VAHDET: GERÇEK Mİ HAYAL Mİ?
Selçuk KOÇ
07-12-2023 14:01
Vahdet; Müslümanların sürekli dile getirdikleri ve toplumsal hayatın içerisinde gerçekleştirmesini söylem olarak istedikleri ve Yüce Kitabımız da bizlere hedef olarak gösterdiği çok önemli bir görevimizdir.
Peki dinimiz bu konuda bizden ne istiyor? Vahdet olayını nasıl anlamalı ve ona göre nasıl hareket etmeliyiz? Öncelikle İslâm dini sosyal hayatımızı, toplumsal hayatımızı tanzim ve inşâ etmek için gelmiş bir dindir. Toplumun öznesi insandır. İnsana yön vermesi gereken ve onu inşâ etmesi gereken yegâne kaynak da Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü Kerim kitabımızın hedefinde insan vardır, muhatabı insandır. O dini sosyal hayata hâkim ve müdahil kılacak, o dinin prensipleriyle, mesajlarıyla topluma yön ve şekil verecek olan da yine insanın bizatihi kendisidir. Elbette ki topluma yön vermek ve dinin prensiplerini, yaptırım gücünü kullanarak insanlar üzerinde uygulamak için de otoriteye yani iktidara ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bunun için de toplum içerisinde cemaat olmaya bir topluluk oluşturmaya ihtiyaç kaçınılmazdır. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz, Kerim kitabımızda “sizden hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten nehy eden bir topluluk bulunsun” diye bizlere bildirmektedir. Çünkü toplumda kötülüklerin, haksızlıkların engellenmesi için güce ihtiyaç vardır.
Peki yaşadığımız toplumda ve dünya toplumlarında nice kendilerini İslâm'a nispet eden cemaatler ve topluluklar var olduğu halde niçin topluma güzellikleri götürüp kötülükleri engelle yemiyoruz? Acaba bizler cemaat olmayı yanlış mı anlıyoruz yoksa beceremiyor muyuz? Burada biraz durup düşünmemiz gerekir inancındayım! Bizler toplum içindeki cemaatler, vakıflar, dernekler olarak hep Müslümanların vahdetinden, birlikteliklerinden, bahsederiz. Vahdeti gerçekleştiremediğimizden dolayı toplumdaki yanlış gidişata engel olamadığımızdan dem vururuz. İslâmî olma iddiasındaki bu kadar cemaatler, vakıflar ve dernekler daha kendi aralarında bile toplumsal hayata yön verecek kolektif bir çalışma alanı oluşturamamış durumdalar. Aslında problemden şikâyetçi olan biz Müslümanlar, aynı zamanda problemin de sebepleri olarak ortada durmaktayız. Yani problemleri çözecek olanlar aslında problem üretiyorlar. Bugün farklı cemaat mensupları Müslümanlar olarak bir araya gelip beraber çalışmalar yapamıyoruz, bu olgunluğu, bu basireti, bu feraseti maalesef gösteremiyoruz. Lakin sürekli her cemaat, her vakıf mensubu ve bu camiaların öncü şahsiyetleri hep kürsülerden vahdet, vahdet, adalet, tevhit sloganlarını dile getiriyoruz. İnsanlara hep bu anlayışı ilan ediyoruz ama pratikte bunun karşılığını ortaya koyamıyoruz.
Çünkü bizler cemaatçilik, mezhepçilik, dernekçilik ve benzeri yanlışlara düşüyoruz. Herkes kendi cemaatiyle, kendi mezhebiyle, kendi meşrebiyle sevinir durumdayız. Her cemaatin, her vakfın, her Derneğin kendine göre ilkeleri, fikirleri, düşünceleri var. Tabii bunun yanında bir de İslâm'ın bizlere öngördüğü ilkeler, düşünceler ve mesajlar var. Bizler maalesef cemaatlerimizin, mezheplerimizin, camialarımızın ilkelerini, görüşlerini, düşüncelerini dinin ilkelerinin önüne geçebiliyoruz. Bunun sonucunda da herkes kendi camiasını savunur ve camiasının ilkelerini belirleyici kılmak gibi bir duruma düşüyor. Çünkü herkes kendi camiasının ilkelerini ve görüşlerini mutlak doğru ve tek hakikat gibi kabul ediyorlar. Diğerlerini ise dışlayabiliyor, ötekileştirebiliyorlar, oysa mensubu bulunduğumuz din bizlere bir arada çalışabileceğimizi, topluma kolektif bir şekilde yön verebilmemiz gerektiğini ifade etmektedir. İnsanların, aynı tornadan çıkmış bir kalp ve ürün misali olmaları mümkün değildir. Din bizden bunu da istemiyoruz zaten.
