Musab İÇEN

27 Temmuz 2014

SİYASET ALGISI VE DİN ANLAYIŞINA ETKİLERİ

MalcolmX’in ifadesiyle sözlerime başlamak istiyorum : ‎" Eğer dikkat etmezseniz medya, mazlumlardan nefret etmenize, ve zalimleri sevmenize sebep olur.’’

Olayları sadece gösterilenden ibaret sayıp buna göre hareket edenden daha görme özürlü kim olabilir? Bu gün gelinen nokta üzülerek belirtmeliyiz ki bundan öte değil.

NikitaKruşçev’in  "Basın en temel ideolojik silahtır ‘’ der.  Gücün medyası ne isterse onun yayınlanması ve insanlara sadece medya baronlarının istedikleri kadar düşündürtmelerini , ekrana verilen ne ise ağızdan çıkanla orantılı olmasını sağlamaktır amaç.

Konunun başlığı üzerinden girişi bu şekilde yapmamızın sebebi ;yaşadığımız şu çağda insanlara bir şeyleri kabul ettirmenin en kolay yolu medya üzerinden yapılan propagandalardır. Çünkü bir şey yanlış da olsa sürekli tekrarlanırsa insanlar bir süre sonra ona inanmaya başlayacaktır. Bu gün bunun üzerinden siyaset algımızı sorgulamaya ve de tahlil etmeye çalışacağız inşaallah.

İnsan, aklın ürünü olan hükümleri değiştirip yerine ilahi hükümleri getirilmedikçe ne bağımsız olur ne de sömürü düzenleri sona erer.

Peygamber  ile gelen İslam, ilk günden hilafetin yıkılışına kadar vahiy kaynaklı bir siyasetle insanların hayatını düzenledi. Malum olduğu üzere İslam'da hüküm yani kanun koyma hakkı Allah'ındır ve bu hak hiçbir şekilde insana verilmemiştir. ‘’Oysa, [anlamıyorlar ki,] göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, bu iki âlem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi! Bunun içindir ki, O mutlak hükümranlık tahtının Efendisi, O sınırsız kudret ve yücelik sahibi Allah, insanların tanımlama ve tasvir yoluyla kendisine yakıştırdığı her şeyin ötesinde, her şeyin üstündedir!’’ ( Enbiya suresi – 22 )  Bundan dolayıdır ki, Allah Kur'an'ın birçok ayetinde yerde de gökte de hükmün kendisine ait olduğunu beyan buyurur.

Her ne hikmetse Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra İslam'ın gelecek nesiller tarafından gerçek hali ile bilinmemesi ve hayata o hali ile tatbik edilmemesi için "İslam'da Siyaset Yoktur" ‘’ İslam’da devlet yoktur ‘’  sözü söylenerek Müslümanların siyaset yapması bununla engellendi.

Oysa bir devletin devlet olabilmesi ve devlet işlerinin sürdürebilmesi için siyasete ihtiyacı vardır ve bir devlet asla siyasetsiz bekasını sürdüremez.

Anlam olarak siyaset; dünya hayatında insanların bütün ihtiyaçlarını karşılamak adına sosyal, siyasal , dini , kültürel, adalet ve eğitim sahaları ile birlikte yaşamın mükemmel bir şekilde gitmesi için yapılan sevk ve idarenin anlamıdır. 

Bu günkü siyaset düzenine baktığımız zaman tamamıyla çıkar ilişkisi üzerinden yürütülmektedir. Nasıl mı dersiniz ? Sadece bariz bir örnek verelim ;  Peygamber dönemin de , islama girmeden önce zengin olan sahabelerin ; Müslüman olduktan sonra yahut iktidara geldikten sonra daha da zengin mi oldular yoksa ellerinde ne var ne yok Allah yolunda feda edip fakirleştiler mi ? Fedakarlığın olmadığı yerde çıkarcılık başlar.

