Celaleddin Rumi'yi nasıl bilirsiniz?

İşte bizim evliyalarımız! Meydanı böyle boş bulmuşlar her telden çalıyorlar. Kimseciklerinde bunlara itirazı olmamış. Hem nasıl itirazı olsun ki? Bu işi nasıl halletmişler bilmiyorum ama bir şekilde Müslümanlara Kur’an’ı okutmamayı başarmışlar.

25-01-2010


Celaleddin Rumi ile ilgili Prof.Dr. Mikail BAYRAM’ın ilginç araştırmalarına bir göz atalım.

 

“1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu'yu istila ettiler. Hatta Erzurum'da, Erzincan'da, Tokat'ta, Sivas'ta, Kayseri'de büyük katliamlar yaptılar, yağma hareketleri yaptılar ve özellikle Tokat'ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri'yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlana'nın hocası Şems-i Tebrizî'nin müritleri de mevcut idi. Bunlara Kalenderiler tabir ederler. Şems-i Tebrizî bir Kalenderi dervişidir, bir Kalenderi şeyhidir. Hatta bu kalenderiler, Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açıp şehre girmeye çalışıyorlardı. Ve şehre girdikten sonra da Moğollar burada çok büyük bir katliam yaptılar. Eğer tarihçiler mübalâğa etmiyorlarsa, onbinlerle ifade edilen Ahi ve Türkmenler burada katliama tâbi tutuldular. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlana'nın hocası olan Kayseri'deki Seyyid Burhaneddin'in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Kalenderi dervişler ve Mevlana'nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve Şems-i Tebrizî gibi olan bazı kişileri de ajan olarak istihdam ediyorlardı. Olay sadece Mevlana'yla sınırlı değil, Şems-i Tebrizî'yi de ajan olarak kullanıyorlardı. Şems-i Tebrizî Moğol ajanı idi ve Moğol ordularının içindeydi.”

 

Bu tarihi notlarda Mevlana’nın yaşadığı zaman diliminin siyasi olaylarını görüyoruz. Bu dönem Moğolların güçlü bir devlet olduğu zamana rastlıyor. Tabi biz Müslümanlar olaylara bu yönü ile hiç bakmamışızdır. Bu konunun devamında Prof.Dr. Mikail BAYRAM ; İbni Bibi, Cavlaki dervişleri Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açmaya çalıştıklarını İbni Bibi diye bir zatın söylediğini ve yine Mevlevî kaynaklara göre, Moğollar’ın Kayseri'de bu kadar büyük bir katliam yaptıktan sonra Seyyid Burhaneddin'e paralar verdiklerini ve nitekim, bu olaydan iki sene sonra vefat eden Seyyid Burhaneddin’in türbesinide Moğollar’ın inşa ettiğini söylüyor.

 

Hakikaten olayın tarih boyutu açısından ilginç bilgiler var. Üstelik bu bilgilerin çoğuda Mevlana’nın kendi eserlerinden alınma. Mevlana "Fihi Mâ Fih" adlı eserinin 100-103’üncü sayfalarında; Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki; Cengiz Han, Allah'tan mesaj aldı ve Allah'tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana demiş ki, "Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret." diyor. Fakat Mevlana’nın nasıl olupta Müslüman türk devleti olan Harzemşahları değilde Putperest olan Cengiz Hanı (Moğolları) savunabildiği çok şaşırtıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Öyle ya Mevlana günümüze kadar ismi gelmiş büyük bir Alim ve evliya bir şahsiyet. Üstelik aynı şeyi Mevlana’nın yakın dostu Şemsi Tebrizi’ninde kendi yazdığı makalatında yaptığını görüyoruz. Moğollara muhalif olanlarla munakaşalar yapıyor ve onları susturmaya çalışıyor. İşte yukarıda ki Mevlana’nın Cengiz Han’ı Müslüman Türkmenleri katletmesi için davet ettiği Cengiz Han bakın neler yapıyor.

 

“Cengiz Han’ın orduları, 1220 tarihlerinde hiçbir mukavemet görmeden Buhara şehrine girdiler. Cengiz Han, Buhara’da bulunan Ulu Cami’ye atı ile beraber girdi. Ve dedi ki:

Burası Sultan Mehmet’in evi midir?

Hayır, burası Tanrı evidir! Diye cevap verdiler.

Cengiz Han, derhal atından inerek halka şu hitapta bulundu:

Ey ahali! Günahkârınız çok büyüktür. Ben ise gaza-ı ilahîyim; sizlerin başınıza Tanrının yaman bir belasıyım. Hakanınız Sultan Mehmet çok suçludur. Bize yapmadığını bırakmamıştır. Bu sebeple buralara geldim. Şimdi, yeraltına gömdüğünüz ne kadar servetiniz varsa getirip önüme yığın!

Halk, bu putperest Moğol hükümdarından korkarak, gizledikleri ne kadar servetleri varsa hepsini teslim ettiler. Askerler ise Buhara’yı baştanbaşa yağma ettiler. Bundan sonra Cengiz Han, Batı Türkelinin yüksek bir medeniyet merkezi olan Semerkant şehrine hareket etti. Halk, bu şehri müdafaa etti. Moğollar şehre girince önlerine geleni kılıçtan geçirdiler."

 

O döneme ışık tutan Anadolulu bir kadının “Teşriigulervah” adlı bir eseri var. Eserinde O kadı, bazı şeyhlerin, bazı dervişlerin, özellikle de Kalenderi dervişlerin Moğollara ajanlık görevi yaptıklarını söylüyor. Meselâ Barak Baba'yı söylüyor, adını vererek, "Bu Kalenderi derviş Moğolların ajanıydı" diyor, "Mahmut Han’ın ajanıydı" diyor.

