Musab İÇEN
SADAKAT TİMSALİ ASHAB-I UHDUD
Küfrün sağanak yağmur misali yağdığı şu zamanda, vahiy kalkanını bize lütfeden; her ne kadar küfrün yağmurunda kirlensekte mağfiret ve rahmetiyle bağışlayan Allah’a sonsuz hamd olsun. Bu yolda bize örnek olarak gönderilen peygamberine ve O’nu takip eden değerli ashabına salât ve selam olsun.
Ashab’ul Uhdud kıssası, vahyi tebliğ görevini üstlenen insanlar için bu yolda karşılaşacakları zorluklara karşı nasıl mücadele edeceklerini, mücadelenin nereye kadar olmasını anlatan, anlatırken tebliğciyi inşa eden eşsiz kıssalardan biridir. Vahyin inmeye başlaması ile birlikte cahiliye toplumunda başlayan hak ve batıl mücadelesinde Müslümanlar aleyhinde oluşan küfür hareketinin vardığı saflardan bir tanesini anlatır. Despot sisteme karşı çıkan bir avuç mümini dinlerinden döndürmek isteyen ve onları ateşte yakan bu kâfirlerin, müminlere karşı kin, nefret, öfke beslemelerinin sebeplerinden biri de, yalnızca Müminlerin, her şeye galip olan, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan Allah’a iman etmeleriydi. İşkencecilerin amacı da; inananları susturmak, onları inançlı ve tavizsiz hale getiren ve inkârcıların sistemlerini, maddi ve manevi çıkarlarını tehlikeye sokan, inananlara yol gösteren vahyi söndürmektir. Müşriklerin amaçları budur.
Müslümanlar çektikleri işkencelere karşı dünya hayatında vahyin hâkimiyetini sağlamışlar veya sağlamaya çalışmışlardır. Kendilerine mükâfat olarak cennetleri satın almışlardır. Çektiklerinin karşılığını mutlaka almışlardır. İnananlar, işkenceciler karşısında taviz vermemelidirler. Onlar, işkenceciler karşısındaki taviz vermeyen tutumlarının karşılığını, bu dünyada olmasa bile ahirette mutlaka alacaklardır. Ashab-ı Uhdud kıssası, inananların yaşadıkları işkence ve baskıların onlar için zillet değil, bu dünya ve ahirette şeref olacağının mesajını bize açıkça bildirmektedir.
“Kahrolsun! Ateşi olan o çukuru kazanlar. Onlar da (kâfirlerde) ateş çukurunun etrafın da oturmuş, yaptıkları işkenceleri seyrediyorlardı. Mü’minlerden, sadece göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, aziz ve hamid olan Allah’a iman ettiklerinden dolayı intikam alıyorlar/aldılar. Oysaki Allah her şeye şahittir.” (Buruc/4-9)
Ayet sert bir ifadeyle başlıyor; ‘Kahrolsun! Ateşi olan o çukuru kazanlar.’Evet kahrolsunlar! İnsanları inançları yüzünden ateş çukurlarının içine itenler, kahrolsunlar! Özgürlük demokrasi, laiklik bahanesiyle insanları acımadan katledenler veya katletmeye hazırlananlar.
Bir yanda bir avuç inançlı Müslüman, diğer yandan bu çukurları kazan kâfirler. Öyle kişiler ki kendilerini ilah yerine koyuyor. Hükmettikleri yerin ve o yerlerde yaşayan topluluğun nimetlerini kendilerinin verdiğini sanan bir gurup kalbi taştan da katı, zalim insanlar Müminleri birer birer ateşe atılıyor. Kâfirler, duymak istediklerini söyletemedikleri zaman çukura atıyorlar müminleri. Bir sonra ki sıranın kendisine geleceğini bildiği halde gözlerinin önünde Müslüman kardeşinin ateşe atıldığını gördüğü halde vazgeçmiyor Allah’a verdiği sözden, vazgeçmiyor davasından. O da canıyla ödüyor, verdiği sözün arkasında sonuna kadar duruyor. Duruşunu bozmadan, imanından taviz vermeden, ölümden korkmadan. İşte sadakat, işte ahde vefa, işte ahsenul takvim, işte olması gereken Müslüman kimliği. Zalimin, zulmün, despot sistemlerin karşısında korkusuzca inancını sonuna kadar savunmaktır mümine yakışan.
