Ahmet ÖRS
26 Kasım 2007
KÂRLARI FEDÂ ETMEDEN KÂR ETMEK MÜMKÜN MÜ?
Kulluğun özü adanmışlık bilincini gerektirir. Kendini Rabbinin yoluna adayan insan her türlü dünyevî bağdan özgürleşmiş insan demektir. Dünyevî bağların esir edici zincirlerinden tam manasıyla bağımsızlaşamayan insanların İslami sorumluluklarını lâyıkıyla yerine getirdiklerinden bahsedilemez.
Kur’an’la buluşma nimetine mazhar olmuş bir müslümanın Kur’an’ın teklif ettiği sorumluluklardan kaçması kabul edilebilir bir davranış/düşünce olabilir mi? Kaçak güreşen bir mantık adanmışlığa ne kadar uygun düşer? Tevhid inancı kavranılması kolay bir inançtır. Alemlerin rabbi olan Allah, egemenliği sadece kendisine has kılmamızı ister. İnsanlığa tarih boyunca ilahi kitaplarla teklif ettiği mesaj budur. Mübîn olan Kur’an da ilahi çağrıların sonuncusu olarak bu mesajı açık bir biçimde bize iletir. Anlaşılması, kabul ya da red edilmesi son derece mümkün, herhangi bir spekülasyona meydan vermeyecek belirginlikte bir mesaj… Böyle bir mesajı kabul etmek kolay ancak bu mesajı yaşamsal örnekliklere dökmek zordur. Buradaki zorluk aşağıda ele almaya çalıştığımız şekliyle değerlendirildiğinde “umut kırıcı” bir şekilde ele alınmamayı hak edecek bir yargıdır.
İnancı tercih etmek, bütün şirk güçlerine meydan okumanın başlangıcıdır. Tağutları reddedip sadece Allah’ın egemenliğine teslim olunduğunun beyanıdır. Bu imanı seçen bir insan kadar yeryüzünde cesur bir insan yoktur diyebiliriz. “La ilahe illallah” akidesini benimsemiş bir kişi için bu değerlendirmeleri yapmak zaten abesle iştigal etmek demektir.
Fakat bu meydan okuyuş pratik hayatta karşılığını bulamayan bir slogan düzeyinde algılandığından olsa gerek kendi egemenlik alanlarından taviz vermeyen bir Müslüman kimlik oluşturulup adanmışlık halinin tüm hayatımızı kuşatabilecek bir seviyeye çıkarılamadığına tanıklık ediyoruz. Şirk güçlerine meydan okuyan bir inancı seçen bir Müslümanın daha farklı bir duruş içinde olması gerekirken “idare eden” bir çizgide ısrar edilmesi tam bir talihsizlik olmaktadır.
Daha evvel bir yazı vesilesiyle 28 şubatın yıkıcı tesirinden bahsetmek yerine “kendi şubatına yenilenler”den bahsetmek gerektiğine dönük bir değerlendirmemiz olmuştu. İşte bu değerlendirmeden hareketle belirlediğimizde şunu söylemek mümkündür: Kendi özerk alanlarına mağlup olmuş arızalı kimlikler sahih temelde bireysel ve toplumsal dönüşümlere açık bir şekilde mâni olmaktadır.
İslam inancı bağlılarından fedakâr bir hayat ister. Özerk ve özel alanları alabildiğine üretip kullanarak kurgulanan, oluşturulan bir İslami yönelişi asla kabul etmez. Sadece İslami birliktelikler değil aynı zamanda ideolojik temelli hiçbir hareket fedakârlıkları iptal eden özel ve özerk alanları kabul etmez. Onların konformist yanlarıyla kendi hareketlerinin fedakârlık temeline dayanan karakterlerini asla birleştirmezler.