Filan bölgede yahut il , ilçe de millet vekilimizi , belediye başkanımızı , valimiziv.d . seçip çıkmasına yardımcı olursanız ( ki seçimlerde ne kadar hırsızlık yapıp kazanmak için her şeyi mübah sayanları da görmüyor değiliz ama ne yapalım başka seçeneğimiz yok ! diyenleri de unutmamak lazım )  , oy verirseniz size yol , elektirik , su olarak geri dönecektir sloganları atılmakta. Keşke seçim sloganlarının atıldığı , haykırıldığı kadar Allah’ın dini haykırılsaydı , keşke onlara harcanan trilyonlar garibanlara harcansaydı. Ne mi olurdu ? Bu gün bu halde olmazdık ! Oysa sosyal adalet devletinde fedakarlıkların olduğu bir alan ve siyaset olması gerekmiyor muydu ?Kazanılan , elde edilen gelir eşit şekilde dağıtılmalı değil miydi ? Herkese eşit şekilde münasebette bulunulmayacak mıydı ? Peki elde edilen sonuç ne ? Hiç !...

Türkiye’nin siyasal tarihinin son yüzyılda debdebeli bir serüven takip ettiği aşikâr. Olmayan demokrasiye her on yılda yapılan balans ayarı sadece ülke siyasetine tesir etmemiş, ülkenin tüm insanlarının düşünsel dünyasını derinden etkilemiştir. Milliyetçi, mukaddesatçı ve devletçi reflekslerle düşünen bir Müslüman teba oluşturulmuş, halk laiklik ve Kemalizm adına İslam’ın görünür her türlü emrini yerine getirmekten çekinir hale gelmiştir. Ve sonuç olan Kemalist Müslümanlar – Müslüman Kemalistler ortaya çıkmıştır. Kimin neyi savunduğunun belli olmadığı , yalancının mumu yatsıya kavuşmadan söndüğü hemen başka mumların yakıldığı , sağcıların solculaştığı ama sağcı olduklarını savundukları , solcuların sağcılaştığı ama halen şiddetle solcu olduklarını çıkarları için savundukları bir dönemdeyiz. Müslümanlar da gittikçe gri tona yaklaştıklarının farkında bile değiller. Hakikate ait olan değer bir kenara atılıp beşeri değerler baş tacı edilmekte  herkesim tarafından , oysa belli bir safımızın olması gerekmez miydi ? Bakın etrafınıza kimin neyi savunduğu , neye değer verip onu yaşadığı belli değil her şey karmakarışık , her şey gri tonda , matlaşmış ne yazık ki. Saf’lı olmalıyız saf değil !...

Yapılan hiç mi güzel şey yok? derseniz , elbette var ! Ama ortada bir gerçeklik var ve bunu görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Olayın sadece sosyal – ekonomik yönü ; yahut sadece dini yönü ele almak adaletli olmaz. Gittikçe islam’dan ve islami hayattan uzaklaştıran bir tabloyla karşı karşıyayız. Elimizde mevcut bulunan yahut dışarda karşılaştığımız kadın-erkek olsun giyim tarzı , konuşma tarzı , yaşam tarzı az buçuk islama yakın ise ‘’ tamam işte her şey yolundaymış , korkmamıza gerek yok ‘’ deyip yolumuza devam ediyoruz. Halbuki emri bil maruf  sonuna kadar mücade değil miydi ? Aza kanaat edip çoğu bulunca şükür değil miydi ?

Konfora alıştık. Çünkü dar değil, geniş kapılardan geçmeyi alışkanlık haline getirdik. Zoru sevmiyoruz; canımız sıkılsın, keyfimiz kaçsın, düzenimiz sarsılsın istemiyoruz. Olduğu kadarına razı olmak, bizim için çok yaygın bir bakış açısı haline geldi. Siyasetle ilişkimiz bile buna endeksli: Siyaset esnafını İslâmî taleplerle değil, pastadan bize de pay ayrılması istekleriyle sıkıştırıyoruz. Rahatımız bozulacağına rotamızın bozulmasına talib oluyoruz.

Siyaset algımızın tekrar deklare edilmesi gerekiyor. Ne için hareket ediyoruz ?Neye göre hareket ediyoruz ?

Daha fazla adamımızın ve devlet kadrolarında daha çok müntesibimizin olması en göze çarpan mefkûremiz !..

Bu meseleyi, yani İslâm adına ortaya koyduğumuz faaliyetleri bir iş, bir meslek bellemişiz; çarkın dönmesi en merkezî kaygımız haline gelmiş.

