Deizm tartışmalarıyla ilgili farklı bir yorum
Kamuoyunu son günlerde etkisi altına alan deizm tartışmasını takip ederken anlamakta zorlandığım en önemli mesele deizm tehlikesinden bahsedenlerin, deizm olarak adlandırdıkları şeyin sınırlarını ortaya koymadan bir vaveyla koparıyor olmaları. Deizm olarak tarif ettikleri şeyin bizim zaten sekülerleşme yahut dünyevileşme olarak adlandırdığımız şeyden farklı bir şey olmadığını ve buna hangi gerekçe ile yaygınlaşan bir deizm inancı adını verdikleri anlaşılması güç bir durumu doğuruyor.
25-04-2018
Türk Alman Üniversitesi öğretim üyesi M. Taceddin Kutay, Star Açık Görüş için yaptığı değerlendirmesinde ‘deizm’ kavramının yanlış kullanıldığını, aslında yaşanan şeyin bir sekülerleşme olduğu vurgusunda bulunuyor. Yeni nesilin içine gelmiş olduğu postmodern dünyanın dinamikleri içinde düşündüğü ve klasik din tasavvurunun dışında kaldığını belirten Kutay, “Kafası eski ile meşgul olanlarımızın algıladığı sınırların dışında bir dindarlık tasavvuru otomatik olarak deizm benzeri yaftalar ile yaftalanıyor. Oysa deizm de mutlakçı bir yaklaşımdır ve nisbi akla aynı oranda uzaktır.” tesbitini yapıyor.
Taceddin Kutay’ın son tartışmalar üzerine yorumu şöyle:
Immanuel Kant “Aydınlanma Nedir Sorusuna Cevap” adlı makalesinin henüz ilk cümlesinde “Aydınlanma insanların elleriyle yarattıkları yetkin olmama arızasından bir çıkıştır” der. Kant’a göre insan kendisini belli kurumların altına koydukça yetkinleşmekten uzaklaşmaktadır; bu sebeple aydınlanma aklı birinci referans olarak belirlemesiyle, insanı kendi kararlarını veren yetkin bir varlık haline getirir. Durumun hiç de Kant’ın temenni ettiği gibi olmadığı Aydınlanma’nın doğurduğu modernitenin mahiyeti ile ortaya çıktı. İnsanoğlu kendi kararlarını vereceği hür bir ortama değil, seküler kurumların kararlarına göre düşünmek durumunda kaldığı bir yetkin olmama süreci içine girdi. Paul Fayerabend bu durumu 1993 yılında ORF’te yayınlanan bir mülakatında “Yetkin olmamak insanoğlunun kaderidir” şeklinde özetledi. En basit örnekle ortaya koyacak olursak, doktora giden bir kimse kendisine rehberlik etmesini beklediği doktorun kararlarının esiri olmakta, bir filozof söylediği sözü anlayacak derinliğe sahip olmayan yargıçlar tarafından muhakeme edilmeye devam etmektedir. Modern düşünce Aydınlanma öncesi ile bir ortaklığa sahiptir ve mutlak bir hakikat bulunduğuna dair bir inanca sahiptir. Bu hakikate akıl ile ulaşılabileceği ve insanoğlunun bu hakikatin tahtında bir varlık olduğuna dair inanış Aydınlanma’nın yerinden ettiği dinden farklı bir inanış önermemektedir. 20. yüzyılın ilk yarısına kadar bu minval üzere devam eden bu durum Thomas Kuhn ve Paul Fayerabend’in yürüttükleri inkommensurabilite tartışmasıyla değişime uğradı. Nisbiyete olan inanç gittikçe yaygınlaştı ve mutlak hakikate olan inancı sarstı. Buna mukabil Fayerabend kendisine yöneltilen eleştirileri cevaplamak için 1990’da kaleme aldığı bir makalede “Nisbiyet inancı, mutlak olana inanç kadar hayali bir düşüncedir; aslında ikisi birbiri ile geçinemeyen iki huysuz ikizdir” demişti. Fayerabend’in bu yorumu yaparken sahip olduğu motivasyon açıktır: Nisbiyet düşüncesi de mutlak düşünce kadar otoriterdir ve insanları kendi sınırları içine alır, sanıldığı gibi bir hürriyet tanımaz! Nisbiyet de bir paradigmadır ve bireyi mutlak olan düşüncesine yanaşmaktan men eder. Bir paradigma işlemez olduğunda ise yeni bir para-digmanın hükümferma olması Kuhn’a göre kaçınılmazdır.