Dinin mesajları, ilkeleri, emir ve yasakları, kuralları vardır ama bunun yanında dinin bazı mesajlarını, ayetlerini insanlar farklı anlayıp farklı yorumlayabilirler. Çünkü insan düşünen, akleden, yorumlayan bir varlıktır. Zaten herkes kendi görüşünü, kendi düşüncelerini doğru ve belirleyici olarak kabul edecek olursa zaten insanlar bir arada, beraber hareket etmeleri ve çalışma yapabilmeleri mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki tekfir dediğimiz sıkıntılı bir mesele Müslümanların gündeminde önemli bir yer teşkil etmektedir. Bunun sıkıntılarını da maalesef ciddi manada yaşıyoruz. Bizler ve bütün İslâmî camialar için İslâm üst çatılıdır. Hepimiz İslâm çatısı altında olmalı ve bu bilinçle hareket etmeliyiz. İslâm'a, İslâm'ın prensiplerine ne kadar uyuyorsak, düşüncelerimizle, yorumlarınızla, yaşayışımızla İslâm nazarında o kadar kıymetli kullar olmuş oluruz. Bizim için de önemli olan İslâm’a uygun düşünüp ve yaşayabilmek ve İslâm’a uygun bir şekilde çalışmalar, faaliyetler yapabilmektir. Müslümanlar mutlaka bu olgunluğa ve bu ferasete ulaşmak zorundadırlar. Yoksa hep vahdet diye diye bölük-pörçük şekilde hayatımızı yaşamaya devam etmek zorunda kalacağız. Geçmişte tefrika içinde olduğu gibi hali hazırda da ve maalesef de gelecekte de bu şekilde topluluklar olmaya devam ederiz.
Müslümanlar mutlaka mezhepçilik, cemaatçilik, dernekçilik anlayışından ve yanlışından kesinlikle dönmek zorundadırlar. Zaten Cenab-ı Hakk’ın bizden istediği de hayırlı bir cemaat olarak zihinsel, düşünsel olarak aynı düşünmemiz ve dini tümüyle aynı yorumlamanız değil, Allah’ın bizlerden istediği tüm emirlerini yerine getirme, yasakladığı kötülüklerden ve fuhşiyâtlardan insanları uzaklaştırma noktasında etkili ve yetkili olmamızdır. Çünkü İslâm dini, topluma iyiliklerin ve güzelliklerin hâkim olmasını ister. Nitekim Hz. Peygamber hayattayken dahi ashâbı arasında farklı düşünenler, farklı yorumlar yapanlar çıkabilmiştir. Bu durum, insanın doğası gereği gayet normal bir durumdur. Bugün gelenek ve göreneklerimizi, mezheplerimizi, tabulaştırmamalıyız. Yoksa sürekli tabularımızı çoğaltarak problemlerimizin daha da derinleşmesini ve çözümsüzlüğe doğru gitmesini sağlarız. Bu da bizim inşâ etmemiz gereken topluma, bırakın inşâ etmeyi çok büyük bir zararımız dokunur. Çünkü biz bu toplumun inşası için görevliyiz. Bizler, tabir caizse problemleri çözmesi gerekenler iken problem üreten kimseler olma durumuna düşmemeliyiz.
Çünkü mensubu olmuş olduğumuz yüce dinimiz, toplumun problemlerini, insanların ihtilaflarını çözmek için gelmiş bir dindir. Bu dinin mensupları olarak bizlere düşen de minimum düzeyde toplum içinde beraberce, kolektif çalışabilme örnekliğini ortaya koymalıyız. Nitekim rabbimiz Nahl sûresinde: “Biz bu kitabı sana indirdik ki insanlar arasındaki ihtilafları çözersin.”[1] diye buyurmaktadır. Maalesef ihtilafları çözen bir kitabın mensupları olarak bizler, ihtilafları çoğaltarak bir hayat yaşıyoruz. Bunun için de birbirimizden uzaklaşıyoruz, birbirimize kardeşten ziyade yabancı gözüyle yani öteki gözüyle bakabiliyoruz. Tabii bunun sonucunda da beraber çalışma gayret ve basiretinden uzak bir şekilde ömrümüzü tüketiyoruz.
Camialar, dernekler, vakıflar olarak çalışmalarımız, gayretlerimiz toplumda etkili ve yetkili bir şekilde kendini gösteremiyor. Bunun sebebi tabii ki yine bizleriz. Oysa Rabbimiz “ayrılığa, tefrikaya düşmeyin gücünüz gider”[2] diye bizleri uyarmaktadır. Bizler ise sanki bölük-pörçük, paramparça olmak bir marifetmiş gibi bunlar üzerinde hâlâ ısrar ediyoruz. Yaşadığımız nice olaylardan ders çıkarıp kendimizi olgunlaştırarak bir değişim ve dönüşüm gerçekleştiremiyoruz. Çünkü ihtilaflarımıza vahyi şahit ve belirleyici, yetkili kılmıyoruz. Herkes kendi hocasının, kendi camiasının görüşlerini, prensiplerini adeta din gibi savunuyor, dinin emirlerinin ve ilkelerinin önüne geçiriyor. Ve böylece de vahyin belirleyiciliği, problemlerimizi çözeceği bir ortam maalesef oluşmuyor.
