Ahmet ÖRS

22 Ocak 2007

SENDİKAL HAREKETLERİN SEFALETİ

SENDİKAL HAREKETLERİN SEFALETİ


Eğitim alanında sistemin özünden kaynaklanan olumsuzluklar sorunlar yumağını her geçen gün büyütüyor. Bu problemleri çözmeye dönük iyi niyetli çabalar elbette olmaktadır ve sendikalar kuruluş amaçları itibariyle bu iyi niyetli yaklaşımlara örnek gösterilebilir.

Fakat iyi niyetli yaklaşımlar sendikaların dünyasında tamamen egemen değildir. Türkiye’de nasıl birçok kurum ithal bir anlayışın ürünü ise sendikalar da aynı anlayışın ürünüdür. Dolayısıyla kendi zemininden neş’et etmediği için nev-i şahsına münhasır usüllerimizle şekillenmiş, toplumsal reflekslerimizin uzantılarıyla ma’lul hale gelmiştir.

Türkiye’de sendikal yapılanmalar siyasal tercihlerin uzantıları olarak kurumlaştıkları için herhangi bir orijinal çözüm potansiyelini maalesef bünyelerinde barındıramıyor. Siyasal partilerin sistemle barışık karakterleri çözüm önerilerini baştan akamete uğratan, daha doğru bir ifadeyle ortaya çıkmasını en başta engelleyen bir niteliğe sahiptir. Tabiatiyle de bu siyasal hareketlerin sendikal versiyonları da en baştan başarısızlığa, çözümsüzlüğe mahkum olmaktan kurtulamıyorlar.

Ülke siyasetinin başat akımları sivil toplum kuruluşları aracılığıyla etki güçlerini genişletmek arzusuyla başka sivil organizasyonların yanında sendikalaşmada da inisiyatif kullanma arzusunda oldular ve bu vesileyle bir nevi yandaş sendikal yapılar ihdas ettiler. Sendikalar, çalışanların kendi bağımsız anlayışları sonucu değil de siyasal -veya partisel diyelim- hareketlerin bir “arka bahçe” telâkkisiyle kuruldu. Bunların yanında muhakkak ki bağımsız niyetlerle inşa edilen veya kısmen bu iradeyi içerisinde taşıyan sendikalaşmalar yaşanmıştır ancak gelinen nokta itibariyle aynı hastalıklardan onlar da ziyadesiyle nasiplenmişlerdir.

Sağ, sol ve muhafazakâr eğilimlerin uzantısı olan sendika yapılanmaları bugün en çok üyeye sahip sendikalar olarak öne çıkıyor. Kamu-Sen konfederasyonu adıyla örgütlenen sendikalar “sarı sendika” tabiriyle ifade edilen “muhalefeti kaynağında kurutmak, oluşmasına fırsat vermeden yandaş platforma çekmek” niyetinin bir ürünü olarak görülmeyi hak etti. Hemen her dönemde derin anlayışlarla uyumlu dilleri rahat bir sendikacılık yapmalarına yardımcı oldu. Esasen bu yapılan şeyin adı tabii ki sendikacılık değildi ve asla da olamazdı. Hassas dönem anlayışlarının, sözde tehditlerin fazlasıyla dillendirildiği, adeta kriz dönemi siyasetinin kurumlaştırıldığı tam da Türkiye’ye özgü bir sendika dili üretti. Hiçbir zaman bizler malum sendikanın özgürlük taleplerini dillendirdiğine şahit olamadık. Söylemlerinin önüne çıkardıkları kendilerine özgü Atatürkçülük ideolojisi ile hadis ve ayetleri büyük bir aymazlıkla kullanabildiler. Entelektüel yetersizlikleri her zaman kendini gösterdi. Komplocu yaklaşımlarla hainlik edebiyatına prim veren bir söylemi benimsediler. Kendi dışlarındaki yapılanmaları vatan ve millete yönelik kumpasların içinde olmakla itham ederken ait oldukları hareketi açık etmekten ve iktidarı yaşadıkları zaman dilimlerinde de her türlü ilişkiyi ulu orta kurmaktan, sendika seçimlerine parti müdahalesini kabullenmekten geri durmadılar.