Deizm öyle bir şey değildir
Kamuoyunu son günlerde etkisi altına alan deizm tartışmasını takip ederken anlamakta zorlandığım en önemli mesele deizm tehlikesinden bahsedenlerin, deizm olarak adlandırdıkları şeyin sınırlarını ortaya koymadan bir vaveyla koparıyor olmaları. Deizm olarak tarif ettikleri şeyin bizim zaten sekülerleşme yahut dünyevileşme olarak adlandırdığımız şeyden farklı bir şey olmadığını ve buna hangi gerekçe ile yaygınlaşan bir deizm inancı adını verdikleri anlaşılması güç bir durumu doğuruyor. Zira dini referansları bir kenara bırakmak ve bunu yaparken de Tanrı ile münasebeti tümden kesmemek 19. yüzyıl insanında da var olan, Cumhuriyet’in ilk yılları Türkiye’sinde de yaygın olan bir durumdu. Teşri bir din olan İslamiyet’e ve İslamiyet’in inanç esaslarının bir kısmına bir yandan inanmak, buna mukabil şeriatı ve şeriatın temelini oluşturan esasları ise göz ardı etmek hiçbir zaman deizm olarak adlandırılmadı. Aksine bu dünyevileşmiş kısmî Müslümanlık Kemalist çevreler tarafından asıl olması gereken İslam inancı olarak sunuldu ve birkaç kuşak böyle bir inancı İslamiyet olarak benimsedi. Buna mukabil deizm, kendine mahsus bir tarifi olan ve teknik bir yönelimi ifade eden bir kavramdır ve sınırları çok bellidir. Dinde yaşanan dünyevileşme eğilimlerini ve teşri bir dinde yaşanan lakaytlıkların tümünü deizm olarak adlandırmak en hafif tabirle bir kolaycılık olarak karşımızda duruyor. O halde asıl durum tespiti yapmadan önce bu kolaycılığı bir kenara itmeliyiz.
Kendince inanmaya çalışıyor
Türkiye’nin Osmanlı devri, Ak Parti iktidarına kadar sevmeye ısrarla devam ettiğimiz, ancak özellikle devlet ile ilişkilerimizde referans olarak kullanmakta zorlandığımız bir mazi idi. Ak Parti’nin gerçekleştirdiği dönüşümlerin en önemlilerinden birisi Osmanlı dönemi ile devletin barışmasını sağlamak ve Osmanlı’yı yeniden bir referans haline getirmek oldu. Bu dönüşüm büyük bir heyecanla karşılandı. Toplumumuzun önemli bir kesimi devlet olanaklarını da kullanarak, bu dönemi yeniden keşfetmek ve bu dönemden müdevver olanı zevketmekle meşgul. Popüler kültür ile Osmanlı’yı yoğurarak yer yer ucuz ve sakil, ancak sevindirici oranda nitelikli eserler de ortaya koyarak, kudemâyı yeniden toplumsal hayatın bir parçası haline getirme çabalarına tanıklık ediyoruz. Bununla birlikte bu heyecanın yarattığı anakronik kafa karışıklıkları da gündelik hayatta karşımıza çıkıyor. Bu kafa karışıklığının insanımızı reel hayattan kopardığı anlara tanıklık ediyoruz. Son olarak bir dostumdan dinlediğim bir metrobüs kavgası bu duruma örnek teşkil eder mahiyette: Tartışmaya başlayan iki kişiden birisi “Bre densiz haddini bil!” diye bağırmış ve diğerinin üzerine “Haydır Allah, Yektir Allah” diye nara atarak, sille-tokat atlamış. Bu kafa karışıklığı bir takım şeyleri yargılarken geçmiş ile arasındaki uyumu birincil olarak gözetmek gibi bir arızayı doğuruyor. Değerlendirilen şey, geçmiş örnekleri ile arasındaki uyum nisbetinde kabul yahut red olunuyor. Günümüz reel hayatına olan uyum Türk muhafazakarı için ne yazıktır ki çoğu zaman bir mikyas olarak görülmüyor. 2018 Türkiye’sinde yaşayan muhafazakarların içinde bulunduğu krizi bir cümle ile özetlemek gerekirse “Keşf-i kudemâ ile meşgul olmaktan günümüzü analiz etme kabiliyetini yitirmek” yorumunu tercih ederim. Sadece sanat alanında değil, düşünce dünyasında da Türkiye muhafazakarı ibn-ül vakt olmayı beceremiyor. Bu anlamda modellediği Osmanlı insanının ne kadar ibn-ül vakt olduğunu da ıskalıyor. Böylesi bir ortamda mütemayiz muhafazakarlar arasında sıyrılarak reel bir takım şeyler-den bahseden neredeyse yegane figürün Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğunu görüyoruz. Erdoğan’ın dinde tecdid ile ilgili açıklamaları bu bakımdan reel bir arızanın ortaya konması ve bu arızanın giderilmesi talebinden başka bir anlama gelmiyor.