Yaşadığımız toplumda ve hatta diğer toplumlarda da Müslümanların paramparça olmaları ve birbirleriyle didişmeleri maalesef devam ediyor. Bu durum Müslümanlar açısından içler acısıdır. Bizlere düşen bir an önce vahyin ışığında kardeşliğimizi, birlikteliğimizi tesis etmenin yollarını aramak ve bulmaktır. Bugün yeryüzünde Müslümanlar vahdet olgusunu ortaya koyamadıkları için bunun sancısını Filistin’de ve özellikle de Gazze üzerinden şahit olarak yaşıyoruz. Sayıları milyarları bulan Müslümanlar, bir avuç siyonist işgalcilere karşı kayda değer hiçbir etki ve tepki ortaya koyamıyorlar. Yani siyonistlerin işgaline engel olacak şekilde bir etki ve tepki ortaya koyamıyoruz. Yoksa meydanlara çıkıp slogan atarak tepkilerimizi ortaya koyuyoruz. Ama bunun siyonist çetelere karşı hiçbir yaptırımı söz konusu olmuyor. Siyonist çeteler, insanları bombalıyorlar Müslümanım diyen halklar da maalesef seyrediyoruz. Sadece boykotlarla, oturduğumuz yerlerden dualarla yetinip gidiyoruz. Oysaki Müslüman toplumların en önemli özelliklerinden birisi de zulme engel olmaktır. Tabii ki bunun için Rabbimizin de buyurduğu gibi “düşmanlarınıza karşı hazırlık yapın”[3] emrinin gereğini dahi yerine getiremiyoruz. Çünkü daha kendi aramızda vahdet oluşturamamışız ki o düşmanlara karşı hazırlıklar yapalım ve onların zulmüne engel olalım. Gazze üzerinden bir kez daha muhatap olduğumuz acı durumumuzu bir kez daha bize göstermiştir ki, Müslümanlar cemaatler, vakıflar, dernekler ve gruplar olarak içine düştüğümüz tefrikanın açılarını yaşıyoruz. Maalesef bu büyük yaramıza çare olacak çözümler ve öneriler ortaya koyamıyoruz. Hep problemlerimizi genişletiyoruz ve hep tekrarlar yaşıyoruz. Oysaki yaşanan bu zulümler ilk de değil son da olmayacaktır. Geçmişte Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Cezayir’de, Bosna’da ve benzeri birçok ülkelerde yaşanmış olmasına rağmen hâlâ aynı tablo Müslümanlar açısından devam etmektedir. Müslümanların öncü şahsiyetleri, kanaat önderleri mutlaka bu durum için acilen toplanmalı ve geciktirmeden derhal harekete geçmelidirler.
Maalesef görünen o ki; geçmişte nasıl tefrika içinde devam ettiysek bundan sonra da öyle devam edeceğiz gibi. Ve bu kötü gidişatın maalesef bizden sonraki nesillere de aynı şekilde yansıyacağını görülmekte. Yani içine düştüğümüz tefrikayı bizden sonraki nesillere miras olarak bırakacağımızın bilincinde ve idrakinde olmalıyız. Buna göre düşünüp tedbirler almalıyız. Bizden sonraki nesillere tefrikayı, bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı miras olarak bırakmamalıyız. Rabbimiz, bizden hayırlı bir cemaat, bir ümmet olmamızı istiyor. Öyleyse bunun hakkını vermek ve bu ilhâhî mesajı yerine getirmek için üzerimize düşenleri mutlaka yapmalıyız.
Kur’an-ı Kerim’in diriltici mesajları her daim canlılığını korumakta ve biz insanları doğruya yönlendirmektedir. Öyleyse vahyi, sanki bizlere yeniden inzal oluyormuş ve yeniden bizleri muhatap alıyormuş gibi bismillah deyip harekete geçmeliyiz. Bu noktada Hamas ve Hamas'ın askeri kanadının azimli ne sebatkâr çalışmaları bizlere ibret ve örnek olmalıdır. Aynı zamanda biz Müslümanların eğer Hamas gibi azimle ve gayretle çalışırsak dünyanın gidişatını değiştirebileceğimizi unutmayalım. Hamas’ın ortaya koyduğu mücadele bizlere bir kez daha göstermiştir ki bu hedefe uluşmak ve başarıyı yakalamak hiçte hayal değildir.