Ufuk AKTAŞLI

10 Haziran 2008

RESMİ İDEOLOJİNİN KRİZİ

Resmi ideolojinin 31 Mart Vakası ve peşinden İttihat Terakki’nin iktidarı ele geçirmesiyle başladığını ve cumhuriyetin kurulmasında sonra Kemalizm adı altında bir ulus devlet ideolojisine dönüştüğünü kabul edersek bugün resmi ideolojinin yüz yıllık tarihinin en büyük krizini yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Aslında 12 Eylül darbesinin ardından Turgut Özal iktidarıyla birlikte başlayan, doksanlı yılarda derinleşmeye başlayan bu kriz 28 Şubat darbesiyle bir süreliğine ertelenmişti. 28 Şubat’ı gerekirse bin sene sürdüreceklerini söyleyenler aslında bu krizi mümkün olduğunca erteleyebilmenin de hesabını yapıyorlardı. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle resmi ideolojinin krizi yeniden gün yüzüne çıktı. 27 Nisan muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı bu krizi ertelemeye dönük çabalardı; ama bırakın ertelemeyi krizi daha da derinleştirdi. Kanaatimizce Anayasa Mahkemesi’nin türbanı üniversitelerde serbest bırakan yasayı iptal etmesi ya da AKP’yi kapatacak olması da krizin üstünü örtmeyip onu daha da derinleştirecek.

 

Peki, o zaman nedir bu kriz? Resmi ideolojinin bu krizi, içinde barındırdığı bir paradoksta yatmaktadır. Türkiye’de resmi ideoloji her ne kadar kendini bir batılılaşma zeminine oturtmuş, batılı değerleri çağdaş ve evrensel değerler olarak kabul edip “muasır medeniyet seviyesine yükselmeyi” öncelikli hedefi yapmışsa da bir yandan da batılı değerleri kendisi bir tehlike, varlığı açısından bir tehdit olarak göre gelmiştir. Yani hem var oluşunuzu batılılaşmaya borçlu olmak hem de onu kendi varlığınız için bir tehlike olarak görmek. Yoksa “Türk milletinin karakterine en uygun rejim cumhuriyettir” deyip sonra da ülkeyi 25 yıl tek parti zihniyetiyle yönetmek neyle izah edilebilir.

 

Meselenin özü şudur: Resmi ideolojinin batılılaşma algısı 1920’lerin batı dünyası üzerine kurulmuştur. Kemalizm için Batı demek 1920’lerin Avrupa’sı demektir. Resmi ideoloji kendini batı düşüncesinin kendi içindeki değişim ve dönüşümlerine uyarlayabilecek ve varlığını bu şeklide devam ettirecek bir esneklikte kuramamıştır. Zaten bu ideolojinin kurucuları ne böyle bir geleceği öngörebilmişlerdir, ne de düşüncelerinin katı ve durağan yapısını… Türkiye’nin dış politikasının dalgalı bir denizdeki kaptansız gemi misali akıntı nereye sürüklerse o tarafa gitmesinin nedeni de budur. Durağan bir resmi anlayışla değişen konjonktür arasında net bir karar verememenin ortaya çıkardığı çelişkili durum.

 

Tek parti döneminde işleri sorunsuz olarak götüren resmi ideoloji ilk krizini II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadı. Çünkü savaş sonrası güç dengeleri değişti. Avrupa’daki politik ve ekonomik güç Atlantik’in karşısına ABD’ye geçti. Sovyetler Birliği de diğer büyük güç haline gelince soğuk savaş başladı. Dış dünya Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye zorluyordu. Her ne kadar çok partili hayata geçildiyse de hükümetlerin üzerinde onların resmi ideolojiden kopmamasını sağlayacak bir bürokratik vesayet var oldu. Ancak o dönemde resmi ideolojinin krizini de Demokrat Parti çözdü. Değişen güç dengeleri içinde Türkiye’yi ABD bloğuna soktu.  NATO’ya girerek, Kore savaşına asker göndererek bu bloğun sadık bir üyesi olduğunu gösterdi. Soğuk Savaş döneminde ülkede güçlenen sol harekete karşı ülkücü bir hareket örgütleyen devlet bu iki grubu birbirine kırdırarak resmi ideolojinin varlığını sürdürmesini sağladı.

 

Soğuk savaşın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması resmi ideolojinin bugün de halen devam eden krizini başlattı. İki kutuplu dünyada sırtını ABD bloğuna dayayarak varlığını sürdüren statükocu anlayış 90’lı yıllarla birlikte başlayan yenidünya düzenine elbette ki ayak uyduramadı. Dünyanın ve ekonominin küreselleşmesi, yeni bilim anlayışı ve yeni teknolojiler, neo liberal değerler, post modern felsefe ve bütün bunların Türkiye üzerindeki etkileri statükoyu iyiden iyiye köşeye sıkıştırdı. Artık insanlar dünyayı kurtarmayı değil, kendilerini kurtarmayı düşünüyorlar. Mutluluk ve zenginlik istiyorlar. Halkların özgürlüklerini değil bireysel özgürlüklerini önemsiyorlar. İnsanların artık ideolojilere inanmadığı bir dünyada resmi ideoloji de inanılırlığını kaybediyor. Bu nedenle de statükonun krizi gittikçe derinleşiyor.

 

Statükonun AKP ile olan meselesi de burada başlıyor. Aslında AKP’nin politikaları 21.yy.’ın “muasır medeniyetini” temsil ediyor. Çünkü AKP 21.yy.’ın değerlerini ülkeye yerleştirmenin gayreti içerisinde. Türkiye’yi küresel sisteme eklemleme politikaları, AB’ye girme gayreti, bürokrasiyi neo liberal değerlere göre yeniden düzenleme çabaları, bireysel özgürlükleri öne çıkaran sivil anayasa çalışmaları, ılımlı İslam ve BOP’a verdiği destek… Yani Kemalizm değişen şartlara uyum sağlayabilen esnek bir ideoloji olmuş olsaydı bugün onun muasır medeniyetiyle AKP’ninki arasında fark olmayacaktı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında resmi ideolojinin pozitivizmin de etkisiyle dine biçtiği konumla, bugün neo liberalizmin etkisiyle AKP’nin dine biçtiği konum birbiriyle çatışıyor. Batılılaşmayı tek hedef yapan resmi ideoloji bugün batılı değerler tarafından çözülüyor.