Siz hükümet edici olsanız, bu tabloya rağmen daha fazlası için çalışır mısınız?

El’an da güzel hizmetler yapılıyor, gayret sarf ediliyor.

Ancak…

Bu ilk fırtınalı devirlere nazaran, dünyevî zorlukların yerini geniş imkânların, zayıflığın yerini muktedirliğin aldığı sonraki dönemlerin şartlarında, Müslümanlık bilincimizin daha bir dinamizm kazandığını, daha İslâmî bir hayat çizgisine kavuştuğumuzu, hadi onu da geçtik, en azından bu yolda çok ciddi mesafeler kat ettiğimizi iddia edebiliyor muyuz ?

Mesele daha fazla dernek , vakıf , yurt v.d . açmakise ; kuran okunması , ezanın Arapça okunması , camilerimizin olması baş örtünün az da olsa serbest olması ise evet mevcut durumda bu olmuştur.  Peki ne kadar kaliteli bu saydıklarımız ? Toplumu ne kadar dönüştürmüş durumda.  Önemli olan çok olmak ,  her yerde olmak değil de var olmak değil miydi ? Evet her yerdeyiz , devletin her yerine adam yollamaya çalışıyoruz ,  evet çoğalıyoruz ama parçalanarak çoğalma ve gittikçe de daha da parçalanıyoruz farkına vararak yahut varmayarak. Tüm ilişkilerimiz siyaset üzerinden kurulmakta , tüm parçalanmışlıklarımız yine siyaset üzerinden olmakta.

‘Şahısların lüks hayata yakalarını kaptırdığı’, ‘müslümanların hepten dünyevîleştiği’ gibi ‘ferdî aşınmaları’ yeterince konuştuk. Peki, bu işin şahs-ı manevî tarafı, yani cemaat, vakıf, tarikat, kısaca İslâmî yapı boyutu üzerinde neden hiç durmuyoruz ! ?

Hepsi olmada da genel itibariyle , gayrıislami akış içerisin de araçların amaçsallaştırıldığı , gayrı meşru fikir , hareket , kavramların bir zamanlar tenkid edildiği ama şuan mevcut sisteme göre hareket edildiği için meşrulaştırılıp sistemden daha fazla ev sahipliği yapıldığı , tevil de sınır tanımayan İslami yapılanmaların birer finans işletmesi haline geldiğini , dünyevileştiğini ve gittikçe çözülmeye yüz tuttuğunu neden konuşmuyoruz ? Derneğimize , vakfımıza her ne ise bize dokunulmasın , istediğimizi rahatça yapalım gerisi bizim sorunumuz değil demek ne kadar İslamin evrenselliğiyle , adaletiyle , eşitlik ilkesiyle ne kadar  bağdaştırabilir.

İşte siyaset anlayışımızın bizi getirdiği nokta burası.Siyasetiİslam’ın , Allah’ın kurallarının belirlemesi gerekiyorken tam tersi olmuş durumda. Din tahrifçilerini, ‘’ Dini kitaplarına uyduruyorlar ‘’ diye  şiddetle eleştirirken , siyasetikitablarına uyduranlara neden sesimiz çıkmamakta ? , çıkıyorsa da neden hiçbir değişiklik olmamakta ?. Anlıyoruz ki şuan Siyasetinbaşında bulunanların ilizyonistoldukları , firavunların sihirbazı rolünde olduklarını ve Allah’ın asa’sının da yakınlarda olduğunu tekrar hatırlatmak istiyoruz.

 Özellikle son dönemde ortaya çıkan cemaat – iktidar(çoğu islami cemaatler demek istiyorum çünkü sonuç ortada . İktidardan çok iktidarcı olanlar İslami cemaatler oldular , acaba her yerde adamları oldukları için mi ? Derneklerine , vakıflarına gelecek maddi desteğin kesilme korkusu mu onların bu ateşli savunmalarına sebep oluyor ? Allah bilir !!! ) arasın da ki çıkar çatışmasını ajite ederek bunu da toplumun Dini damarını kullanarak , olayı din algısı üzerinden dem vurarak nabza göre şerbet verildiğinin farkına varmak zorundayız.

