Fatih PALA

18 Mart 2013

KÂBE ÇOK GÜZELDİ, HER ŞEY ÇOK GÜZELDİ - 2

Umre izlenimlerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz kıymetli okuyucular:

Buna karşılık siz, yola çıkmadan önce akledip çantanıza koyduğunuz kendi dilinizde yazılmış bir Kur’an-ı Kerim Meali’ni çıkarıp anlam deryasına yoğunlaşıyorsunuz. Ben bu ayetleri daha önce hiç böyle anlamamıştım, diyorsunuz. Hucurat Suresini okurken sanki başınızı çevirseniz Rasulullah’ı rahatsız eden insanları gördüğünü sanacaksınız. Tebbet Suresini okuduğunuzda Ebu Leheb’e ve karısına siz de lanet okuyorsunuz. Ve tabi bu zamanın ve tüm zamanların tağutlarına ve zalimlerine de buğzunuzu yerine getirmeyi unutmuyorsunuz. Rabbinizden onların ellerinin, düzenlerinin, sistemlerinin, planlarının kurutmasını, yerle bir olmalarını diliyorsunuz göğüs kafesinize sığmayan heyecan menbaı kalbinizden. Kureyş Suresini okurken Mekke’yi kendilerine emin ve kârlı belde kıldığı için, Mekkelilerin Yaratıcılarına ne kadar şükretseler, yine de az geleceğini bir kere daha kavrıyorsunuz. Her okuduğunuz ayette ve her düşündüğünüz kıssada, vahiyle henüz irtibat kuruyormuşsunuz gibi bir halet-i ruhiyeye bürünüyorsunuz. Muazzam Kâbe’nin sizde bırakacağı en büyük iz, vahiyle dolup taşmanızdır. Onunla sadrınıza şifa sunacaksınız. Tüm nesillere onun davetini ulaştıracaksınız. Çünkü tarih onunla başladı ve onunla yürüdü. Tarihin başlangıç noktasından tüm kıtalara yayılacak bir çerağ var sizde artık.

Orada kendinizi adete tahammül, musamaha ve sabır timsali olarak buluyorsunuz. Tavaf halindesiniz. Sağınızdan, solunuzdan, arkanızdan sıkıştırıldıkça sıkıştırılıyorsunuz, özellikle arkadan gelen sel, yani millet-i İbrahim, size özgür hareket alanı bırakmıyor. Terden sırıl sıklamsınız; aynı zamanda sizinle yapış yapış yürüyen insanların ter hali belki dayanılmaz bir hal alıyor. Ama siz, bunların hiçbiriyle meşgul olmuyorsunuz, olamıyorsunuz. Çünkü aklınız, fikriniz ve zikriniz hep dört bir yanını adımlarınızla gürleştirdiğiniz Kâbe’de, Allah’ın evinde. Onu gören, onunla konuşan başka şeyleri ne etsin, ne görsün! Sonra namaz vakti, saflarda yer arıyorsunuz; sizden önce saflarda yerlerini almış kardeşlerinizden yer istirham ediyorsunuz, ama kıllarını bile kıpırdatmayanlar oluyor bazan. Kızmıyorsunuz, sakinsiniz; “eyvallah” deyip başka saflara yöneliyorsunuz. Siz asla saf bozan olmak istemiyorsunuz ve kardeşinizi anlayışla karşılayıp üstelemeden ve yüzünüzden tebessümü eksik etmeden kendinize yer arıyorsunuz. Ne güzel değil mi?

O kadar insan seline, milyonlarla tanımlanacak kalabalığa rağmen, hiçbir kargaşanın, kavganın ve karışıklığın olmaması karşısında, hayretlerinizi gizleyemiyorsunuz. Ve anlıyorsunuz ki, göğünüzde Rabbinizin rahmet bulutları geziniyor. O çöl sıcağına rağmen, siz kardeşlikle serinliyorsunuz. Hatta tavaf halindeyken Beytullah’ın gölgesi üzerinize düştüğünde “Rabbimiz! Bugün senin evinin gölgesi üzerimize düşüyor. Mahşer günü de Rasulünün livaul hamd sancağının altında ve kevserin başında gölgelendir, soluklandır bizleri.” duasında bulunuyorsunuz.

Oralara gidipte Asr-ı Saadet havasını yansıtacak mekanlara uğramamak olur mu? Hira’ya, Cebel-i Nur’a doğru yol alıyorsunuz. İnsanların Hira Mağarasına doğru adım adım hareket halinde olduğunu görüyorsunuz daha Nur Dağının eteklerindeyken. Bu insanlar nereye gidiyor, neden gidiyor? diye düşünüyorsunuz. Evet, onlar vahiyle muhatap olmaya, vahyi karşılamaya, Cebrail (as)’dan dünyanın ilk cümlelerini almaya doğru tırmanıyorlar. Muhammed aleyhisselam gibi vahyi kuşanarak inmek için dizlerine derman yapmışlar sevdalarını onlar. Peygamber olamasalar da, varisleri olarak oradan dönmenin/inmenin muradıyla bakışlarını Hira’ya kilitlemiş bu insanlar. Hira’yı siz de seviyorsunuz, Hira’yla seviniyorsunuz. On dört asır sonra dünyaya gelmiş bir insan olarak, vahyin doğumevi olan şu mağarayla sizi hem hal kıldığı için Rabbinize nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz. Duygularınız dilinizde yer bulamıyor, sığmıyorlar oraya.

Hep Kâbe’de kalmak, hep Kâbe’yle olmak istiyorsunuz. Öyle bir çekim gücü var ki, ondan bir an bile ayrılmayı dünya üzerinde göreceğiniz en büyük zarar olarak kabul ediyorsunuz. İbadetlerinizi, onun etrafında taclandırmak ve kulluğunuza onu şahit tutmak arzusundasınız daima. Orada yerine getirmeniz gereken ibadî görevleriniz olan ihram giymek, tavaf ve say yapmak, namaz kılmak, Kur’an okumak’la birlikte tefekkür ibadetinin de mühimliğini kavrıyorsunuz. Ve özellikle burada müminlerin hemen her biri mütefekkir olarak vakitlerini geçirmelidirler, şeklinde içinizden bir istek geçiriyorsunuz. Bakıyorsunuz bu insan çokluğuna, bu iman izdihamına. Başka hiçbir dinde, ideolojide ve kültürde olmayan bir yoğunluk, bir bereket var burada. Milyonlarca insan, aynı gayede, aynı yönde, aynı ibadette ve aynı samimiyette... Bütün bunların üzerine düşünüyorsunuz ve diyorsunuz ki: “Ya Rabbi! Biz bu kadar Müslüman olmamıza rağmen, nasıl olur da zalimler beldelerimizi işgal edebiliyor? Neden iman eden kardeşlerimiz, zalimlerin tasallutu altından bir türlü kurtulamıyor yıllardır? Yaptığımız ibadetler ve bu çokluğumuz kâfirlerin yüreğine ve düzenlerine niçin korku salmıyor?” Daha bu denli nice içinden çıkamadığınız sorularla Rabbinize iltica ediyorsunuz, ağlıyorsunuz, sızlıyorsunuz... 

Devam edecek…