 

Yine Mesnevide de anlatıldığı üzere Prof.Dr. Mikail Bayram şu ifadelere yer veriyor; “Moğol Hükümdarı, İlhanlı Hükümdarı Hulagu Han Bağdat'ı fethettikten sonra, Bağdat'ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır'a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır'da halifeliğini ilân etti. Şimdi Mevlana Mesnevî'sinde "Mısır Halifesinin Hikâyesi" diye bir hikâye anlatır ve çok terbiyesizce bir hikâyedir, ben burada ifade etmiyorum. Çünkü o kabak hikâyesinden daha edep dışı bir hikâyedir. Orada meselâ Mevlana Sultan Baybars'ı ve Mısır'a kaçan Ez-Zahir Billah'ı tahkir ediyor, rezil etmeye çalışıyor ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışıyor. Bakın yine Mevlevî eserlerde, Menakıbıl Arif'inde anlatıyor, bunu teyiden başka bir şey de var. Menakıbıl Arif'inde diyor ki, Mevlana etrafındakilere şu mesajı veriyordu: Diyordu ki, "Hulagu Han Bağdat'ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat'ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı."

 

Buradaki anlatılan şeylere dikkat ediniz Mevlana’nın övdüğü Moğol Hükümdarı Hulagu Han putperest bir hükümdar. Ez-Zahir Billah ise Müslümanların son halifesinin oğlu ve yorum size ait.

 

 

“Mevlana'nın kişiliği ve şahsiyetiyle ilgili de bir şeyler söylenmiş. Mevlana, Mansur Hallaç gibi, Bayezdid-i Bestami gibi, Ebul Hasan Garagani gibi, Şakıki Belkı gibi İranlı, İran kültürünün ürünü olan mutasavvıfların yolunda bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulaliye mezhebindendir deniyor. O halde Mevlana da Hulaliye mezhebindendir. Meslevî'sinde de Bayezid-i Bestami hikâyesi var. Orada Mevlana Hulal felsefesini anlatıyor.

Hulal felsefesi, yani Allah insanlara hulal eder. Bu Hristiyanlıktan gelme bir inançtır da. Çünkü Hristiyanlıkta biliyorsunuz, apoklif Hristiyan mezheplerde diyorlar ki, özellikle Nasurîler diyorlar ki, "Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa'ya hulal etti ve Hazreti İsa'nın şahsiyeti ilâh oldu, Allah oluverdi." Böyle bir mezhep var. İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantısı da Hulaliyecilerdir.”

 

Birde Mevlana’ya ait olduğu sözler ve rubailer var. Bu konuda bazı çelişkiler mevcut. Mevlana’yı savunma adına söylenen "Ben hep yaşadım kul olarak Kur'ana, topraktım ömrümce Muhammed yoluna. Gerçeklerden apayrı anlam çıkaran haksızdır, usanç verir bu sözlerle bana" sözü hakkında Mikail Bayram, Hulki Cevizoğlu ile olan söyleşisinde nasıl izahlarda bulunuyor.

”Önce bu rubai, bu dörtlük Mevlana'nın Divan-ı Kebir'indendir deniyor. Bakın, bu Divan-ı Kebir denilen eser Mevlana'ya ait bir eser değildir. Ben Divanı Kebir'in, orijinal başlığıyla söyleyeyim; Divan-ı Kebir Ezan-ı Mevlana Mis" başlığıyla. Divanı Kebir Mevlana'nın eseri değildir. İran'da bir tebliğ sundum ve İranlı bilim adamları, bilim çevreleri benim bu tezimi kabullendiler ve sonra kendileri, özellikle İran'da çok tanınan Abdulkerim Suruş Bey, benim bu telkinlerimden sonra Divanı Kebir'de Mevlana'ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 miktarındadır. Dolayısıyla, Divan-ı Kebir'den bazı şeyleri okudukları zaman, Divan-ı Kebir'in Mevlana'ya ait olmadığını da bilmeleri gerekir. Birtakım yanlışlıklar yapılıyor...

Hayır, Divan-ı Kebir ona ait değil.

Peki, şu sözlerde mi ona ait değil? Bakın, diyor ki, sizin eleştirilerinize burada olmadığı için sözleriyle, eseriyle cevap verecek tabiî; diyor ki, "Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de" diyor.

Efendim, hele o hiç, o hiç Mevlana'ya ait değil. Çünkü Mevlana'nın o orijinal Divan-ı Kebir nüshalarında da bu mevcut değil.

Çok üzülerek söyleyeyim, bugüne kadar hep Mevlana hakkında yalanlar uyduruldu.

Efendim, ben diyorum ki, bakın Mevlana'nın Divanının orijinal nüshası Mevlana Dergâhında bulunuyor. Divan-ı Kebir'in iki tane orijinal nüshası orada var. Bu rubai orijinal nüshalarda mevcut değil. Sonradan Mevlana'ya uydurulmuş, izafe edilmiş şiirlerdir. Divan-ı Kebir böyle oluşmuş. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Ben Divan-ı Kebir'de 18 ayrı şairin şiirlerinin bulunduğunu tespit ettim. Bu şairler arasında Mevlana'dan sonra yaşamış olan şairler de var. Hatta Divan-ı Kebir'de Mevlana'dan sonraki olaylara, Mevlana'nın ölümünden 7 sene, 10 sene sonraki olaylara değinen şiirler var. O şiirler Mevlana'ya ait değildir. Bunları her bilen konuştuğu için, maalesef ayakları da yere basmadığı için, bu sefer Mevlana hakkında uydurma haberler, uydurma bilgiler yaydılar. Maalesef Türkiye, işte o yalan bilgilerle hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor veya bilim çevreleri o yalanlarla hayatiyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar.

 

Efendim, ben esas onu tebarüz ettirmeye çalışıyorum. Şimdi, Mevlana zamanında Anadolu'da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı.

Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlana o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş'a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Nasrettin Hoca'ya ağır hakaretlerde bulunmuştur, Sadrettin Konavi'ye ağır ağır hakaretlerde bulunmuştur.

Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlana'ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin mallarını müsadere etmiş, Türkmenlerin mallarından, müsadere ettiği mallardan Mevlana'ya 700 dinar göndermiş. 700 dinar 70 deve parasıdır.

Moğollar Mevlana'yı desteklediler, onu söylemek istedim. Moğollar Mevlana'yı desteklediler, Mevlana'yı Anadolu'nun şeyhi, "Şeyh-i Rum" yaptılar. Mevlana'ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler, özel bir ferman çıkardılar.

