Nurefşan ERDEN

28 Eylül 2009

SORUMLULUK BİLİNCİ İLE YAŞAMAK

Dış dünyada Allah’ın varlığını kabul edişimiz yeterli değildir. Acaba bizim evrenimizde de Allah var mı? Tekrar kendimize soralım; hangi evrende yaşıyoruz? Allah’ın bizi görmekte olduğu ve Allah’ın görkemli ve eşsiz huzurunu algıladığımız bir evrende mi? Yoksa sadece bilimsel ve felsefi açıdan Tanrının varlığını kabul edipte bu kabulden hiç etkilenmediğimiz bir evren demi? Böyle ise, Tanrının hayatımızda bir etkisi ve görevi bulunmadığı kanaatinde isek, yaşayışımız bunu gösteriyor ise nasıl olurda “tevhidi “dünya görüşüne sahip olduğumuzu söyleyebiliriz?”(Abdulkerim Suruş)

 

Tarihsel sürece baktığımızda Kur’an terk edilmiş bir kitap olarak bırakılmış. Öyle ki Kuran’dan cahiliye ye doğru tersine bir hicret yaşanmış. Bu tersine etki kitlelerin Kur’an’dan uzaklaşması sebebiyet vermiş. Allah Kur’an’da herkese okumayı, anlamayı, akletmeyi, tefekkürü tavsiye ediyor. Ama bu iş günümüz toplumundaki az sayıda insanın sorumluluğuna terk edilmiş. Bu durum toplumumuzda kör bir taklitçi anlayışın yaygınlaşmasına ve kök salmasına yaramış. Ve sonuç ortada… Çürümüş, kokuşmuş bir sistem içerisinde yaşamak zorunda kalıyoruz. Bu cahili yapı toplumu çözüyor, kokuşturuyor. Halbu ki toplum bir yönüyle insanların ortak hayatıdır. Asıl olan bireysel sorumluluktur ve o ortak hayatın ret edilemez belirleyenidir. Peki, Müslüman bir birey olarak toplumumuzda nasıl var olacağız? Üstelik herkes kendi haline uygun bir yol tutturmuş gidiyorken. Ama şunu unutmamalıyız ki Allah (c.c.) kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.

 

"De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbimiz, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir" (17/84)

 

Kendisine bir ev yapmak isteyen kişi, önce yapmak istediği evin plânını çizer ve daha sonra bu plâna göre evini yapar. Bir vatan, bir toplum ve bir gelecek isteyenler acaba, neden böyle bir plâna ihtiyaç duymazlar? Eğer biz, geleceğe bağlı olarak yapacağımız bütün işleri böylece plânlamaz isek, hiç şüphesiz doğru ve düzgün bir sonucu elde edemeyiz. Geçmişimizi düşünüp, gelecekte yapacağımız işlerin bir plânını çizersek, bütün işlerimizde mutlaka başarıya ulaşırız. Bu bir gerçektir.

 

Bir başka gerçek ise; Toplumumuzun reflekslerine anlam veremeyenlerimizin göz önünde bulundurmaları gereken hususların da var olduğudur. Sorulara cevap arayanlarımızın,  bu ülkenin belli bir geçmişi, tarihi, inancı, felsefesi, hayat görüşü, düşünce yapısı, iklimi ve şahsiyeti olduğunu da bilmeleri gerekir. Şunu kendimize soralım. Neye inandığımız konusunda islami bir bilince sahip miyiz? Bu bilinci taşıyorsak zaten Kur’an’da doğru da eğri de bellidir. Öyle ise artık imanımızda ve ahlakımızda sebat edeceğiz; inkârcılığa güç verecek sapmalardan, kendi inancımızı yalanlayacak zekâ oyunlarından kaçınacağız.

 

Taif’te taşlanan o yapayalnız Peygamber’i(S), fetih bayrağıyla Mekke önüne getiren sımsıkı yapıştığı vahyin emrettiği ahlak değil midir? Emr olunduğumuz gibi dosdoğru olmak, sadece Allah elçisi Muhammed'e (S) mi ait bir emirdir? Böyle olmadığına göre hayatına İslam dışı unsurları sokanlar, ya İslam’ı iyi bilmiyorlar, ya da gereği gibi teslimiyet göstermiyorlar demektir. Bizlerin kulluk bilinciyle hareket etmek zorunluluğumuz vardır. Zaten bizleri inancımızla çelişkili yaşatan da bu konudaki bilinçsizliğimiz değil midir?  

 

Onlar ki, sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahipleridir.( Zümer-18)

 

Sözü dinlemiyoruz, güzel olanına aday olmuyoruz, akıl sahiplerinin safında yer almıyoruz ama toplumumuzu değiştirmekten bahsediyoruz. İşte bunun içindir ki; Bir inanç en büyük zararı bağlılarının bilinçsizliğinden, liyakatsizliğinden, ehliyetsizliğinden ve tabiî ki samimiyetsizliğinden görür. Üstelik ”İnandığınız Allah’a karşı gelmekten sakının”(Mümtehine–11) ilahi buyruğuna rağmen. Kuran ahlakında sadakatin gücü her gücün üzerindedir.

 

Kişinin sevdiği, vazgeçemediği bir şeyini Allah için infak etmesi onun İslam itikadına bağlılığını gösterir. Bu bağlamda iman, akide ve itikadın kök anlamından da anlaşılacağı gibi, Allah ile kulu birbirine bağlayan, yaklaştıran ameller işlemeye söz vermektir. Tıpkı bu ilahi buyrukta belirtildiği gibi;

 

"De ki; benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir." ( En'am /162)

 

Allah'a, ahiret gününe iman ettiğini söyleyen kişi aynı zamanda Allah için harcamada bulunacağına, cihada katılacağına, yiyeceğinde, içeceğinde, amellerinde kısaca hayat tarzında Allah'ın sınırlarına dikkat edeceğine söz vermiştir. Bundandır ki koca bir Yesrib’e bir Musap yeterli olmuştur. Bir yemene bir Muaz yetmiştir. Habeşistan’a Cafer yeterli olmuştur.

 

O halde sözlerimize sadakatimiz oranında toplumumuzu dönüştürme hakkına sahip olacağız. Öyle ki bu yönde sorumluluk almaya gayret göstermeliyiz. Allah hepimizi sorumluğunun bilinci ile yaşayanlardan kılsın.

 

Selam ve dua ile…