Bahse mevzu sendikal hareket eğitim çalışanlarının hakları diye bir kaygı duymaktan çok daha ötede kendini konumlandırmıştı ve ülkeyi çeşitli tehlikelerden “korumacı” bir propaganda tarzını sendika amaçlarının merkezine oturtmuşlardı. Bir sendikanın en büyük amacı özgürlüklerin önünü açmak iken yasaklar hususunda herhangi bir adım atmadıkları gibi atılan adımları desteklemediler. Başörtüsü yasağının boyutları gün gibi ortadayken, zulüm, eğitimi tüm alanlarıyla sınırlandırma niyetindeyken bir sendikanın bu konuda muhalefet veya çözüm üretememesi son derece utanç vericidir ve Türkiye’deki sendikacılık mantalitesini çözümleyip gözler önüne seren önemli bir örnekliktir. Sendika anlayışını sadece maaş ekseninde düşünmek ve toplu görüşmelerde ülkeye sadece bunun sözde kavgasını veren bir görüntü sunmak hakikaten içler acısı bir durumdur. Ayrıca bilimsellik söylemlerinin aslı astarının olmadığı bir eğitim politikasında sarsıcı, yol gösterici bir örneklikle eğitimin sorunlarının masaya yatırılması gibi bir tercihte de bu hareket bulunamamıştır. Günübirlik politikalara eklemlenerek AB, bölücülük, misyonerlik gibi hususlarda korkular üretmekten başka bir dil inşa edemeyen bir sendikacılık asla umut olamayacaktır.

Sol veya sosyalist, artık adına her ne denilirse, işte o hareketin sendika arenasında örgütlendiği konfederasyon olan KESK de benzer hastalıklarla maluldür. Hakkını teslim etmek gerekir ki inandıkları ideoloji temelinden hareketle sendikacılık bu hareket tarafından ülkeye tanıtılmıştır ve yaptıkları ısrarlı çalışmalar, kullandıkları dil gerek taraftarları gerek muhalifleri tarafından her zaman en azından ilk el düzeyinde beğeniyle karşılanmıştır. Ancak bu sendikanın ürettiği dil zamanla kendini inkar ve iptal eden boyutlara varmaya başlamış ve ideolojik anlayışında var olduğunu iddia ettiği söylemlere ters düşmekten kendini alamamıştır.

Sol hareketin Türkiye’deki hastalıklı refleksleri bu sendika çizgisinde de kendini gösteriyor. Halkıyla, onun değerleriyle barışamayan bu hareket sendikal versiyonunda da aynı eğilimi devam ettirmiştir. Başörtüsü yasağına karşı KESK, bağlı sendikaları ve en başta da eğitim sendikasıyla bu yasağa karşı herhangi bir tepki göstermemiştir. Sözde, yasakçılığa karşı olmayı sendikal dilinin bayrağı haline getirdiğini iddia eden bu sendika sıra başörtüsü yasağına geldiğinde susmayı bir kenara bırakalım yasakçıları da geçen bir atraksiyonla yasağın alanını genişletmek için elinden geleni yapmıştır. Bunun en son örneği bu sendika marifetiyle açılan dava sonucu Danıştay’ın açık liselerde dahi başörtüsünü yasaklaması olmuştur. 28 Şubat sürecinde İmam - Hatipler’in kapatılmasını, eğitimin oligarşik baskılarla sınırlandırılmasını görmezden gelen, hatta bu yasaklamaları memnuniyetle karşılayan bu sendika tarafından her fırsatta İslam ve Müslümanlar gericilik, yobazlık yaftalarıyla aşağılanmaktadır. Özgür düşünce söylemi kendi düşünce ve ideolojik alanlarıyla sınırlı kalmakta, laik hassasiyetler mevzu bahis olduğunda sendikanın dili son derece yasakçı bir havaya bürünmekte ve neredeyse ideolojik rakibi olarak tanımlayabileceğimiz Kamu-Sen çizgisiyle ittifak halinde olabilmektedir.