Bugüne gelince, ben bugünü de söyleyeyim mademki ısrar ediyorsunuz. Mevlana'yı bugün reklâma eden, Mevlana'yı anlatan bizim yerli ulema değildir. Mevlana'yı Avrupalılar lanse ediyorlar.

Şundan dolayı: Çünkü Mevlana'nın felsefesinde emperyalizme yatkın insan yetiştirme Mevlana'nın hedefidir. O dönemde Moğollar Moğol emperyalizmine yatkın insan tipi yetiştiriyordu, yetiştirmeye çalışıyordu, dolayısıyla Mevlana'nın felsefesi bu yönüyle Anadolu insanını Batı emperyalizme yatkın hâle getirme çalışmalarıdır.

Dolayısıyla, bunu Nicolson gayet iyi biliyor, bunu Anna Masalla gayet iyi biliyor, Annamary Schimmel gayet iyi biliyor; dolayısıyla Avrupalıların Mevlana'ya sahip çıkmaları Anadolu'yu sömürgeleştirme felsefesinin bir uzantısıdır.

 

Anadolu'ya geldiği zaman da, Anadolu'da ve çevresinde İranî bir çevre vardı. O İranî çevrelere hitap ediyordu. Daha sonra Moğollara hitap etti, Moğollara hizmet etti, hayatı boyunca Moğollara hizmet etti, sadece kendisi de değil oğulları da. Çok önemli bir şey söyleyeyim. Mevlana, oğlu Alaaddin Çelebi'yi Moğollara karşı isyan ettiği için oğlu Alaaddin Çelebi'yi bir müridine öldürttürdü, oğlunun cenaze namazını dahi kılmadı; bakın, bunu biliyorlar mı? Öyle Mevlana havarisi kesiliyorlar; Mevlana oğlunu öldürtmüş, oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu Mevlevî kaynakların hepsi yazar.

Mevlana büyük bir filozoftur, Mevlana büyük bir şairdir; ben bunlara hiçbir şey demiyorum. Mevlana, son derece hayal gücü yüksek olan bir şairdir. Ben Mevlana'yı 18 yaşından beri orijinal eserlerinden okuyorum, öyle yamalı bohça gibi de değil, tertipli olarak, düzenli olarak okumuşumdur. Dolayısıyla, Mevlana'nın felsefesine gelince, Mevlana'nın felsefesi, az önce dedim, Hulûliye felsefesine mensuptur; birinci husus bu. Tasavvuf yolunda ise, tasavvufî meslek ve meşrebinde ise, "Seyri Sülûkî Enfüsi" yolunu tutan bir mutasavvıftır.

Seyri Sülûkî Enfüsi'nin anlamı şudur: İnsanların, müritlerin kendi benliklerini düşünerek ruhlarındaki derinlikleri teşhis etmeye çalışmak suretiyle onlara o yönde zikirler, vird'ler yaptırmak suretiyle onlara belli bir kıvam vermeye çalışan bir tasavvufî mekteptir, tasavvufî eğitim metodudur.

Çünkü, az önce bakın Gazali'yi tenkit ettiler, haklı olarak tenkit ettiler, Mevlana işte o yolun adamıdır. Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlana, "Aklı Kur'an kundrahim Mustafa" dediği zaman, "aklı Mustafa'nın yoluna hayran et" dediği zaman akliyeciliği yermektedir. Mesnevî'indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Bunları okuyanlar anlamıyorlar. Bakın, Bayraklı işte bunu okumalıdır, bunları okumalıdır. Mevlana Mesnevî'sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi'ye hakaret etmektedir, Fahrettin-i Razi'yi tahkir etmektedir. Neden dolayı? Akliyeci olmasından dolayıdır. Dolayısıyla, Anadolu'nun fikren geri kalmasında, Anadolu'nun ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında... Mevlana'nın adamları Ahi Evran'ı öldürdüler, oğluyla beraber, oğlu Alaaddin Çelebi'yle birlikte Ahi Evran Nasreddin Mahmut'u Mevlana öldürttürdü. Bakın, bunları bilmiyorlar. Dolayısıyla, "Mevlana Anadolu'ya ne vermiş" dediğimiz zaman bunları göz önünde bulundurmamız lâzım. Felsefe olarak Anadolu'ya ne getirmiştir, bunları bilmemiz lâzım. Ayakları yere basmadan konuşan arkadaşlar, bu meselede önce ayaklarını yere basmalıdırlar. Mevlana'yı Mevlana'nın eserlerinden öğrenmelidirler.”

 

Tüm bu izahlardan sonra birde Mevlana’nın semahı meselasi var. Mevlâna’nın semâ'ı hakkında en geniş malumat yine Mevlâna döneminde yaşamış olan Ahmet Eflâki’nin Menâkıbu'l-Ârifin isimli eserinde bulunmaktadır.

 

Semâ'ı ibadet haline getiren Mevlâna’nın Şems-i Tebrizî ile buluştuktan sonra semâ' etmeye başladığı nakledilir. Mevlâna’nın yanında kırk yıla yakın bir süre bulunduğunu eseri Risâle-i Sipahsalar'da ifade eden Ahmed b. Feridun Sipahsalar, Mevlânâ'nın Şems-i Tebrizî ile mülakatından önce semâ' etmediğini, Şems'in talebi üzerine semâ' etmeye başladığını ve bunu ölünceye kadar bırakmadığını, onu yol (tarîk) ve âyin haline getirdiğini nakleder.

 

Sultan Veled ise İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna’nın Şems ile tanıştıktan ve ayrıldıktan sonra, gece gündüz bağırıp çağırarak semâ' ettiğini, yerlerde dönerek raksettiğini, mutriblere altın ve gümüş verdiğini, nihayet çalıp söylemekten kavâllarda takat kalmadığını ve bütün şehir halkının ona uyarak semâ'ya dâhil olduğunu kaydetmektedir.

 

Mevlânâ semâ' esnasında büyük bir vecd içinde, her şeyde Allah'ı gördüğünü söylüyor, şevkinden, neşesinden sabahtan gece yarılarına kadar semâ' ediyor, bazen bu süre bir haftayı aşıyordu. Bir defasında Ilgın'da kırk gün semâ'a devam etmiştir. Bazen ise uzun müddet semâ'da kaldığında mürîdleri durması için ricada bulunmuşlardır.

