Fatih PALA
KÂBE ÇOK GÜZELDİ, HER ŞEY ÇOK GÜZELDİ-3
Umre izlenimlerimizi son bölümle bitirmiş oluyoruz. Hepsini birden bütün olarak okumak daha anlaşılır ve bütüncül olur kanaatindeyim. Üç’e bölündüğü için bazı espriler kaçırılmış olabilir. Okuyuculara istirhamım, 1-2-3 olarak verdiğimiz Umre izlenimlerimizi birleştirerek tekrar okusunlar; tabi bu sözümüz okumak isteyenleredir.
İnsanların yani Müslümanların Kâbe etrafını mesken tutmuş halde iken gözyaşlarının sular-seller gibi aktığını görünce; günahlarına, hatalarına, yanlışlarına, isyanlarına yandıklarını hissedince siz de kendi olmazlıklarınızı düşünüp ağlama yolunu seçiyorsunuz. Sonra bir tefekkür hali daha doğuyor sizde: bizler, yani tüm müminler bu kadar sayıca çok olmamıza rağmen neden hala bir ve beraber değiliz? Neden vahdet’i sağlayamıyoruz? Niçin birleşip güçlenen İslam seli değiliz? Dünya üzerinde bu niceliğe sahip olupta hiçbir söz ve güç sahibi olamamak ne büyük acı, ne büyük günah, ne büyük hata, ne büyük yanlış ya Rabbi! Evet, asıl ağlanılması, asıl sızlanılması gereken en büyük günahımız ve yanlışımız bu değil de nedir ey müminler? Yani hakkıyla ümmet olamayışımız ve birlikte hareket edemeyişimizdir sorunumuz! Bu bize tevbe sebebi olarak yeter de artar bile. Asr-ı Saadet’i o muhtevada kılan şey inananların yek vücutluğuydu. Bunu ikame edememek dünya Müslümanları için ne kadar büyük günah; ah bir anlasak!
Vakitler ilerliyor, günler git gide ayrılığa bırakıyor kendini... Son günlerinizde biraz daha yoğunlaşmaya çalışarak geçirmek istiyorsunuz bu kutlu yerlerdeki mutlu günlerinizi. Gelirken sizden dua isteyen kardeşlerinizi ve hatta istemeyenleri bile, hatırlayıp hepsine tek tek, isim isim dua ediyorsunuz, Rabbinizden mağfiret talep edip onların da en kısa ve en hayırlı bir vakitte bu atmosfere dahil olmalarını istiyorsunuz. Değil mi ki duaların ılgıt ılgıt estiği rahmet mekanındasınız! Duaları susturmak olur mu hiç?
Rabbinizden Umrenizi ve diğer yaptığınız tüm ibadat-u taatlarınızı kabul etmesini diliyorsunuz. Bir daha nasip olur mu olmaz mı bilmediğiniz için hep yakarış halinde bulunuyorsunuz. Affedici ve affı seven yüce Sahibinizden affedilmeyi diliyorsunuz ümmetçe. Ümmetçe diyorum, çünkü fertliğinizi orada unutmanız gerekiyor. Orası birey olmaklığı ümmet potasında eritme yurdudur. Hangi yurdun misafiriyseniz, oranın kriterlerine uymakla yükümlüsünüz. Hem siz burada Allah’ın Misafirisiniz. Bu bilinç adam ediyor her adem’i orada işte.
Gözleriniz, yüreğiniz ve aklınız Kâbe’de kalsa da dönüyorsunuz, dönmelisiniz. Veda etmiyorsunuz özellikle. Etmiyorsunuz ki bir daha nasip olsun, bir daha müşerref olasınız. Allah’ın Rasulünün doğup büyüdüğü ve vahiyle ikinci kez doğduğu ve yürüdüğü mübarek beldelere ayak basıpta gönül rahatlığıyla kim dönebilir ki! Elbette ki içiniz buruk ve kalbiniz yanık olarak Kâbe’ye büyük bir vuslat bakışı bırakıp yüzünüzü ve gönlünüzü çevirip gidiyorsunuz. Ama bu gidişinizi o andan itibaren ömrün kalan tüm kısmını Kâbe’ye dönük, Rabbe dönük olarak geçirmek için yapıyorsunuz. Bundan sonra hayat hep Kâbe merkezli ve Kâbe renkli olacaktır/olmalıdır sizin için.
Son vakitlerinizdeki dualarınız hep tekrar gelmeye, vahyin kalbinde demlenmeye odaklanıyor. Tüm kardeşlerinize de nasip olsun diye için için yalvarıyorsunuz Rabbinize. En muhteşem ve en mükemmel duygularla bezenmiş olarak ve bitimsiz dualar göndererek Yüceler Yücesine, gözlerinizdeki nemin tazeliğiyle Beytullah’ın sınırlarından usulca uzaklaşıyorsunuz. Ve dilinizde o güne kadar hiç bu kadar kalbi iştiyakla, hissiyatla söylemediğiniz Mekke ezgisi: “Döneceğiz döneceğiz/Vahyin kalbi döneceğiz/Geleceğiz geleceğiz/Mekke bir gün geleceğiz... Senden uzak kalabilmek/Taşlar gibi yürek ister/Zalimin eline ko’mak/Zulüm olmaklığa yeter...”
Rabbimiz! Senin evine misafir olduktan sonra dünyadaki misafirliğimizi unutturma ve bizlere muvahhidce bir yaşam nasip eyle. Amin.
Bitti…