 Meseleye sadece yolsuzluk , hırsızlık olarak bakamayız. Bu gün İslami cemaatlerin sistemi desteklemelerinin en temel sebepleri , cemaatin kendilerine pastadan yer vermemeleridir. Anlıyoruz ki en temel sebeplerinat , kıskançlık , çekememezlik yatıyor.  Peki bunu kabul varsayalım ,  o zaman aynı tavır neden sisteme gösterilmiyor da cemaate gösteriliyor ? ( cemaati aklamaya çalışmıyorum )   Sonuçta bunların bu kadar ilerlemesini sağlayan yardım ve yataklık eden sistem değil miydi ? Hala sistemi masum çıkarmaya devam mı edeceğiz ? Sistemden çok sistemci , devletten çok devletçi olduğumuzun farkında mıyız ?  Gücün yanında yerimizi muhafaza etmek , yarın sıra da bize gelecek korkusundan başka değil de nedir ?

Gelelim bir diğer siyaset bakış açısına .Kendi toprakları üzerine hedefinin düpedüz Müslümanlar olduğu açıkça görüldüğü füze kalkanlarının , üslerin  belli olduğu ve bunların kurulmasına müsaade eden bir zihniyetin , Nato’nun emrinde sınır ötesi harekatlara yardım ve yataklık yapanların ,  Avrupa birliğini İslami birlikten daha çok önemseyen , Batı’nın kurallarını , Kur’an’ın kurallarından daha üstün gören , kimseyi incitmeden , ama herkesi hükmü altında tutan bir sistemin gittikçe yozlaştırılmış bir din ihya ettiğini görememek bir basiret bağlanmasıdır.  Ve ne yazık ki sistemi ayakta tutan yozlaştırılmış dine karşı olan İslami yapılardan başkaları da değildir.

Siyasi çıkarlar , antlaşmalar adı her ne iseler mi engelliyor , elini kolunu bağlıyor sistemin yahut destekleyen ağızları olup da konuşmayan İslami kesimlerin suskunluğu mu daha baskın çıkıp  meşrulaştırıyor ölen insanların kanını , vahşeti , zulmü ,zalimi. Batılı-beşerî modelleri İslâm’ın yerine ikame edenler, bize dua etmek dışında bir seçenek bırakmadılar. Sokaklara çıkıp slogan atmaktan , göz yaşı dökmekten başka çare bırakmadılar. Oysa yapılacak onca şey güpe gündüz ortadayken !...Gözümüzü  kapatınca güneşin de söneceğini düşünmemizi istediler. Hali pürmelalimiz ortada..

Hani hakikat her şeyin üstündeydi , hani amaç İslamın ve insanlığın onuruydu ? Ne çabuk unutuldu bu sözler, cümleler , vaadler ?  Sistemin her işin de bir hikmet beklemenin şeyhlerinin hareketlerinde hikmet bekleyen müridlerinden farkı nedir ? Birine şiddetle karşı çıkılırken diğerine şiddetle sahip çıkmakta ne çeşit bir çelişkidir ?

Bugün dünya da ölen her insanın bedenin de parmak izleri var bu  sistemin ve diğer tüm beşeri sistemlerin. Ve bunun destekleyenler , elbet hesap vereceği , dualarla , göz yaşlarıyla, meydanlara çıkıp slogan atarak ölen insanlarımızın yanında olduğumuzu söyleyip ardından bu çarkların dönmesini sağlayanların safın da yer almanın bedelini ödüyoruz , ödeyeceğiz ve bu ahirete de intikal edecektir. Uyanmamız gerekiyor. Oynanan oyunların , çekilen ve önümüze sunulan fotoğrafların ayrıntılarını iyi okumamız gerekiyor , satır aralarına dikkat etmemiz gerekiyor. Olayı sadece duygusal olarak ele alıp duygusal yaklaşarak heba etmememiz gerekiyor.