Kur’an’da sıkça vurgulanan infak kavramı bu konuda en can alıcı örmeklerden biri olarak değerlendirilebilir. İnfakın yerine göre değişen durumu Kur’an’da çarpıcı bir biçimde dile getirilir. İhtiyaçtan arta kalanların infakını isteyen İlahi beyan, yerine göre varlıkta ve yoklukta infakı emrederek bu davranışın zamana ve şartlara bağlı olarak değişmesi gerektiğine vurgu yapar. İslami yönelişin asgari düzeyde seyrettiği, yerel ve küresel kuşatmalara karşı son derece korumasız, güçsüz ve kendini ifadeden aciz kaldığı bir vasatta bütün imkânların bu yola hasredilmesi, infak çerçevesindeki davranışlarla birlikte bütün emeklerin bu yolda seferber edilmesi gerçeği ortadayken bahsettiğimiz özerk ve özel alanların sansürüne uğrayan kısıtlama ve daraltmalar İslami çabaların belini bükmektedir.
Zaman, kulluk için hiçbir ânı boşa geçirilmeyecek en değerli sermayedir. Meşhur “sermayesi eriyen bu adama yardım edin” örnek anlatımında da olduğu gibi insanlığın sermayesi bireysel ve toplumsal olarak her geçen gün biraz daha erimektedir. Müslümanlar kurtuluşu kesin olarak kendileri için mümkün addettiklerinden olsa gerek sermayelerini asla tükenmeyecek bir kazanım olarak görüyorlar. Onlar için minnet duyulacak değil neredeyse minnet edilecek bir tarzda benimsenen bir inanç gerçeği ile karşı karşıyayız. Her ânı, kulluğun bireysel ve toplumsal karşılıklarını çoğaltarak, nitelikli bir hâle taşıyarak geçirmek bilinci ne yazık ki konformist hayatların ortasında yitip gitmiştir.
Alçakgönüllü davranışların yokluğu da fedakar bir yaşam bilincinden uzak durmanın bir sonucudur. En nihayetinde olumlu ya da olumsuz her davranışımız bilinçaltımızda yer eden düşünce ve inançlarımızdan neş’et etmez mi? Elbette hepsine kaynaklık eden bir düşünce vardır ve bu düşünce hayatın her alanında yeri geldiği zaman kendini izhar etmekten imtina etmez. İslami birliktelikler içinde yer aldıklarını iddia eden kişilerin alçakgönüllülükle bağdaşmayan davranış ve tutumları bahse mevzu birliktelikler için en büyük tehdidi oluşturmaktadır ve bir şekilde bu tutumla hesaplaşılmalıdır.
Fedakarlık, karakterlerden süzülüp gelen bir tarz olmakla birlikte imanı tercih eden yüreklerde ilahi terbiyeyle de oluşması gereken bir duruş olmalıdır. Hazreti Peygamber ve arkadaşlarının mükemmel birliktelikleri buna örnektir. Tarihin en büyük dönüşüm sürecini toplumsal boyutta yaşayan o kuşakta bu bağlamda alınacak sayısız dersler vardır.
Ev sohbetlerinin ağır sorumlulukları omuzlara yüklemeyen gevşek karakterinin Müslümanlar için ölümcül bir virüse dönüşme ihtimali vardır. Bu ihtimal çoğu yer ve zamanda maalesef gerçek olmuştur. Yol yakınken fedakârlığı gerektirecek alanlara yoğunlaşmak ve bu alanda derin, yoğun bir iç eğitim almak/vermek cihetine gidilmelidir. Gevşek duruşların bu çerçevede Müslümanlarda olumlu ve zorlukları göğüsleyici bir tesirde bulunma ihtimali yoktur.
İddialı bir söylem, diri bir duruş sergilemeye çalışan beraberliklerde motivasyonu bilgilenme ve örneklendirmede yeterli oranda gerçekleştirmeye çalışmak da ele aldığımız çerçevede mümkün olacaktır. Zaman, infak, düşünsel adanış alanlarında disiplinli tutumlar içinde olmayanlar hüsrana uğrayacaklardır. Yaptıkları uğraşlar “kendini tatmin” ölçeğini aşmayacak, arkalarında “gönül yorgunlukları”ndan başka bir şey bırakmayacaklardır.