Nurefşan ERDEN

07 Kasım 2009

DOĞRU SÖZ VE GÜVEN DUYGUSU

Kur’an’la inşa iddiasını taşıyan bir insanda netlik ve nitelik ayrıca inandırıcılık olmalıdır. Bunun için de verdiğimiz sözlerden öteki dünyada hesaba çekileceğimiz bilinci ile hareket etmemiz gerekmektedir. Yani verdiğimiz sözleri sonu ne olursa olsun tutmaya çalışmalıyız.

 

“Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.”(İsra-34)

 

Toplum olarak büyük ölçüde kaybettiğimiz değerlerden biridir “güvenilir olma” vasfı. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefadır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah böyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.

 

“Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir taahhüt haline getirdikten sonra bozanlara, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri kesenlere ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara gelince onlara lânet vardır ve dünyayı izleyecek olan kötü akıbet kendilerini beklemektedir.”(Rad–25)

 

Bir insanın kendine duyulan güveni kötüye kullanması veya kullandırmasında esaslı bir ihanettir. Böyle birisi hem kendisinin güvenilir bulunmasını sağlamış olan niteliklere hem kendisine güvenenlere hem de güven duygusuna hainlik etmiş olur. Allah Resulü(s.a.v)iman etmediği halde inanmış görünenlerin(münafıkların)üç belirtisini şöyle anlatır: Haber ve bilgi verdiğinde yalan söyler. Söz verdiğinde yerine getirmez. Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”Bu sözler aslında müminler için de can yakıcı bir uyarıdır. Nitekim münafık olmadıkları halde bu belirtilen hepsini gösteren insanlara rastlanabilmektedir. İslam bilginleri bu durumu ‘ahlak bakımından münafıklık’ olarak açıklamayı tercih etmişlerdir.

 

“Hiç kuşkusuz Allah müminleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.”(Hac–38)

 

İslami bir ahlaka ancak Allah'ın emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçınmak suretiyle sahip olunabilinir. Bu açıdan insanlar sosyal hayatın her anında “sözünün eri” olabilmeyi başarabilmeli, inkârcı, kaypak ve sorumsuz olmamalıdır. Verilen sözün ne pahasına olursa olsun tutulması gerekliliğinin kavranması; kişinin şahsiyet sahibi olmasını, peygamberini örnek almanın hazzını yaşamasını ve Rabbinin kızgınlığına muhatap olmamasını sağlar.

 

“Yüzlerinizi Doğu ya da Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır.”(Bakara–177)

 

“İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”(Kıyamet–36)

 

“Verdikleri sözlerden caydıkları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin anlamlarını değiştirirler, kendilerine verilen öğütlerin başlıcalarını unuturlar. Pek azı dışında, onlardan sürekli ihanet görürsün. Yine de onları bağışla, yaptıklarına aldırış etme. Hiç şüphesiz Allah iyi davrananları sever.”((Maide–13)

 

“Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).” (Saff 2–3)

 

Bir Müslüman’ın sözü gerçekten Allah'a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah'ın kendisini hesaba çekeceğini düşünmeli ve bu hatasından geri dönmelidir. Çünkü ahdine sadık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurunda olmalıdır.

 

“Yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı kullanmayınız. Yoksa yere sağlam basan ayaklarınız kayıyor ve başkalarının Allah yoluna girmelerine engel olmanızın sonucu olarak ızdırap çekersiniz, ayrıca ahirette de büyük bir azaba çarpılırsınız. Allah’a vermiş olduğunuz sözü birkaç paraya satmayınız. Çünkü gerçeğin bilincindeyseniz, Allah'ın katındaki ödül sizin için daha hayırlıdır.”(Nahl–94–95)

 

Kuran-ı Kerim, ahde vefayı emreder. Ahdi bozmayı, vefasızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahitlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder. Allah’a söz verdiğinizde verdiğiniz sözü tutunuz. Pekiştirdiğiniz yeminlerinizi bozmayınız. Çünkü söylediklerinize Allah şahit tutmuş oluyorsunuz. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir.