Sistemin değişmesi gerekiyor , sistemin başına gelen adamların değil. Şahıslar değişmekte ama zihniyet ve faaliyet hep aynı. Bütün bu tarafların siyasi organizasyonları varken, Müslümanların siyasi organizasyonlarının olmaması düşünülemez. Hakk’ı temsil eden ve Hakk’ın hakim olması için çalışan siyasi organizasyon, bütün Müslümanlar üzerine bir hak ve görevdir. Müslümanlar iyiliği emredip, kötülükten sakındırma ve kötülüğü elleriyle düzeltme vazifelerini ancak siyasi faaliyetle ifa edebilirler. Yönetime talip olmak ve yönetimde olmak kaçınılmaz bir görevdir kısacası. Ama bu şuan ki duruma entegre olup , her yere kuluçka misali dağılıp , virüs gibi çoğalmak değil. Kur’an’ın okunması serbest iken uygulanmasının yasak olduğu bir sistemden bahsetmiyorum.

Kötülüğün engellenmesini, iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının ve adil olanın hakim olmasını sadece vaaz ve nasihatlerle sağlayacaklarını düşünenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Çünkü dini siyasetle ilişkilendirmemek ve sadece vaaz ve nasihatle yetinmek Hıristiyanlığın din anlayışından başka bir şey değildir. Dini kişisel olarak kabul eder Hıristiyanlar; onu teoride devletle ve siyasetle ilişkilendirmezler. Sezai Karakoç’un o güzel ifadesiyle “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a derler. Oysa bizim inancımıza göre durum böyle değildir. Çünkü bizim inancımızda Allah’ın karşısına çıkartılacak bir Sezar yoktur.” Bundan dolayıdır ki; Müslümanlar olarak, yönetimde görev alma ve yönetimde olma işini başkalarına bırakamayız.

Sorumluluk alanlarımızı terk ettiğimiz için ,  bugün sorumsuzlar çıkıp sorumluluk alanlarımız da bize sorumluluktan bahseder oldular.Uhud’un okçuları misali görev alanlarımızı bir şeylere kurban edip terk ettik. Geç değil !Yeniden  Peygamberin çağrısına yönelmek durumundayız.

Bütün bu vazifeleri yaparken elbette ki bazı kural ve kaidelerimizin olması gerekmektedir. İnancımız gereği yaptığımız siyasetin, yine inancımızın esaslarına uygun olması siyaset anlayışımızın temeli olmak zorundadır.

Siyaset; yeryüzünde makam ve mevki kazanma yeri değil, dünya imtihanını kazanma yeri olmalıdır .‘’Kimin hicreti mala ve kadına ise ona kavuşacaktır, kimin hicreti de Allah’a ve Resulüne ise o da ona kavuşacaktır’’ bilinciyle siyaset yapmak zorundayız. Bu anlayışla bizim derdimiz şahısların iktidarı değil; inancımızın, zihniyetimizin, kısacası Kur’an’ın iktidarıdır. Bozuk düzenin bekçiliğini yapacak düzgün adamlar olmaktan öte, bozuk düzeni de onaracak, yani sistemi de düzeltecek dava adamları olmak durumundayız.

Siyaseti, bir menfaat alanı değil; haklının hakkını korumak ve adaleti tesis etmek için çalışan bir kurum olarak algılamamız gerekiyor. Siyasette iki dünya görüşünün olduğunu biliriz. Bunlardan birincisi peygamberlerin dünya görüşü yani hakkı üstün tutan sistem, ikincisi ise kuvveti üstün tutan sistemdir. Biz her zaman hakkı üstün tutan sisteme uymak zorundayız.

Siyasetin amacı imar ve ıslahtır. Yeryüzünü insanoğlunun yaşayabileceği en mamur hale getirmek, insan onuruna yaraşır bir dünya hazırlamak vazifelerinin arasındadır. Fakat bütün bu imar işleriyle uğraşırken ıslah vazifeleri de unutmaz, maddi ve manevi kalkınmayı beraberce yürütmek durumundayız. Yani maddi kalkınma ne kadar mükemmel olursa olsun, manevi kalkınma olmazsa netice yine hüsran olacaktır.

Bundan elli yıl öncesin de teknolojik olarak bir kişi bir çok şeyden mahrumdu. Ama bu gün öyle değil , bir nebze de olsa toplumun refahı artmış durumda . Peki islami olarak bu  ne kadar arttı ? Ne kadar yol katettik ? Kalitemiz ne kadar arttı ? Güzel olanı sisteme yükleyip , kötü olanı insanlara yüklemek sistemi değiştirmek değil , sistemle değişmekten öte değildir. Müslümanlar sistemi değil, sistem Müslümanları dönüştürüyor. Ve buna Müslümanlar müsaade ediyor.