 

Mevlânâ uzun süre yemek yemeden de semâ' etmiş, "el-cû', el-cû' sümme rucû"' (açlık, açlık, sonra Allah'a dönüş) diyerek semâ'a devam etmiştir. Nadir hallerde semâ' esnasında kendini kaybetmiş, üzerinde ne varsa çıkarıp kavvâllere vermiş, etrafında bulunanlar Mevlânâ'nın üzerine yanlarında ne kadar kıymetli elbiseleri varsa atmışlardır. Mevlânâ bazen devrin ileri gelenlerinin hanımlarının semâ' davetlerine icabet etmiş, gûyende, defçi ve neyzenlerin çalgı ve şarkıları refakatinde semâ' etmiştir.

 

Eflâkî'nin naklettiği bu rivayetler içinde en meşhur olanı ise; Mevlânâ’nın Selahaddin Zerkûbî'nin dükkanından gelen çekiç seslerine ayak uydurarak semâ' etmesidir. Bir başka nakilde ise; bir meyhanenin önünden geçerken içeriden gelen rebab seslerine ayak uydurarak da Mevlâna semâ' etmiştir.

 

Yukarıda sema ile ilgili bilgilere baktığınızda hayretler içinde kalıyorsunuz. Mevlana’nın durumu sanki bale yapan kimseleri andırıyor. Üstelik böyle bir şeyin İslami hiçbir yanı da yok. Zaten bu konunun uygun olup olmadığı o dönemde de çok tartışılmış. Bu tarz bir İslami algının neden yerleştirilmeye çalışıldığını anlamak hiçte zor görünmüyor. Yukarıdaki bilgilerde bu konuya ışık tutuyor. Memleket ateşler içinde Müslüman devletler putperest Moğolların istilası tehditleri ile meşgulken Mevla’na aç susuz kendinden geçmiş bir köşede uyuyakalmış vaziyette bir şeylerle uğraşıyor. Ve bu duruma İslami bir anlam katarak bunu tüm Anadolu’da yaygınlaştırmaya çalışıyor. Üstelik bunun için müritlerine paralar dağıtıyor. Sürekli sokak ortasında, meyhaneden gelen çalgı sesinde danslar yapan Mevlana bu paraları nereden buluyordu acaba.

 

Zaten ilerleyen yıllarda bu garabe duruma Osmanlılar bile tahammül edememiş olacak ki; 17. yüzyılda diğer tarikatlarla birlikte Mevleviliğin de bir gerileme, hatta lağvedilmesiyle karar verilmiştir.  Tarihe “Kadızadeler Olayı” olarak geçen bu dönemde Osmanlı sultanı IV. Murad’ın paşalarından Fazıl Ahmed Paşa, yoldan çıkmış tarikatlar olarak gördüğü bu tarikatlar içerisine Mevleviliği katarak yasaklamış ve Sema’yı yasaklatmıştır. Bu olay Mevlevileri çok etkilemiş ve “Yasağ-ı bed” (1666) (kötü yasak) olarak adlandırılmıştır. Bu yasak 18 yıl sürmüş ve 1684’te kalkan yasağın ardından Mevleviler yeniden Sema dönmeye başlamışlardır.

 

Şimdi ise Mevlana’nın İslami bir yönünün olup olmadığını Kur’an’a başvurarak incelemeye çalışalım;


”Celaleddin üzerinde asıl şiddetli ve sarsıcı tesiri 1244 yılında Konya'ya gelen, Şems-i Tebrîzî adındaki, bir rivayete göre İsmailî bir ailenin çocuğu olan derviş ile tanışması yapmıştır. Celaleddin'le Şems attı ay bir hücrede halvette kalmışlar, ve ona ne olmuşsa bu halvetten sonra olmuştur. Daha önce sema ve raksa rağbet etmeyen Celaleddin, bu halvetten sonra hiç semâ'dan hâli kalmamış.

 

Celaleddin Şems'e, "tasavvufi manada âşık" olmuştur. 1273 Yılında Konya'da ölmüştür.

C. Rumî'nin Kur'anla taban tabana zıt panteist fikirlerinin perde arkasındaki gerçek müessir nedenin, kitabî İlimlerin düşmanı olduğu söylenmiş olan  Şems adındaki bu derviş olduğunu anlamak zor değildir. Celaleddin'in kendisine, ne idüğü belirsiz bir aşkla aşık olduğu bu kişi, Celaleddin'e, Adem'den beri Cihan'da "evliya-yı kâmil" bulunduğunu; bunların zahiri ilimler erbabınca bilinemeyeceğini telkin etmiştir. Şems'e göre bu "evliya" makamının üstünde bir de "maşuk" makamı vardır ve kendisi de gizli olan bu makamın temsilcilerinden biridir.
[i][10]

İşte bu mistik hezeyanlarla kurulan, bir anlamda beyni yıkanan Şems'in, varsayımsal makamlarla ona çizdiği tasavvuf! hedeflere kendisini kitleyen Celaleddin'in panteist düşüncelerinin hikayesini anlamak güç olmalıdır.
Şems'in, yanından ayrılıp gitmesiyle adeta çılgına dönen Celaleddin, kendisini sema'a vermiş, Şems için yazdığı şiirlerinin mecmu'una “Divan-ı Şemsül Hakayık" adını vermiştir.

Celaleddin Rumî 25.700 beyitlik Mesnevisini en fazla Hüsameddin çelebi adındaki yakın müridi ve dostunun teşvik etmesiyle yazmıştır.  Celaleddin söylemiş, Hüsameddin yazmıştır.

Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems'in telkinleriyle batini ilim dedikleri sapkınlıklara kendini o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebt'nin (vahiy katibi demek daha doğru olur herhalde) kaleme aldığı şiirlerini, yani tamamen beşer ürünü olan sözleri, Alemlerin Rabbi Allah'dan inzal olunan Kur'an-ı Kerim'le boy ölçüştürmüştür. Gerçi, değil boy ölçüştürmek, Kur'an'dan yüce sayması da mümkündür, çünkü ilahlık makamına ulaşan bir kişi için bu sıradan bir iştir.