 

“Taraflardan biri diğerinden daha kalabalık, daha güçlüdür diye yeminlerinizi birbirinize karşı hile aracı olarak kullanmayınız, böylece eğirdiği yünü sağlam iplik haline getirdikten sonra tekrar tel tel çözen kadın gibi olmayınız. Çünkü Allah sizi bu yolla sınavdan geçirir. Kıyamet günü aranızdaki anlaşmazlık konularını size açıklayacaktır.”(Nahl:91–92)

 

“Hiçbir iş hakkında "Bunu yarın yapacağım " deme. Bunun yerine, "Allah dilerse (inşaallah) yarın bu işi yapacağım" de. Böyle demeyi unuttuğunda ise Rabb'ini an ve "Umarım ki, beni şimdikinden daha çok doğruya yaklaştırır" de.”(Kehf-23-24)

 

Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahitleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır.

Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez. Allah’u Telâ’ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak Müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir. İslâm'a göre Müslüman’ın bu sorumluluk duygusu; Allah’u Teâlâ'dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek, yasakladığı her şeyden kaçınmak İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir.

 

Sözüne sadık olmak, ahdine vefa göstermek, verdiği sözde durmak, dün dediğini bugün inkâr etmemek, birtakım maslahatlar gözeterek sözlerini tevil etmemek, az bir paha (metâun qalîl) karşılığında ‘değiştim’ diyerek, doğru bildiklerini terk etmemek müminlerin en önemli ahlaki ilkeleri olmalıdır. Küfür, nifak, fısk, dalalet, haram ve günah üzerinde vefa olmaz. Bunlardan kaçınmak ancak vefadır. Ölçüde, tartıda dürüst olmak, sözüne yüzde yüz güvenilir olmak, yetimin, fakirin, çalıştırdığı insanların vb.. hakkını yememek, bütün insanların Müslümanlardan bekledikleri ahlaki davranışlardır. Her zaman olduğu gibi bugün de bunlara insanlığın ihtiyacı vardır. Gerçek vefayı müminler göstermelidirler. Diğer insanlar müminlerden vefayı öğrenmelidirler.

 