Bugün bunlar olmuyor mu sanıyorsunuz? Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da ve halen sürmekte olan Suriye’de, başlarında bulunanlar ülkeyi yönetme adı altında yıllarca halka baskı, işkence, hakaret, zorla güç kullandılar ve hala kullanmaktalar. Önce süslü çukurlar kazdılar. Süslü ama içi ateşlerle dolu çukurlar. Halka kabullendirmek için kazdıkları siyasi, ekonomik, emperyalist, liberal, kapitalist, demokratik, laiklik, ırkçılık dolu çukurlara insanları kimi zaman zorlayarak, kimi zaman da gizli gizli ittiler. Bu sisteme başkaldıranları yıldırmak için komplolar kurdular. Başkaldıranları bastırmaya ve baskıları sistem içinde meşrulaştırmaya yönelik farklı araçları kullandılar. Her zaman hapishaneye atılmaz. Her zaman işkence yapılmaz, her zaman kısıtlama getirilmez, bazen de kendi hayatı bir hapishane haline getirilir. Hayatlar zehir edilmeye çalışılır; rızık ile evlat ile aile ile korkutulur. İşte bu sistemler de yıllarca insanlara bunları yaptılar.
Bundan asırlar önce ateşe atılan müminleri konuşuyorsak bu verdikleri söze ne kadar sadık kaldıklarının, davaları uğruna Allah’a adamanın Onları nasıl ölümsüzleştirdiğinin bir kez daha gösteriyor. Peki, bu olayı günümüze nasıl taşımalıyız? Şu zaman da kazılan çukurlara karşı kendimizi nasıl korumalıyız? İmanımızdan, davamızdan, kendimizden taviz vermeden vakarımızı nasıl ayakta tutmalıyız? Bu sorulara cevap bulmaya çalışalım.
Yukarda da bahsettiğimiz gibi siyasi, ekonomik, emperyalist, liberal, kapitalist, demokratik, laik, ırkçı, futbolizim, dizizim, modernizim, konforizim... Sıralayabileceğimiz daha birçok ateş dolu çukurlar var. Kimimiz bilmeden, kimimiz bildiği halde umursamadan bu çukurların içine gidiyoruz veya itiliyoruz. Uyanmamız lazım. Sonu Allah’ın rızası ve cennet olmayan davalardan vazgeçmemiz lazım. Bugün yığınlarla insan futbolun, alış veriş çılgınlığının, doyumsuz rahat bir yaşamın içerisinde kaybolup gidiyor. Futbol kitlelerin afyonudur. Neden insanlar bu haldeler? Tüketim çılgınlığı, uzun yıllardır kapitalizmin bir özelliğini anlatmak için kullanılan kavramlardan biridir, ama bugün görüyoruz ki artık "tüketim çılgınlığı" bir kavram olmaktan, mecaz anlatım olmaktan çıkmıştır. Yaşanan, kelimenin gerçek anlamıyla bir çılgınlık halidir. Yere düşmüş olan bir insanı ölümüne çiğneyerek, tüketim mallarına koşan kitlelerin durumu, çıldırma kelimesiyle anlatılabilir. Dünyada milyarlarca insanın açlıkla boğuştuğu, bir bardak suya muhtaç olduğu şu zaman da, "tüketim çılgınlığından söz etmek, ancak kapitalist sistemin özellikleri ile açıklanabilir. Kapitalizmde tüketim her zaman körüklenmiş, insanlar tüketim kültürünün esiri durumuna getirilmiştir. Çünkü kapitalizm, tükettirdikçe yaşar ve zamanı gelince tüketeni de tüketir.
Kuşkusuz, kapitalizmin tüketimi körüklemesi boşuna değildir. Kapitalist sistem tüketime göre şekillenmiş bir sistemdir. İşte biz bu tür çukurlardan mümkün olduğunca kaçınmalıyız.
Allah(c) birçok ayette, üzerine yemin ettiği varlıklar vardır. Bu ayetlerle bize vermek istediği mesaj şudur; Ey insan! Yarattığım onca varlık sözüne sadık kalırken, emirlerimin dışına çıkmazken, görevlerini eksiksiz yerine getirirken, sana ne oluyor da verdiğin sözü unutur oldun? Neyine güveniyorsun da Allah’a, verdiği nimetlere sırt dönüyorsun. İşte tam da üzerinde durmamız gereken konu bu! Hangimiz Allah’a verdiğimiz sözü hakkıyla yerine getiriyoruz? Hangimiz sadık kalıyoruz, ahde vefa gösterebiliyoruz Rabbimizin verdiği nimetlere? Hesaba çekilmeden hesaba çekelim kendimizi dostlar…
Yazımı Allah (c.c)’nın yüce kitabında sadakatle, ahde vefa ile ilgili ayetlerle bitirmek istiyorum. Sadakatin, Sadakatli olmanın ne kadar önemli olduğunu Rabbimiz bize hatırlatıyor;
Bu, sadıklara doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır”. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur. (Maide 119)
Müminlerdendir o erler ki Allah’a verdikleri ahde sadakat gösterdiler. Kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, ahidlerini hiç değiştirmediler. (Ahzab 23)
Onların vazifesi itaat ve güzel söz söylemekti. Sonra iş kesinleşince Allah’ın emrine sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. (Muhammed 21)
Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. (Fetih 10)
Emanetleri zayi etmeyen, tüm emanetçilerin tek sahibine emanetsiniz…
Vesselam…