Tasavvuf dîni ulularının kendilerini değil peygamberden, Allah'dan bile yüce

saymaları yadırganacak bir inanış değildir. Dolayısıyla Mesnevi'nin Kur'an'la eşdeğer, hatta ondan da üstün görülmesine şaşmamak gerekir.


Celaleddin Rumi, Mesnevinin Arapça dibacesinde kitabıyla ilgili aynen şunları söylüyor:

"Mesnevi-i Kerîm, salih elçiler (katipler) eliyle yazılmıştır. Ona temiz (mutahhar) olanlardan başkasının el sürmesine mani olurlar. Mesnevi Alemlerin Rabbinden indirilmelidir. Bâtıl onun önünden de, arkasından da yaklaşamaz. Allah onu korur ve gözetir... Mesnevinin başka lâkapları da vardır. O lâkapları Allahu Teala vermiştir. Fakat bu azıyla yetiniyoruz." [ii][14]

Mesnevi sarihlerinden Tahirul Mevlevi, Şeyhi Celaleddin'in bu sözlerinin Vakıa suresi 78 (v.d) ayetleriyle, Abese 12-15. ayetlerine nazîre olduğunu kabul eder.

Tahirul Mevlevi, Mesnevi'yi Kur'an gibi Allah kelamı saymakta pirinden daha pişkindir: Mesnevi için "onun önünden de arkasından da bâtıl yaklaşamaz" ifadesini, Fussilet-42. ayetiyle bağdaştırır.

 

Mevlevi devamla şöyle der;

"Cânib-i ilahî'den vahy-i münzel olan Kur'an-ı Kerim nasıl avn-i Samedanî'de ise, onun evvelinden de, sonundan da bâtıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa Mesnevi de öyledir. İlham-ı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkân yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabü değildir."

 

Demek ki, Mesnevi'deki bütün sapık hikayeler, örneğin (okuyuculardan özür dileyerek, mecburen atıfta bulunmak zorunda olduğumuz) kabak hikayesi ve bizim aynen iktibas etmeye haya ettiğimiz, homoseksüel ilişkilerin tasvirine ilişkin terbiye dışı, ateist bir insanın bile yazmaktan ar edeceği sözler de -haşa- Allah tarafından nazil olmuştur Celaleddin'e..

Görüldüğü gibi, ayrı bir dinin mensubu olan sûfî ekolü, Kur'an ayetlerini sapık amaçları için kullanmaktan hiç bir çekince duymamışlardır. Bu konuda zerre kadar Allah korkusu taşımamışlardır.


Mesnevi şiirleri Celaleddin Rumi'nin, bilhassa efendisi Şems'in gitmesinden sonra, mahiyetini bilemediğimiz aşkının ızdırabıyla yakıştırdığı sözler olup; sufî tabakasının manevî dedikleri, bize göre gerçeğinden hiç farkı olmayan sekr (sarhoşluk) halinin bir ürünüdür. Sarhoşken sarfedilmiş sözleri, Allah'ın kelamıyla kıyaslamak, putperest insanların bile girişmeyeceği bir haddini bilmezliktir. Biz böyle bir kıyasın, sahibinin, imanla-islamla alakasının bulunmadığının bir deklarasyonu olduğunu kabul ederiz. Çünkü tevhîd, Allah'ın otoritesine hiç bir ortak kabul etmemektir. Celaleddin Rumi kendisini Allah'ın otoritesine ortak görmektedir.“(KuranveBiz)

 

Mevlana, ''Fihi Ma Fih'' adlı eserinde İslam’ın başörtüsü hakkındaki kesin hükümlerine rağmen bakın neler söylemiş:

 

''İnsanlar, men edildikleri şey konusunda aç gözlü olurlar. Sen ne kadar kadına 'kendini sakla, örtün' diye emredersen, onda kendini gösterme arzusu o kadar fazlalaşır. Erkeklerde de örtünüp kendini gizlediği için, o kadını görme isteği artar. Şu halde, sen 'örtün' demekle her iki tarafın da görmek ve görünmek arzusunu kamçılamış oluyorsun ve bununla da kadını yola getirdiğini sanıyorsun. Bu yaptığın şey, bozgunculuğun ta kendisidir.''

 

"Daha düne kadar çook büyük bir İslam büyüğü bildiğiniz nicelerinin tepesine kadar şirk içinde olduğunun delillerini görüyor ve şaşırıp kalıyorsunuz. Nice büyüklerimizin (!) insanları küfre, şirke sokmakta, şeytanı da geride bırakacak derecede büyük şeytanlıklarını görüyor, okuyorsunuz. Allah'ı koynuna alanları, haramı helali 'derya gibiler'e kaldıranları, karısını evinde gelip gidenlere ikram eden (abdal tabakasına ermiş) velileri, gaybı bilen ve gezdiği yerlere bereket yağdıran efendileri, Kuran'dan 700 yıl sonra yazdığı şiir kitabı için 'Alemlerin Rabbından indirilmedir' diyenleri ve daha şeytanın aklına gelmeyenleri insanların başına getirenleri tanıyorsunuz. Düşünürseniz göreceksiniz ki bunların müslümanlıkla uzaktan yakından ilişkisi yoktur ve olamaz da."(Ercümend Özkan) Dünlerde yaşananlar buğünlere ışık tutacak nitelikte. Bugünlerde de diyalog adı altında Türkiye’deki Müslümanların batıya karşı dirençleri kırılmak istenmektedir. Tıpkı Mevlana’da olduğu gibi bu tarz kirli ilişkileri olan kimseler batı tarafından desteklenmektedirler. Dünyanın hemen her yerinde dünya Mevlana Günleri tertiplenip batılılar tarafından sahiplenilirken yine hoşgörü ve diyalog adı altında Fetullah Gülen’e dünya üniversitelerinde kürsüler açılmakta savunageldikleri ılımlı İslam projeleri tüm Müslümanlara model olarak sunulabilmektedir. Onbinlerce Müslüman Türkmenlerin katledilmesini görmezden gelen Mevlana gibi yine bugünlerde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında kaybettiğimiz binlerce akrabalarımıza rağmen Batı ile kişiliksiz kimliksiz anlaşmalar imzalanmakta batı kulübüne girmek için adeta çırpınılmaktadır. Bir yönü ile bu tarz davranışlar gerçektende psikolojik bir hastalık halidir. Bir toplum nasıl olur da annelerini,  babalarını,  atalarını katleden bir başka topluma aşık olabilir. O yüzden bu tarz şeylere şüphe ile bakmak, araştırmak çok önem arz ediyor. Falan kişi şöyle imiş falan böyle imişlerle değil kaynağa dayalı bilgilerle kabullerimizi güçlendirerek bu kimseleri kabullenelim. Bu günlerde yıllar sonra tıpkı Mevlana’ya söylenen bu suçlamalar kendilerini Müslüman olarak tanıtan yöneticiler içinde söylenecektir. Şuan beklide kendilerine destek veren kamuoyu ve Kura’an’ın yeterince kendi dillerinde okunmaması onları haklı gösteriyordur. Fakat Kur’an hakiki manada okunmaya ve hayata yön vermeye başladığında, Müslüman kardeşlerinden milyonlarını katleden kâfir ordularına lojistik destek sağlayan, hava sahalarını kullandıran, kâfir orduları ile ortak operasyonlar yapan, ve bu davranışlarını normal şeylermiş gibi görenler herkes önünde suçlu olarak görüleceklerdir.