Korku üreten sendika söylemi eleştirdiğimiz her iki sendika tarafından artık iyice benimsenmiştir. Derin ilişkilerden güç alan bir tavır bu sendikaların dillerinde kendini hissettirmektedir. Özgürlük talepleri, eğitim alanlarının verimli kılınması, muhalif söylemlere hayat hakkı tanınması gibi konular bu sendikalar tarafından görmezden gelinmekte ya da sadece kendi menfaatleri temelinde değerlendirilmektedir. Her iki hareketin sendikal versiyonları umut üretmekten son derece uzaktır ve yeri geldiği zaman çok rahat bir şekilde yasakçı tercihlerde bulunabilmektedirler.

Eğitim kolundaki bir diğer sendika da Memur-Sen konfederasyonu çatısı altında örgütlenen sendikadır. Bahse mevzu sıkıntı ve açmazlarla ilgili değerlendirmeler belki de en çok bu sendika hakkında yapılmalıdır.

Memur-Sen organizasyonu ile ilgili kabul etmemiz gereken şey, maalesef onun “büyük bir trajedi” olduğu gerçeğidir. Esasen yakın örgütlenmelerle aynı ideolojik kökenlere sahip olmaktan kaynaklanan hastalıklı durumlar, bu trajedinin sadece bu sendikayla ortaya çıkmadığını göstermektedir. Kendini yenilemeyen, bağımsız bir kimlik ve siyasal tavır üretemeyen bu hareket, içerisinde yer aldığı anlayışların ne kadar kendini tekrar ettiğinin somut bir delilidir.

Kendini İslam’a nispet eden çalışanların üye oldukları bir sendika olmasına karşın bu sendika ideolojik örgütlenmesini açık ve anlaşılır bir şekilde belirleyip de ifade edemedi. Bir kimlik bunalımı ve karmaşası yakasını bırakmadı. Entelektüel kökenlerini sorgulayıp yeni konumlandırmalar kurgulayamadı. Sistem içerisindeki yerini hep bir tedirgin duruş üzerinden algıladı. Kendini dışlanmış hissetmemek için utangaç taleplerde bulundu. Hiçbir zaman temel meselelerde sarsıcı bir muhalefet üretemedi. İmam - Hatip ve başörtüsü gibi doğrudan kendini ve üyelerini ilgilendiren yasaklarda herhangi bir çözüm önerisi dillendiremedi, üyelerden aldığı güçle bir özgürlük söylemi inşa edemedi. Küresel işgallere karşı tam bir muhalefet örneği sergileyemedi.

Memur - Sen’in en büyük hatalarından biri de büyük bir iştiha ile iktidar nimetlerine atlaması oldu. Mevcut iktidarla aynı bünyenin elemanları olma kabulüyle çalıştı. Dolayısıyla güdümlü ve bağımlı sendika sıfatlarını fazlasıyla hak etti. Hükümete karşı gelmemek kaygısıyla yasakçı sistemle yüzleşmekten kaçınarak tarihi ve affedilemez bir hata yaptı. Üye potansiyeli de bu sendikanın politikalarını destekler mahiyette refleksler sergileyerek özgürlük, kimlik gibi sorunlarının olmadığını, iktidar nimetlerinden vakti geçmeden yararlanmak gerektiği anlayışını benimsediğini gösterdi.

Adındaki edilgen vurgu bu sendikanın gerçek bir muhalefet üretme potansiyelinin zayıflığına ilişkin bir ip ucunu zaten veriyordu ancak son dört yıldaki teslimiyetçi tavır haddi aşan bir boyut kazandı. Herhangi bir problemin çözümüne dönük bir gayretin olmayışı çalışanlarda umutsuzluk ve bu yapılanmaya karşı bir soğukluk hissi uyandırdı. Sendikal mücadeledeki rakipleriyle sadece ücret konusunda ayrışan, onda da hükümetin yandaşı görüntüsüyle çalışanların aleyhinde bir politika takip ederek eline yüzüne bulaştıran bir sendikal mücadele(!)den kime, hangi yarar gelebilir?

Türkiye’de derin siyasetlerin yanında bağımsız ve özgürlükçü örgütlenmelere ihtiyaç varken sendika alanındaki üç büyük kuruluşun durumu maalesef bu şekildedir. Alternatif çabalara ihtiyaç vardır ve kısa vadeli çıkarları öncelemeyen duruşlar bir an evvel öne çıkmalıdır.