Siyaset hizmet yeridir,  önce Hakka sonra halka hizmet. Servet edinme ve lüks yaşama yeri değildir.  Menfaat paralelliği vardır, herkesin birbirinin hakkına riayet etmesi  üzerine kurulmuştur. Menfaat çatışmalarına dayalı siyasetten uzak durmak evladır; ne zulmetmek ne de zulme razı olmak , her zaman hakikatın yanında olmaktır siyaset.

Avrupa birliğine girmek , birilerine hoş görünmek maksadıyla ; faize, zinaya , domuz etine ve kumara rıza göstermek değildir siyaset. Yahut toplumun oy oranını kendi üzerine çekmek için herkesin gayrı islami anlayışına evetçi yaklaşmak değildir siyaset. Özgürlük adı altında her türlü fuhşiyata göz yummak değildir siyaset.

Ahiret hesabını yaparak, maneviyatçı bir yaklaşımla hareket etmektir siyaset .inancın ete ve kemiğe bürünmüş halidir siyaset, onu bir gömlek olarak görüp üzerimizden çıkartmak değil marifet. Zamana , mekana , şahsa göre değil ; siyasi çıkarlar , global hareketler , küresel sorunlara , o ya da bu maddeye , antlaşmaya göre değil ;  hakikate göre , hakikatle birlikte hareket etmektir siyaset.

Siyasetle uğraşmanın alnı secdeye değmekle sınırlandıramayız. Öyle olsaydı peygamber ilk inanları habeşistana göndermezdi.  Alnı secdeye değenlerin kalblerinin nereye değdiklerini görmekteyiz. Camideyken yönü kıbleye dönükken , meclislerde , uluslar arası toplantılarda yönlerinin nereye dönük olduğunu da görmekteyiz. Bunun adına siyaset deyip pazarlayamaz kimse bu insanlara. Siyasetle uğraşanların tam dindar olamayacaklarını , işin gereği yani reel politik’e göre ( “Gerçekçi politika” diye anlaşılıyor. Bu yanlış bir çeviri. Reel politik’in Osmanlıcası “Eyyamcı siyaset”tir. Yani ilkeleri bir yana koyup esen rüzgâra göre yelken açan, siyasette savrulmaları umursamayan tutumlar için kullanılır.) hareket etmeyi marifet saymak yeri gelince dini inançlarından ve yaşantılarından taviz vermek değildir siyaset. 

Geçmişten bu güne kadar bazı siyasî kadroların siyaseti din düşmanlığına yani dinsizliğe âlet ettiklerini; din adına meydana çıkan bazı partilerin de dini ve dinin yüce değerlerini siyasetlerine basamak yaptıklarını ve bu iki grubun da dine büyük zararlar verdiğini görmekteyiz , görmek zorundayız.

Özetle ;

Bugün kü siyaset anlayışı topluma çözüm mü getirdi yoksa çözülme mi ?

“Kim yalnız güce dayanırsa eşkıyadır.” (Muhammed İkbal)

Değerli NesipHiçyılmaz’ın sözleriyle bitirmek istiyorum yazımızı ;

Hak güçlü, güç haklı olmalı.

Batıl hak olarak bilinirse, hak batıl görünür.

Olguda batılın hak diye bilinmesi, algıda hakkın batıl olarak görülmesindendir.

Algılar değişmedikçe olgular değişmez.

Algının değişimi olguyu değiştirir, ona düzen ve düzey verir; olgunun algıya yönelik

değişimi ise algıyı geliştirir.

Algı ve olgunun arasında böyle dinamik ve döngüsel bir iletişim ve etkileşim var.

Hak, hak olarak algılanmalı ve uygulanmalıdır.

Hakkı, hak olarak algıla(ya)mayan kimseler, kör şiddeti şiar edinen gücü sorgulayamaz.

Gücü kutsayan, güçlüye tapar.

“Yaratıklarımızdan, daima hakka ileten ve Hak ile adil davranan bir ümmet vardır.” (Araf suresi - 181)

We’laqıbetuli’lmuttaqiyn!...