 

Mevlana’nın sözlerinde ve tasavvuf ekollerinde sıkça rastlanılan kimi söylemlere de değinmekte fayda var. Bu şekli ile bunların Kur’an’a uygunluklarını incelediğimizde hiçte masumane sözler olmadıklarını göreceğiz.

 

“ Müslümanımsı mistiklerce evliya denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şunlardır.

 

1- Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler.
2- Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3- Duaları makbûldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4- Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5- İslam ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
6- En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler.” V.b.
(Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Yazan Ferid Aydın, Ekin Yayınları, kasım 1996 baskısı, sayfa 286- 287 ).

İnsan-ı kâmil yani şeyhin bu alemde istediği gibi tasarrufta bulunabileceğini söylemeleri.

“İnsan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.” (Muhyiddin İbn el-arabi, Nakş El-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, hazırlayan İlhan Kutluer 1981 Ocak baskısı, sayfa 14).

 

Mevlâna Celâleddinin sözlerinden örnekler:

 

Peygamber olduğunu ilân etmesi,

 

“Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır...”

“Mesnevi Âlemlerin Rabb’inden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir.” ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Önsözden).

 

Aklınca, Kur’an’a nazire yapıyor, zira Kur’an’da şöyle denmiştir. Mealen:

Kendilerine zikir (Kuran) geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. (41 Fussilet 41)

 

Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir. (41 Fussilet 42)

 

Bu naziresinin yanında bir de şöyle diyor:

 

“Biguşâdent hazine heme hil’at pûşid
Mustafa bâz biyâmed heme imân ârid.”


Yani:

“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin,
Mustafa gene geldi, hepiniz iman edin.”
der. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 203.)

Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor :

“İmrûz menem Ahmed ni Ahmed-i pârine
İmrûz merem anka ni murgak-i baçine

 

(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 203).

Yani :

“Bugün Ahmed benim :Ama dünkü Ahmed değil.
Bugün anka benim :Ama yemle beslenen kuşcağız değil”


Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor.

 

“Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı
Tanrılık şarabından
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
ben, sultanların aradığı sultan.”

 

“Ben hacetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.”

“Gönlü sâf sûfiyim ben;
benim tekkem âlem,
medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden.”

“İster münacaat eri ol sen,
meyhane rindi istersen;
bundan sanki ne çıkar ?
Yok Cumartesiymiş, yok Cumaymış,
Bence ne fark var ?


(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlâna Celâleddin, sayfa 292).

Başka bir söylevinde:


“Tekmil medreseler minareler bir gün yıkılmayacaksa,
iman küfür olmayacaksa bir gün,
küfür bir gün imanın yerine geçmeyecekse,
işte o zaman halimiz tamam :
Artık bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur,
ne de dünyamıza layık bir adam.”


(Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 297).


Ve bunlar gibi birçok sözleri olan Mevlâna, hatta şöyle diyor :
“Mansûr, şimdi olsaydı o, beni dâra çekerdi.” (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 226).

Deyip, İlâh’lık iddiasında Hallac’ı Mansur’u aştığını söylüyor.

 

İslam tasavvufu adı altında icat etmiş oldukları, Rabıta; Sema; Çile çekmek; gibi kuralların İslâm diniyle hiçbir ilgisi yoktur. Kendileri de bunun böyle olduğunu bilmelerine rağmen, müridlerini, kutsal bir iş yaptıklarına inandırıp kendilerine bağlamak için bunları yapmaktadırlar. İcat etmiş oldukları bu gibi şeylerden başka, giyimle ve özel sembollerle ilgili icatları da vardır. Taç ve Hırka, Çer ağ, tuğ seçenekleri ile çeşitli renklerle bağlı oldukları tarikatı sembolize ederler, bunlar ciddiyeti olmayan ve konu edilemeyecek kadar basit fakat muridler üzerinde etkili olabilen şeylerdir. Bir futbol takımının taraftarları üzerinde etkili olan forma ve renkleri gibi, muridlerde bu gibi şeylere bağlılık gösterirler. Fakat bu hususlar, sema ve rabıta gibi tarikatların temel esaslarından olmadığı için gerektiğinde uygulamama yoluna da giderler. Bundan dolayı, bu gibi hususlardan çok, sofuların, İslam’da ki “Tevhid” inancına ve diğer İslâmi değerlere karşı yaptıkları saldırıları tanıtmaya çalışalım.

 

Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kâinatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kâinatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur ve bütün kâinat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kâinattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kâinatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkârdır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kâinatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir.

Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul  Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.”

“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”

“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.”

(Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107).

Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin : “(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).

 

Mevlana’dan :

“Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr
Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani
Çend lügat der cihan cumlei mani yeki
Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni”


Şunu iddia ediyor; “Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider” “derken de gelen-giden bütün bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte, âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)

 

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim ? (39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Onca herkes O’dur ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” (Mevlânâ Celâleddin, Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 196.)

 

“Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin’den sen özür dile!”

