve gıda fiyatlarını aşırı yükselterek yaptıkları büyük vurgunları görmezden gelip durumu sözde ekonomi biliminin parametreleriyle açıklayanların ekonomist, bu vurgunları gözler önüne serenlerin komplo teorisyeni olarak gösterilmesi gibi.

 

Görüldüğü gibi küresel ısınmaya karşı mücadele etmenin yolu küreselleşmeye karşı mücadele etmekten geçmektedir. Son iki yüz yıldır doğayı sömürerek dünyayı büyük felaketlerin eşiğine getiren bir zihniyete cevap üreterek, başka bir dünyanın da mümkün olduğunu bu dünyanın da seküler bir temelde değil ancak vahiy temelinde kurulabileceğini Allah’ın rızasına uygun bir hayatın insanlığı doğanın da fıtratın da ifsadından kurtaracağını göstermek gerekmektedir.