Günümüz gençlerini tanımlamada kullanılan Y kuşağı, Z kuşağı vb. tanımların ortak noktası, şimdiye kadar alışık olmadığımız reflekslere sahip bir jenerasyonun geldiğinin altını çizme ihtiyacı idi. Bu tartışmalar genel olarak postmodern insan tartışmaları ekseninde sürüp gitti. Bu kuşağın son derece hür olduğu ve ihtiyaçlarını buna göre şekillendirdiği yorumu pek çoklarınca yapıldı. Gelgelelim Fayerabend’in işaret ettiği bir gerçek bu tartışmalar esnasında ıskalandı. Yetkin olmamak ve edilgen olmak hakikaten insanoğlunun kaderidir; zira insanoğlu kamil doğmuyor, sürekli gelişiyor. Günümüz gençlerinin vahşi bir nisbiyet paradigması içinde büyüdüklerini ve dünyayı bu paradigmanın belirlediği ölçütler ile algıladıkları bir hakikat. Kendilerine mutlak olarak sunulan her şeyin bir dayatma olduğunu sanmaları bu vahşi paradigmanın bir dayatması neticesinde sahip oldukları bir algı. Mutlak olana açık değiller, dolayısıyla mutlak bir din yorumunun kendileri için ne anlama geldiği konusunda da bir fikir sahibi değiller. Dini yorumlarken de nispi olma ihtiyacı hisseden bu çocuk “Saçını uzatacaksan ortadan ikiye ayırma mecburiyetin var” diyen Cübbeli Hoca’ya irkilen gözler ile bakıyor. Dine yaklaşımı, hayatını şekillendiren nisbiyet oranında nisbi olmak zorunda bu gencin. Bu nisbiyet, genci, inancını sosyal hayatı ile gerilimsiz yaşayacak bir din yorumuna muhtaç hale getiriyor. Oysa keşf-i kudemâ ile meşgul zihin açısından bu talep bir felaketten başka bir anlam ifade etmiyor. Kafası eski ile meşgul olanlarımızın algıladığı sınırların dışında bir dindarlık tasavvuru otomatik olarak deizm benzeri yaftalar ile yaftalanıyor. Oysa deizm de mutlakçı bir yaklaşımdır ve nisbi akla aynı oranda uzaktır.
Durumun sadece dinden uzaklaşma olmadığını, aksine bir jenerasyon sorunu olduğunu tespit etmek aslında o kadar da zor değil. Zira vahşi nisbi paradigma sadece din algısını etkilemiyor, ideolojileri de etkiliyor. Modern bir ideoloji olarak karşımıza çıkan ve ahlakçı yapısı ile son derece dayatmacı bir ideoloji olarak tanıdığımız Kemalizm, bu jenerasyon tarafından “Diktatör Erdoğan’a karşı bir özgürlük manifestosu” olarak tarif ediliyor. Oysa Kemalizmin cemaziyelevvelini bilenler durumun hiç de böyle olmadığının farkında. Gelgelelim nisbi düşünce yapısı sebebiyle Kemalizmde bir mutlaklık bulunmadığını zanneden genç, Kemalizme kendince anlamlar yüklüyor. Bu durumun benzerlerinin tüm ideolojiler için geçerli olduğunu görmek mümkün. Sevgi insanı Stalin’den bahseden solcu gençlere rastlamak hiç de sürpriz değil. Bu arazlara sahip bir jenerasyonun dine olan yakla-şımını anlamlı hale getirmek için bir takım yorumlar yapılması gerektiği açık. Öte yandan bunun bir jenerasyon sorunu olduğunu kabul etmemiz, kaç kuşak süreceği belli olmayan bu paradigmanın da elbette bir sonu olduğunu hatrımızda tutmamızı zorunlu kılıyor. Dolayısıyla din mefhumunu mutlak nisbi bir mefhum haline getirecek bir algı yaratmak bu yönde yürütülecek çabalar arasında felaket senaryosu anlamına gelecektir. Asıl yapılması gereken nisbiyet dayatmasına duçar olan bu gence, bir dine mensup olabileceği hissini vermektir. Dine ve dini hayata dahil olması mutlakçı yorumlar sebebiyle engellenen, hatta sık sık aşağılanan genci deist olarak yaftalayarak bu mesuliyetten kurtulamayız. Zira unutmamalıyız: Bu genç deist değil, ihtiyaçlarına uygun bir din algısını ortaya koymasına tarih seviciliğimizle biz mani oluyoruz.
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler
- Bir 10 Kasım Mağduriyeti: Dr. Mehmet Arslan Tutuklandı
- İktibas’ın yeni sayısı Bangladeş gündemi ile çıktı
- Diken ve Karanfil
- Hayrola Mahmud Abbas
- Bir milyon yahudi, işgal altındaki toprakları terketti
- Ya Eyyühel Müzzemmil
- Son Seyahatimizden Yansımalar
- Husi: Gazze'ye destek için vurulan gemi sayısı 177'ye çıktı
Makaleler
Hava Durumu