“Akl-Küll’ün ve canın özür diliyeni sensin;
canların canı, mercanın parıltısı sensin.”

“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.” ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 144 Bent 1807-8-9. ).

Mevlâna bu sözleriyle, ben Allah’ım diyen Hallacı Mansur gibi sabaha kadar Vahdet-i Vücûd’çuluk yaptığını söylemekte bununla da (haşa) “sen Husameddin’den özür dile” demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir.

 

“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkek te kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar.
( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 143 Bent 1785-1786-1788. ).

 

Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş.

 

Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynananın sadece karşı rakipler olmadığından, ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemekte, dolayısıyla da Sofizmin bu husustaki temel düşüncesini vurgulamaya çalışıyor. Hatta mesnevinin 2467–2468. Beyitlerinde Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:

“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.”
( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467–2468. ).

Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini zira haksız olanın Musa olduğunu söylüyor. Şöyle ki :

“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un Musa’dan nefretini, sen Musa’dan bil!” ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent 2481. ).

 

Sofizm zihniyeti dikkate alındığında, Mevlânâ’nın ne demek istediği ve Kuran’dan ne kadar uzak olduğu net olarak anlaşılır. Öbür Sofistlerin durumu da Mevlânâ’dan farklı değildir.

 

Sofistlerin kullandıkları metotlarından biride, kendi yollarını yürütebilmek ve insanları doğru yolda gidenlerin yollarından alıkoymak ve dolayısıyla kendilerine bağlamak için Peygamberleri ve Müminleri kötülemektir. Böylece kendilerinin ve gittikleri yolun iyi olduğunu insanlara yutturmayı amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu tuzaklarını tuttura bilmek için kullandıkları diğer bir metotta “Sağlam akla ve Sağlam duyularla bunların açık ve net olarak yaptıkları öğrenme ve tespitlere karşı çıkmaktır.” Bundan dolayı “Batıniliği” şiddetle savunurlar. Onların batın anlayışına göre örneğin; minare dense, muhakkak bunu kuyu olarak anlamak lazımdır. Birisine bunu yutturdular mı artık ona kabul ettiremeyecekleri hiçbir şey kalmaz. Öyle ki, İslam Dininde Allah bir mi deniyor, sofist buna karşılık her şeyin Allah olduğunu kabul ettirmeye çalışır ve etiket olarak kendisinin Allah olduğunu hemen iddiasının üzerine yapıştırır. İslam dinide Cennet güzelliğiyle mi övülüyor, sofist bunun iyi bir şey olmadığını, ahmakları kandırmak için kurulmuş bir tuzak olduğunu kabul ettirmeye çalışır. İslam dininde cehennem kötü bir yer olarak mı bildiriliyor, sofist onun iyi bir şey olduğunu içindekilerin ondan çıkmak istemediklerini kabul ettirmeye çalışır.

 

Şöyle ki; Cenneti bu kadar kötüleyen sofu’lar, cehennemi övmekten geri durmazlar, öyle ki: Mevlana için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen, insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir.

 

Mevlana bu konuda şöyle demektedir:

“Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur. Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da.
Lâtif iç, hatta kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar? Uzaktır ondan bu. Hatta inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.”
(Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt VI Mevlâna M.E.G.S.B. Yayını. 1988 Çeviren, Veled İzbudak sayfa 311 - 312, beyitler 3928-3929-3930-3931-3932.)

 

Mevlana, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu yani herhangi bir gerçeği temsil etmediklerini söylemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi, bu düşünce Sofizmin temel inancını temsil etmektedir.

 

Bu konuda Mevlana görüşünü şöyle belirtmektedir :

“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )”

“Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün
dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.”
(Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt I Mevlâna, sayfa 280 - , beyitler 3503–3504.)

Yine aynı manada olmak üzere, Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana hakkındaki bazı tesbitleri şu şekildedir:

 

“Onca küfür ve iman birer keyfiyetten ibarettir, hâlbuki (onca) hakıykatı makamına keyfiyet sığmaz (seçme Rubaîler, s.10, rubaî XXXV.) Bu âlem, müslümanlıktan da dışarıdır, kâfirlikten de, Orda ne Müslümanlığın işi vardır, ne kâfirliğin (aynı eser, S.9 rubaî XXX.)”

 

“Medreseyle minare yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. İman küfür, küfür de iman olmadıkça Tanrının hiçbir kulu, hakkiyle Müslüman olamaz (S.23 rubaî LXXXIX)”

“Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderlere helâl olduğunu söyler ve derki :” “Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram.” (seçme Rubâiler, S, 43 rubâi CLXXII.) ( Bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 198 - 199 - 200. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)
Şarap ve şarab gibi pislikler dinimiz icabı bize haramdır. Aşağılık sözünü kendisine iade ederiz.

 

Aşağıdaki şu sözleriyle, Mevlâna Musa peygamberi suçlayıp Firavun’u haklı görmektedir.

 

Müşrikleri övüp, peygamberleri suçlayıp, kötülemek yalnız Muhyiddi-i Arabi’ye has bir durum değildir, bu zihniyet her şeye Allah diyen sofuların temel özelliğidir. Örneğin; bu hususta Mevlana şöyle diyebilmektedir :

 

“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey saf kişi! Firavun’un, Musa’dan nefretini, sen, Mûsa’dan bil! ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 199).

 

Mevlânâ Celâleddinin CEBRİYECİLİĞİ destekleyerek şöyle demektedir :


“Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!

Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir.

O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur.

Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 309-310 b.3889 - 3892. )

Yukarda görüldüğü gibi, tasavvuf mesleğinin önde gelen üç meşhur sofu’su kader konusunda Cebriyecilik yapmaktadırlar fakat bu öbür mezheplerin içinde yer almayacakları manasında da değildir.

Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur, aslında bu iddia sofizmin temel mantığına da uygundur, zira onlara göre hakikat diye bir şey yoktur, her şey birdir.