Toplum’da güvenilir bir kişi olmanın temelinde üç unsur vardır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi doğruluktur. Doğruluk, insan olmanın gerektirdiği bir yaşantı halidir. İnsan herhangi bir faydası olur diye değil, sırf insan olmanın gereği olduğu için doğru olmalıdır. Toplum’da güvenilir kişi olmanın başta gelen şartı doğru ve dürüst insan olmaktır. Bütün hayatı boyunca içi ile dışı, özü ile sözü bir olan, meşhur ifadeyle, ya olduğu gibi görünen, ya da göründüğü gibi olan, Peygamberimizden başka bir insan göstermek mümkün değildir."Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.(Hud–112)"Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir" (Ahkaf–13)gibi âyet-i kerimeler, Peygamberimizin hayatının her ânında yaşantı haline dönüşmüş olan ilâhi buyruklardır. Kendisine nasihat etmesini isteyen şahsa Hz Peygamber’in verdiği cevabın "Allah’a inanandım de" sonra dosdoğru ol” şeklinde olması da doğruluğa verdiği önemi göstermeğe kâfidir. İslamî manadaki iman kişiye özgüven verdiği gibi, bu güven duygusunun günlük hayata yansıtılmasıyla da topluma güven ve emniyet bahseder. Güven ortamının oluşabilmesi için güvenilecek kişi veya kurumların dürüstlüklerine inanmak ön şarttır. Böyle bir ‘inanç’ olmazsa ‘güven’den söz edilemez. Buradan hareketle ‘inanma’ ile ‘güvenme’ arasında sıkı bir ilişki vardır. Birbirlerinin ‘güvenilir’ olduğuna inanan insanların oluşturduğu bir toplum meydana getirebilmek için yapılacak şey öncelikle mukaddes olan şeylere inanan ve bundan dolayı ‘güvenilirlikleri’ artan bireyler olabilmektir. Toplumun huzurunu sağlayan ve toplumu oluşturan bütün kurumları ayakta tutan, temel unsur ‘güven ortamı’dır. Toplumun temel taşı sayılan aileyi oluşturacak nikâh akdinin gerçekleşebilmesi için de tarafların birbirlerine güvenmeleri gerekir. Bu güvenin ardından oluşan ailenin devamı İçin de yine eşlerin birbirine karşılıklı güvenleri, olmazsa olmaz temel şarttır. Finans sektörü örnekleme için alındığında; bankaları, özel finans kurumlarını, borsayı, vs. ayakta tutan yegâne unsur, onların sahiplerine ve yöneticilerine duyulan güvendir. Demokratik ülkelerde yapılan seçimlerde de güven hissinin test edildiği açıktır. İnsanların tekil olarak birbirlerine güvenmeleri önemli olduğu kadar, toplumu oluşturan herkesin derecesine bakılmaksızın birbirlerine güvenmeleri de güven ortamının oluşması için gereklidir. Toplum’da güvenilir bir kişi olmanın temelinde üç unsur vardır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi doğruluktur. Doğruluk, insan olmanın gerektirdiği bir yaşantı halidir. İnsan herhangi bir faydası olur diye değil, sırf insan olmanın gereği olduğu için doğru olmalıdır. Toplum’da güvenilir kişi olmanın da basta gelen şartı doğru ve dürüst insan olmaktır. Toplumda güvenilir kişi olmanın önemli sebeplerinden ikincisi; Kişinin söyledikleriyle yaşantısı arasında uyum bulunmasıdır. Günümüzde ve geçmişte nice kanun koyucusu ve uygulayıcısı vardır ki, kendilerini çoğu zaman hukukun üstünde tutmuşlar ve koydukları kanunlara, savundukları fazilet prensiplerine uymayı başkalarından beklemişlerdir. Bunun tek istisnası peygamberlerdir. Bütün hayatı boyunca içi ile dışı, özü ile sözü bir olan, meşhur ifadeyle, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi olmaya çalışmak gerekmektedir. Çünkü O’nun şahsında, “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol” hükmü bütün Müslümanlar için geçerlidir.”Dosdoğru ol” buyruğu için Allah Resulü ‘beni ihtiyarlattı’ der. Daima kendisine soracaktır insan:Şu kararım,şu tercihim,şu sözüm şu davranışım Allah(c.c)itaat halinde mi?Şu öfkem Allah için mi?Yoksa çıkarlarım için mi?Kalp dosdoğru ol emrini idrak ettiğinde ne yapması gerektiğini görür.Şimdi artık,ben cömert değilim,şu adamı başka kapıya gönderin deme imkanı yoktur.”Bana cömert olmam emredildi,emre itaat ediyorum denecektir.Ama ben dedikodu yapmadan duramam denemez artık.”Bana kimseyi çekiştirmemem emredildi.Emre itaat ediyorum denecektir.”Çöpü de yere atmış bulundum” geri dönemem bunun için denemez.Emre itaat ediyorum ve o çöpü yoldan kaldırıyorum,denecektir.:”Şu adam hakkında bir yalan uyduralım denemez,”Bize müfteri olmak yasak emre itaat ediyoruz“denecektir. İslam ahlakı vahye dayanır. Dolayısıyla bir seçenek değil, bir mecburiyettir. İslam’da zaaf içindeki ruhlara gerekçe üreten bir atölye bulunmaz. Rabbim bizleri gaflette bırakmasın!

 

Alıntılar:

İslam Fıkıh Ansiklopedisi, Yaşama Sanatı

 

Toplumda Güven Duygusunun Önemi ve Muhammed’ül Emin Olarak Peygamberimiz

 

Seyyid Kutup, Ramazan Kayan, Dr. Hüseyin Emin SERT