Hal bu ki, İslâm dininde, iyi ve kötünün varlığı, sabit bir gerçeğin ifadesidir. Bu konuda

 

Kuran’dan mealen:

 

Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve yaşamlarında kendilerini, İman edip iyi amaller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! 45/21

 

De ki : “İyi ve temiz olan şeyle, kötü ve pis olan şey, tuhafına git sade (bu böyledir). Bu itibarla, ey akıl sahipleri, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz. 5/100

 

 Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. 16/90

Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. 4/79

Onlar bir kötülük yaptıkları zaman : “Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler. De ki : Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? 7/28

 

Mevlana’nın Kuran karşıtı olan sözlerinden bazı örnekler :


“Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçıp gider. (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 276 b.3449. )

Bilindiği gibi, Kuran Cebrail vasıtasıyla Peygamberimize Vahye dilmiştir, Mevlana’ya göre böyle bir ilim istikrarsız olup uçup giden bir ilimmiş, geçerli olması için kendisine Allah tarafından vasıtasız gelmeliymiş. Aslında demek istediği, kendisine de peygamberlere verildiği gibi peygamberlik verilmedikçe iman etmeyeceğini söylemesidir.

Bu konuda Kur’an’dan mealen :

Ve onlara bir âyet geldiği zaman derler ki: Allah'ın Peygamberlerine verilmiş olanın benzeri bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz. Allah Teâlâ peygamberliği nereye yönelteceğini en iyi bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapmakta olduktan tuzak ve hileden dolayı Hak Teâlâ'nın katında bir alçaklık ve şiddetli bir azap isâbet edecektir. 6/124

Bu istediği olmayınca da, sofist durur mu; şöyle diyor.

“Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 2 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 101 b.3323. )

Sofu baktı peygamber olamıyor, bu olmayınca yine İlâh’lığından dem vuruyor. Hal böyle olunca da, Ledün ilmini öğrenmek için kelimelerden dolayısıyla kitaptan uzaklaşmayı şart görüyor, şöyle ki:

“Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi, Cilt 1 Mevlana , sayfa 291 b.3642. )


Anlattığı bir hikayede, güya Çinlilerle, Rumlar resim yapma yarışmasına girişmişler, arada perde çekişi olduğu halde Çinliler duvara resim yapmışlar, Rumlar ise karşı duvarı cilalamışlar, perde aradan çekilince Rumların duvarına Çinlilerin resmi aksetmiş ve böylece Rumlar kazanmışlar. Bu örnekle kayıtlı yazılı olanı red ediyor ve bununla vasıtasız bilgiyi övüyor, gerçi örnek çelişkili ve tutarsız fakat yinede iddiasını buna bağlamaya çalışıyor. Şöyle ki:

“Oğul, Rum ressamları, sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana, sayfa 278 b.3483.)

“Onlar, fıkhı ve nahvi, terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana, sayfa 279 b.3497.)

Dini bütün kayıtları terk ettiğini söylüyor, bunun yanında mahf olmayı seçtiğini kendi ağzıyla söylemesi bence ilginç, güya bununla “fenafillâhı” kastettiğini ima etse de.

Ve Sofizmin temel ilkesi olan, hiçbir şeyi gerçek olarak görmemeyi, akla - karanın, doğru ile yanlışın bir olduğunu savunan şu sözleri söylüyor.

“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı).”
“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.”
(Mesnevi Cilt 1 Mevlana, sayfa 280 b.3503–3504.)

İnancı bu olunca aklı sıra Hac etmeyle şu şekilde alay etmeye kalkışıyor:

“Pir ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı
Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin?’ dedi.”
“Bayezid, ‘Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum’ diye cevap verdi. Pir dedi ki : ‘Yol masrafı olarak yanında ne var?”
“Bayezid, ‘İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte’ deyince,”
“Pir (şeyh), ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.”
“O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu.”
“Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını yerine getirdin.”
(Mesnevi Cilt II Mevlana , sayfa 272 b.2238, 2239, 2240, 2241, 2242, 2243.)”  ( Kuran Ve Biz Sitesi)

 

İşte bizim evliyalarımız! Meydanı böyle boş bulmuşlar her telden çalıyorlar. Kimseciklerinde bunlara itirazı olmamış. Hem nasıl itirazı olsun ki? Bu işi nasıl halletmişler bilmiyorum ama bir şekilde Müslümanlara Kur’an’ı okutmamayı başarmışlar. Çok iddialı bir söz olarak şunu söylüyorum ki; Yüce yaratıcıları tarafından kendilerine kitap hediye edilen Müslümanlar hediye edilen bu Kur’an’ı duvarlarına asmayıp anlayacakları bir dilde okurlar ise yeryüzünde bu cemaatlerden hiç biri kalmayacaktır. Böylece hepimiz tek bir ümmet olacağız inşallah.

 

(Hikmet Ertürk / İslam ve Hayat) 

Etiketler : #Celaleddin   #Rumi'yi   #nasıl   #bilirsiniz?   
YORUMLAR
  • hakan   22-07-2010 16:56

    Mikail Bayram, Farsça konusunda her ne kadar uzman olsa da maalesef tarih metodolojisinde zayıftır. Eserlerin bütünü okunduğunda bu çıkarımların yanlış olduğu görülmektedir. Maalesef birçok tarihçi de olan dinî bilmeme olmasa dahi -hoca ilahiyat kökenli- tasavvufu kabul etmeme de etkendir. Bu tip iddialara Osman Nuri Küçük'ün "Mevlananın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Ajanlığı İddiaları" ve Nuri Şimşekler'in "Gülistanda Dikene Takılanlar" vermiş olduğu cevaplar son derece güzeldir. Bulup okumanızı tavsiye ederim.

  • süleyman   28-03-2010 13:00

    herkesin şunu bilmesi lazımki mevlana dedikleri bu sapığin islamla hiç bir alakası yoktur kafirlerin bile curet edemediği sözleri ve fikirleri delili ile meydanda apaçık daha hale insanlar bu kişiyi evliya gibi görüyorsa veya görenlerin imanını kontrol etsin .her kim bu kişiye sevgi gösterirse oda aynı fıkiri benimsemiştir .

  • sedat   26-01-2010 10:26

    bu konuları daha geniş bir platformda dile getirmek lazım yoksa din adına uydurulan ve saptırılmaya calışılan gercek dinin özü olan kurana yöneltmek eğer bukonuların üzerine gidilmezse biraz zorlaşacağına inanıyorum

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN