Kemal SONGÜR

10 Eylül 2013

AD KAVMİ VE HUD (A.S.) KISSASI

    Hz. Hud (a.s) ve Ad Kavmi konusuna geçmeden önce, Kur'an'ın kıssaları anlatış nedenlerini, kıssaları nasıl okumamız ve günümüze taşımamız gerektiği konusu üzerinde durmamız gerekmektedir. Kıssaların kalkış ve varış noktası tevhiddir, tevhidin merkeze alındığı bir hayatın kuşanılması ve yeryüzünde adaletin tesisine yönelik yaşanılmışlıklar üzerinden örneklendirilmesine matuftur. İnsanı etkileyen/yönlendiren, sorumlu tutan, insan ile yaratıcı ilişkisinden tutun, insan toplum ilişkisine, bâtılın doğurduğu/doğuracağı olumsuzlukların hakikat ile nasıl izale edileceğine, kısaca insana dair düşünsel/eylemsel her ne varsa her ne yaşanacaksa bütün imtihan çeşitliliğini yaşamış olan nebilerin üzerinden anlatılmakta, aktarılmaktadır, yani insanlığın hayatına ışık tutacak rehberlikler yine insan olan nebiler üzerinden ve bizzat yaşanılmışlıklar ile örneklendirilerek aktarılmaktadır, insanın örnek alabilmesi ve hayatına yansıtabilmesi için örneklerinde kendi cinsinden olma zorunluluğu tartışmadan varestedir.
 
     Kıssalara yönelik şunlar söylenebilir:
 
    1- Rabbimiz, kıssalar hususunda; ‘’Andolsun Biz bu Kur’an’da, (hakikati) insanlara her türlü dolaylı anlatım tarzını kullanarak açıkladık, zira insan, bütün varlık (içerisinde) tartışmaya en düşkün olandır.’’ 18/54
 
    ‘’Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır.’’ 12/111 Temiz akıl sahipleri için kıssaların anlatımında hayatın inşasına dönük yol gösterici doneler-işaretler-tabelalar vardır.
 
    2- Kur'an'ın yarısından fazlasını kıssaların anlatımı oluşturmaktadır. Kıssaların konusu-içeriği-mesajı hayatın düşünsel-eylemsel bütün alanlarını kapsayan/kuşatan imtihan çeşitlerini kapsamaktadır. Hayatın saha ve safhalarına dönük yaşanmış-yaşanılabilir-yaşanılabilecek örneklerle ve ibretlerle doludur, çünkü vahiy bu anlatımlarını insan olan nebiler ve onlara itiraz eden ''insan'' olan sapkınlar üzerinden anlatmaktadır.
 
    3- Zamanı-mekanı-hayatı yaratan Rabbimiz insanlığın yaşadığı serüvenleri anlatarak, insanlığın imtihanı gereği fıtratına ilham edilen (91/7,8) fücur-takva yönünün ve dürtülerinin hiçbir zaman değişmeyeceğini, özde-özünde hep aynı insan olduklarını, sünnetullahın belirli bir zamanla sınırlı olmadığını, kıyamete kadar birbirine hasım ve zıt iki kutbu bünyesinde taşıyan insanların imtihanlarının da özde-özünde aynı olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Yani binlerce yıl önce Muvahhid kimliği ya da tağut/müstekbir kimliği ne ise şimdi de aynıdır, değişenler-değişkenler fıtrat ve ona ilham edilen dürtüler değil, kullanılan araç-gereç, zaman ve mekanlardır..
 
    4- Kıssaların kalkış ve varış noktası tevhiddir, önermeler-yönlendirmeler ve yön-yol göstermelerin özeti tevhiddir. İki aidiyetten, iki yoldan, iki kabulden, iki akıbetten bahsetmektedir. Nebilerin ve onlara itiraz edenlerin söylemlerinden yola çıkarak, şahısların ve olayların tarihsel olarak yaşanmışlığına vurgu yapılması, sonra gelen nesillerin-takipçilerin de (iman edenler ve inkar edenler) aynı kalkış noktalarından hareketle benzer yollarda yürüyeceklerine-yaşayacaklarına ve karşılıklarının-akıbetlerinin de aynı olacağını hatırlatmaktadır. Dolayısıyla kıssaların ön plana çıkardığı ana mesaj, iman edenlerle inkar edenlerin mücadelelerini anlatmasıdır.
 
    5- Kıssalarda geçmiş kavimlerin yaşadıkları hayat serüvenleri, kendilerine verilen nimetlerin hatırlatılması, nankörlüklerinin ve inkarlarının neticesinde düçar oldukları zelil durumları ve helak edilişleri aktarılarak-hatırlatılarak, bundan vahyin ilk muhatabı olan Mekke toplumunun ve daha sonra geleceklerin ibret alması istenmektedir.
 
    6- Vahyin ilk muhatapları olan Mekke toplumunun geçmiş kavimlere dönük algılarında-duyumlarında-bilgilerinde yanlış-eksik-fazla-tutarsız ve hakikatle taban tabana zıt olan anlatımların-aktarımların düzeltilmesi ve yaşanılan gerçeklerin öz-özet olarak anlatılmasıdır. Yani belleklerde var olan kalıntı-hurda-menkıbe-hikaye ve mitolojilerle örülmüş tarihsel bilgilerin-kabullerin hak-doğru haberlerle-gerçeklerle düzeltilmesi.
 
    Dolayısıyla kıssalar konusunda vahye muhatap olan toplum ‘’sıfır bilgi’’ konumunda değildi, Derveze'nin ifadesiyle, kıssalarda anlatılanları vahyin ilk muhatapları olan Mekke toplumu, ya bunları duymuşlar ya tarihi kalıntıları gözlemlemişler ya da başka toplumlardan iktibas etmişlerdi. Daha önce inen ve Kur'an'da anlatılanların içerik olarak benzerini, eksiğini, fazlasını veya farklısını içeren kitapları duymuşlardı ya da görmüşlerdi.
 
    Arap toplumundaki konu zemini, geçmişe ait tarihi olaylarla ilgili bilgilenme yolu iki ayrı unsurdan oluşmaktaydı. 1- Mekke toplumuna ait nesilden nesile anlatım-aktarım yolu olan sözlü-hurafe-hurda rivayet kültürü. 2- Medine toplumuna ait tahrifatlarla (ilave ve çıkarımlarla) dolu olan yazılı Ehl-i Kitap kültürü.
 
    Mekke toplumunun bildikleri-duydukları Ashab-ı Kehf, Alim kul-Musa, Zükarneyn kıssaları gibi anlatılar Ehl-i kitap kökenli kıssalardır.
 
    Mekke toplumunun arkaplanını oluşturan sözlü/şifahi kültür olan rivayet kültürü Kabe dolayısıyla Kabe'nin kurucusu olan İbrahim, İsmail gibi resuller ve onların kalıntısı dini ritüelleri, Mekke'ye çok yakın bölgelerde yaşamış olan Arap etnik menşeli Ad, Semud, Sebe gibi kavimler ve bunlarla alakalı kişi ve olayları kapsamaktadır. Bunun yanı sıra kervanlarla uzun soluklu ve uzak bölgelere yapılan  ticari seyahatler ve çeşitli sosyal vesilelerle karşılaştıkları bilhassa Medine Yahudilerinin kitabi bilgileri vesilesiyle Tevrat ve İncil kitaplarındaki kıssa bilgilerine de uzak değillerdi.
 
    7- Kıssalar, fragman/parçalı olarak ve çoğunlukla mücmel/kısa öz anlatılmaktadır, Kur'an kıssaları tarih kroniği değildir, vahyin iniş ortamına-zamanına ve yaşanan olaylara uygun uyarıcı-sarsıcı-edebi bir tarzda anlatılmaktadır, Kur'an kıssalarının hedefi tarihi malumat ya da hikaye anlatmak değildir, kıssaların hedefi muhataplarına vereceği öğüt, insanın kendi kendisine zulmetmemesi ve  ebedi saadetini/felahını kendi eliyle yok etmemesi, göstereceği yol ve yönelteceği dosdoğru istikametini, nuzül ortamı ve işlenen konulara dönük veciz vurgularla anlatmasıdır.
 
    Kıssalar, şahsiyeti ve toplumu inşa eden hikmetlerle doludur. Her bir kıssa hayatın nasıl okunacağına dair önerilerle ve yönlendirmelerle ışık tutmaya devam etmektedir, tabi temiz akıl sahipleri için.
 
   Günahın içselleştirilmemesi:
 
    Örneğin, Hz. Musa'nın işlediği kaza cinayetinin ardından ''bu şeytan işidir'' diyerek tevbe etmesini hatırlayalım. Yumruğu atan şeytan olmamasına rağmen neden böyle söylemişti. Mısır'lı genci şeytan öldürmemişti, Musa a.s devamında ''Rabbim ben kendime kötülük ettim!'' itirafında bulunmuş ve ''Ne olur beni Affet diye tevbe etmişti. Rabbimiz Musa özelinde bütün iman edenlerin tasavvurlarını nasıl inşa etmeleri gerektiğini bu olayda hem vahyin ilk muhataplarına hem de bizlere anlatmaktadır. Şöyle ki: Günahkârın, kendini işlediği günahın bir parçası haline getirmemesi, günahı içselleştirmemesi. Eğer günahkâr işlediği günahın parçası haline gelir, günahını içselleştirirse, nasıl tevbe edecek, ondan nasıl kurtulacak? Bu takdirde günahını atmak, kendisinden bir parçayı atmak manasına geleceği için, tevbe edip ondan kurtulmak yerine günahını savunmaya başlayacak ve hepten çamura batacaktır. İşte ''bu şeytan işi'' ifadesiyle vahyin inşa etmek istediği muhteşem tasavvur budur. Günahı kurtulunması gereken bir yük, yıkanıp atılması gereken bir kir gibi göstermekle vahiy günahkâra en büyük ikramı yapmaktadır. ''Rabbim! Bundan böyle suçlu ve haksız kimselere asla arka çıkmayacağım!'' 28/17 Yani demek ki Musa'nın asıl günahı suçlu ve haksıza arka çıkayım derken suçsuzun canına kıymaktır. Kaza cinayeti sonuçtur, fakat sebep suçluya arka çıkmaktır. Peki neden? Elbette ''bizden'' gerekçesiyle. Bu olay üzerinden tüm asabiyetlerin (kavim/ırk/soy-sop v.b) cinayetle eşdeğer olduğu ima edilmektedir.
 
    Bir başka örnek, Firavun'nun sembolize ettiği müstekbir/tağut tipolojisini ki; ‘’(me alimtü leküm min ilehin gayri) sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum(28/38), (ene rabbükümül ağle) sizin en yüce rabbiniz benim’’ (79/24)  diyebilecek kadar azgınlaşan ve kendini müstağni gören Firavun’u tanımlamakta ve zulümle icra ettiği yönetim mekanizmasını anlatırken, toplumu sınıflara ayırarak ve ayrılan sınıfları güçsüz/zayıf düşürerek kolayca sömürmesi ve yönetmesi anlatılmaktadır, Firavun-haman-karun ‘’şeytan’’ üçgeninin, yani siyaset-bürokrasi-sermaye üçlüsünün zulüm mekanizmasını icra ettiği hatırlatılmaktadır. Buradan hareketle ‘’dünün-bugünün-yarının’’ bütün zalimlerin fotoğrafı çekilmektedir. Bu uyarıları dikkate alan mustazaflar da ayaklarını denk aldıklarında yeryüzüne varis kılınacakları ilahi müjdesiyle karşılaşmaktadırlar. (28/4,5)
 
    Bir diğeri, Şuayb a.s’ı ya dinlerine geri dönmesini ya da sürüleceklerini söyleyerek tehdit eden kavmin ileri gelenleri, yani ya yerleşik hayat tarzlarını onaylayacaksın ya da sürüleceksin. Hz. Şuayb’ın cevabı, sizin dininize geri dönmek-onaylamak Allah’a karşı iftira etmek olur diyerek reddetmesi. 7/88,89 Dikkat edilirse, Hz. Şuayb’ın karıştığı ve müdahale ettiği alan hayatın merkezindeki ticari-ekonomik işleyiştir. Din kavramı kullanılarak karşılıklı davet ve itiraz konusu işlenmektedir.
 
     KISSALARI NASIL OKUMALIYIZ VE GÜNÜMÜZE NASIL TAŞIMALIYIZ:
 
    1-Kıssaların vahiyde anlatılış biçimiyle-yönüyle yetinilmesi, dersler çıkarılması, nebevi mücadele çizgisinin-duruşunun, davetlerinde neyi öncelediklerinin ve her şeye rağmen vahye sadakat gösterme örnekliklerinin şimdiye/buradaya taşınılması, vahyin anlatımıyla yetinilerek ‘’vahyin anlatmadığı hususlarda’’ asla gayba taş (racmen bil gayb) atılmaması gerektiğidir. (Ashabı Kehf örneğinde olduğu gibi.)
 
    2- Kıssalarda anlatılan, nebilere gönderildikleri toplum nezdinde desteklenmeleri için verilen mucizelere eklemeden-çıkarmadan görmüşcesine iman edilmesi. Denizin yarılmasından sonra Hz. Musa ile birlikte geçmişcesine iman etmek.
 
    3- Kur'an kıssalarında anlatılan olayları, mucizeleri tarihselci okumalarla ve bilimsel kabullere onaylatmaya çalışmaktan ya da tenezzül etmekten kaçınmak durumundayız. Denizin yarılmasını Med-cezirle açıklamak v.b.
 
    Mistik-tasavvufi zihinlerin ürettikleri kıssalara dönük batıni yorumları da hakikate atılan iftiralar zümresinden görmek durumundayız. (Musa'nın şeytanla yolda karşılaşması hikâyesi ve sayısız üretimlerde olduğu gibi)
 
    4- Kıssalarda Rasullere verilen mucizeleri zorlama yorumlarla enflasyona tabi tutarak üretimler-eklemeler yapmaktan kaçınmalıyız. Örneğin, Zülkarneyn'nin Hz. Süleyman'ın sıfatı olduğunu söylemek, Zülkarneyn'nin/Süleyman'ın kıyamet öncesi geleceğini varsaymak, emrine verilen rüzgârla saatte 6000 km. hızla uçan bir aygıt içinde zamanda seyahate çıkarıp bulunduğu çağdan kıyamet öncesi son çağa gittiğini ve yine bulunduğu çağdan 6000 yıl öncesi buzul çağına gittiğini varsaymak gibi vahyin bizatihi anlatmadığı boyutları üretmekten de kaçınmalıyız.
 
    Rabbimiz, kıssalarla ilgili bilmemiz gerekenleri bildirmiş ve bildirmedikleriyle ilgili de gabya taş atılmaması hususunda bizleri uyarmıştır.
 
    Özetle, Kıssalara yönelik ifrat ve tefrite düşülmeden okumalar yapmak, kıssaların kalkış ve varış noktasının tevhid olduğundan hareketle vahyin anlatımıyla yetinmek durumundayız. Son nebi ve son vahiy, kıyamete kadar insanlığın tanık oldukları gördükleri-işittikleri-dokundukları-faydalandıkları güneş-ay-yer-gök-denizler-dağlar-canlıların yaratılışı ve insanlığın hizmetine sunulan sayısız nimetlerin fazlasıyla birer ayet/mucize olduğuna iman etmek ve önceki nebilere verilen ‘’olağanüstü-sıradışı’’ mucizelerin, son nebiye benzerlerinin verilmeyeceği-gönderilmeyeceği, Kur’an’ın ve afakta-enfüste gösterilenlerin yeterli olduğu ''Bizi ayetler/mucizeler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka birşey alıkoymadı'' (17/59) ilahi hitabını dikkate alarak hareket etmeliyiz.
 
Veselamün alel mürselin/resullere selam olsun.
 
O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. 2/285
 
Andolsun, onlarda sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umud edenlere güzel bir örnek vardır. 60/6
 
 Kur’an da kimi elçilerden uzun uzadıya bahsedilmiş, kimisinin sadece ismi yadedilmiş, kimilerinden de hiç bahsedilmemiş, fakat bütün elçilerin gönderiliş gayesi beyan edilmiştir.
 
 ''Andolsun, biz her ümmete: Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının (diye tebliğ etmesi için) bir elçi/resul gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün'' (16/36)
 
   Son Nebiye hitaben ‘’Senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: Ben’den başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet/kulluk edin’’ (21/25)
 
   Allah'a kulluğa davet ve tağuttan uzaklaştırmak, Nur'un/aydınlığın ve dostluğun-yardımın-desteğin yegane adresi olan Rahman'a kul/teslim olmak ve ilahi öğretisine davet etmek, karanlığın ve sahte dostlukların adresi olan tağuttan uzaklaşmak-uzaklaştırmak, işte nebilerin misyonunun özeti budur.
 
    Buradan hareketle kıssaların bizlere anlattığı gerçeklik şudur ki; bütün nebiler yeryüzünün ve onun sakinleri olan insanların ifsat olmaması için, siyaseti-ahlakı-hukuku içinde barındıran Din’e bağlı şahsiyetler-toplumlar-çevreler oluşturmak için mücadele etmişlerdir. Çünkü toplumun adalet üzre yaşayabilmeleri, fesaddan uzak tutulabilmeleri için, ifsad edicilerin-zalimlerin-müstekbirlerin engellenmesi gerekmektedir, Nuh’un a.s duası da bu endişe kaynaklıdır. ‘’Nuh: Rabbim, yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma dedi. Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (facir’den) kafirden başkasını doğurmazlar.’’(71/26,27)
 
    İlahi öğretiyi insanlara ulaştıran nebilerin söylemi-yönlendirmesi ve apaçık davetlerinden anlaşılan şudur ki, tarafın seçilmesi, dost-yardımcı olarak ya Allah seçilecek ya da tağut, biri karanlıklardan aydınlığa diğeri aydınlıklardan karanlığa götürür ‘’Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.’’ 2/257
 
     Kur'an'nın anlattığı kıssaların öznesi olan resullerin, vahyin diliyle söylemlerini, kendilerini tanımlamalarını, mücadelelerini, beklentilerini başlıklar halinde şöyle özetleyebiliriz.
 
    1- Allah'tan aldıkları vahiyden, önce ‘’bir kul olarak’’ kendilerinin sorumlu tutulması.
 
    2- Gönderildikleri kavimlerin diliyle hitap etmeleri. Yani mesajın anlaşılmama ihtimalinin olmaması. 14/4
 
    (çünkü anlaşılmayan-anlaşılamayan-anlaşılamayacak olan bir mesajın gönderilmesinden Rabbimizi tenzih ederiz) Dolayısıyla vahiy de onu ulaştıran nebilerin dili de apaçık anlaşılmaktadır.
 
    3- Aldıkları vahye ekleme-çıkarma yapmadan mutlak sadakat göstererek, kendi hayatlarında bizzat yaşayarak-örneklendirerek davette bulunmaları.
 
    4- Kendilerinin de bir beşer/insan olduklarını ve diğer insanlardan farklılıklarının vahiy almakla sınırlı olduklarını beyan etmeleri. 41/6 Sevgilerini zehirleyenlerin nebileri ilahlaştırmaları, hem nebilere hakarettir hem de Allah’ın gazabına düçar olmaktır.
 
    5- Gaybı bilmediklerini (7/188) ve mucizelerin Allah'a ait olduğunu ifade etmeleri. (6/109)
 
    6- Davetlerine karşılık bir ücret istemediklerini ve ücretlerinin-beklentilerinin Allah'a ait olduğunu söylemeleri. (İslami davetle ilgili bütün yapıp-etmelerden dolayı dünyevi beklenti-kazanç v.s şiddetle uzak durmanın zorunluluğunu anlamaktayız ve bilakis kendimizden harcamalıyız)
 
    7- Davetin konusunu-mesajını vahye yapılan aidiyetle sunmaları, sayısal kazanımları değil vahye sadakatı öncelemeleri. ‘’Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayatında kat kat, ölümünde kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın.’’ (17/73...75) Hz. Nebinin şahsında bütün iman edenler uyarılmaktadır. Neye iman ettiğimiz de, bu iman uğrunda nasıl mücadele ettiğimiz de önemlidir.
 
    Firavun'un koltuğuna-kurumlarına oturarak ya da onun belirlediği sınırlara sadık kalarak ya da sadakat gösteriyormuş gibi yaparak mücadele edilemeyeceğini kendi örneklikleriyle göstermeleridir. Nebilerin takipçileri olan mü'minler de toplanılan taraftarların sayılarıyla değil vahye sadakat gösterip-göstermedikleriyle sorguya çekileceklerini unutmamak durumundadırlar.
 
    8- İlahi öğretiyi inkar edenleri, kendi sahip oldukları şeylerle değil Allah'ın azabıyla tehdit etmeleri.
 
    9- Soy-sop-aile-kavim aidiyeti gözetmeden adalete-erdeme ve üstünlüğün ancak takvada olacağına vurgu yapmaları. İbrahim as'ın babasına dönük (19/47) (9/113,114), Nuh a.s'ın evladına dönük (11/45..47) (iman etmemelerine rağmen) aile bağı kaynaklı yönelişlerinin-beklentilerinin yanlış olduğu noktasında, Rabbimiz tarafından uyarılmaları ve resullerin tevbe etmeleri. Anne-baba-evlat gibi en yakınlarımız dahi olsa inkarlarında inat ettikleri müddetçe Allah’tan mağfiret dilenilemeyeceği, ancak hidayeti bulmaları noktasında dua edilebileceğini anlamaktayız. ''Mü'minler ancak kardeştirler'' (49/10) ilahi beyanı gerçek yakınlığın-dostluğun-kardeşliğin müminler olmakla anlam kazanacağı gerçekliğidir.
 
    10- Ölümün ve dirimin Allah'ın takdirinde olduğuna kesin iman etmekten hareketle, inkarcılar tarafından yapılan bütün tehditler karşısında yılmadan/korkmadan ve asla önemsemeden mücadelelerine devam etmeleri. Yani her şeyin sahibine mutlak güvenilmesi. (Eş koşanlar korkmuyorken, nebiler ortak koşulanlardan ne diye korksunlar ki. 6/81)
 
   11- En yakınlarından başlayarak davette bulunmaları. (26/214 ve enzir aşiratekel egrabin)
 
   12- Önderliği-örnekliği-fedakarlığı-cefakarlığı öncelikle kendilerinin kuşanmaları.
 
     AD KAVMİ VE HUD (a.s)
 
    Kur'an'da anlatılan kıssalar içinde, Nuh a.s'dan sonra gelen en eski kavim ad ve ona gönderilen Hud a.s'dır. ''Sonra onların (Nuh kavminin) ardından bir başka nesil yaratıp inşa ettik'' 23/31
 
    Ad kavminin, bilinen Arap tarihinin en eski toplumu olduğu söylenegelmiştir. Nuh as'dan sonra var edilen kavimdir. Ad kavmi, Güney Arabistan yani Yemen ve Umman bölgesinde yaşamıştır. Bu bölgenin adı Ahkaf olarak adlandırılır. Ahkaf kum tepeleri-kum çölü demektir.
 
     Bu bölge Arap yarımadasının en büyük en tehlikeli çölü olan Rub'ul Hali'nin bittiği noktada yer alır. Hint okyanusu sahiline paralel olarak uzanan bölgeye Hadramevt (ölü yeşil) adı da verilir. Ahkaf tepeleri, bir zamanlar dillere destan İrem bağlarının yer aldığı Ad uygarlığının yaşadığı bölgedir. Bu kavim dehşetli bir kum fırtınasıyla tarih sahnesinden silinmiştir. Bu uygarlığın kalıntıları 12-18 metrelik kum yığınlarının altından çıkarıldığı söylenmektedir.
 
      Gönderilen bütün elçilerin ortak-öncül cümleleri ve öncelikli söylemleri Hz. Hud örneğinde de geçerlidir. Allah'tan başka ilah yoktur ve Allah'a kulluk etmeleri gerektiğine davettir. ''Ad (halkına da) kardeşleri Hud'u (bir elçi olarak gönderdik. Hud kavmine:) Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Hala korkup-sakınmayacak mısınız? dedi'' 7/65
 
    Bütün resullerin ifade ettiği gibi Hz. Hud' da davetlerine karşı şahsi çıkar beklentisi içinde olmadıklarını söylemektedir. ''Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?'' 11/51
 
     Hz. Hud sürekli ve ısrarla (‘’Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim’’ 26/125) diyerek Allah'ın bahşettiği nimetleri hatırlatarak Rablerine tevbe etmelerini ve bunca nimetler karşısında nankörlük etmemelerini, inkarlarında inat etmeleri halinde (‘’Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum’’ 26/135) ihtarıyla azabla karşılaşacaklarını hatırlatmaktadır.
 
     Hz. Hud’un canhıraş uyarılarına karşı tehditle karşılık veren Ad kavminin ileri gelenlerine cevaben Hud a.s: ‘’Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım’’ ‘’Hepiniz bana tuzak kurun, sonra bana süre de vermeyin’’ diyerek onlara meydan okumuştu ve Allah’a tevekkül ederek kendisine vahyedileni tebliğ ettiğini kavmine son kez hatırlatarak, Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir 11/57 demişti.
 
     Ad kavminin özelliklerini, elçiye itiraz argümanlarını ve inkarlarında ısrar etmeleri neticesinde düçar oldukları akıbetlerini şöyle sıralayabiliriz.
 
    1- Kuvvetli/güçlü, yetenekli, zeki ve bununla böbürlenen bir kavimdi. ''Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta gelişiminizi artırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın.'' 7/69   ''Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?''  41/15
 
    2- Bulundukları yerleri imar ediyorlar, bağlar-bahçeler meydana getiriyorlar, yüksek sütunlar yapıyorlar ve evlerini sağlam kayalar üzerine inşa ediyorlardı. ''Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi'' 89/6..8
 
    3- Malzemeyi ve onu kullanabilecek olan aklı yaratan Rabbi inkar ederek sahip oldukları her şeyi kendilerinden biliyorlardı. Hiç ölmeyeceklermiş gibi dünya hırsıyla hayatı kurgulayan bir kavimdi. ''Siz her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?'' 26/128,129
 
    4-  Nebinin beşer olması ve kendileri gibi yiyip-içen-dolaşan birisine inanmanın anlamsızlığını ifade ederek bunu topluma empoze ediyorlardı. ''Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir. Eğer benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olursunuz.'' 23/33,34
 
    Bütün inkarcıların yanlarında-üzerlerinde yürüdükleri sayısız mucizelere rağmen, (''Göklerde ve yerde nice ayetler/mucizeler vardır ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler'' 12/105) elçilerden -inanma gibi bir dertleri tasaları olmamasına rağmen- (Musa örneğinde olduğu gibi ‘’Onlar: Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz dediler’’ 7/132) sürekli ilave mucizeler istemeleri tabi ki Ad kavmi için de geçerlidir. ''Ey Hud dediler. Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz'' 11/53
 
    5- Yeniden dirilişi ve hesaba çekileceklerini inkar ediyorlardı. ''O, öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va'dediyor? HEYHAT, SİZE VA'DEDİLEN ŞEYE HEYHAT.. O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz'' 23/35..37 (Tıpkı Ebu Cehil’in küçük kemik parçalarını Hz. Nebiye gösterip bu hale geldikten sonra mı tekrar diriltileceğiz dediği gibi)
 
    6-  Şehirlerde azgınlaşan ve fesadı yayan bir kavimdi. ''Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-artırmışlardı'' 89/11,12
 
    7-  Zorbalar gibi yakalayan bir kavimdi ''Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?''26/130
 
    8-  Her gönderilen nebiye olduğu gibi ilk yüksek sesle/tonla itiraz edenlerin kavmin meleleri-seçkinleri/önde gelenleriydi. Kendilerine elçi olarak gelen Hz. Hud'u budalalıkla-akli yetersizlikle ve yalancılıkla suçluyorlardı. (Galel meleüllezinestekberu veya keferu ‘’büyüklük taslayan ve inkar eden önde gelenler) ''Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: Gerçekte biz seni (budalalık) 'akli bir yetersizlik' içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.'' 7/66
 
    9-  Hayatlarına müdahale etmeyen ''uzak tanrı'' anlayışıyla tanrılarını güya savunan-koruyan durumundaydılar. ''Dediler ki: Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? 46/22
 
 Hz. Hud inkarcıların ilahlarına dokunmadan onların yanına bir yeni ilah daha katmış olsaydı itiraz gelmezdi elbette. Onların derdi yaptıkları bütün zulümlerin kılıfları durumunda olan ve asla kendilerine müdahale etmeyen ilahlarına ses çıkarılmamasıydı. Yoksa ilahların sayısı ismi-cismi önemli değildi, yeterki ses çıkarmayan-karışmayan ilahlar olsunlar. Fakat Hz. Hud'un davet ettiği ilah tasavvuru bütün ilahları reddeden ve teke indiren dahası hayatın tümüne müdahale eden bir tek ilah tasavvuruydu.
 
    10- Öğüt versen de vermesen de birdir diyebilecek kadar hidayete sinelerini kapatan bir kavimdi. ''Dediler ki: Bizim için farketmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da'' 26/136
 
    11- Hz. Hud'u Allah'a karşı yalan uydurmakla suçlayabilecek kadar zıvanadan çıkmışlardı. ''O ise, yalnızca bir adam (insan)dır, Allah'a karşı yalan uydurmaktadır, bizler de ona inanacak değiliz'' 23/38
 
    12-  Azabın kendilerine ulaşacağını ummayan-inanmayan bir kavimdi. ''Biz azap görecek değiliz'' 26/138
 
    13-  Elçilerine hitaben, seni tanrılarımız çarptı diyorlardı. ''Biz: Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır (demekten) başka bir şey söylemeyiz''11/54
 
    14-  İnkarcı bütün kavimler ve zihinler gibi onlar da melek elçi beklentisi içindeydiler. ''Eğer dileseydi Rabbimiz melekler indirirdi'' 41/14
 
    Oysa kendileri melek olsaydı Rahman da elçi olarak melek indirirdi. 17/95
 
    15-  Rablerinin ayetlerini bile bile inkar eden ve elçilerine başkaldıran, ısrarla her inatçı zorbanın emrine amade olan bir kavimdi. ''İşte Ad (halkı), Rablerinin ayetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler'' 11/59
 
    16-  Azabı acele isteyerek istihza ediyorlardı. ''Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi bize getir'' 46/22
 
    17- Dünyada da kıyamet gününde de lanet peşlerinde olan-olacak bir kavimdi. ''Ve bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular'' 11/60
 
    18- Korkunç bir -azabla-helakla yok oldular. ''Ad (kavmi)de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine kulakları patlatan bir kasırga gönderdik. İnsanları söküp atıyordu, sanki onlar, kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.'' 54/18...20 Hani onların üzerine kökleri kesen (akim) bir rüzgar gönderdik. Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp kül gibi dağıtıyordu.'' 51/41,42   ''Ad (halkın)a gelince, onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralıksız üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? 69/6..8
 
    19-  Mekke toplumuna ve kıyamete kadar gelecek insan nesillerine ibret almaları için geçmiş kavimlerin kıssalarının anlatılması. ''Andolsun, onları sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkanlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp-kuşattı.
 
     Andolsun biz çevrenizde bulunan şehirlerden (bir çoğunu) yıkıma uğrattık ve belki dönerler diye ayetleri çeşitli şekillerde açıkladık.
 
    Bu durumda, Allah'ı bırakıp yakınlık (sağlamak) için edindikleri ilahlar, ONLARA YARDIM ETSELERDİ YA. Hayır, onlar, kendilerinden kaybolup gittiler. Bu (yalancı ilahlar ve onlara yükledikleri), onların yalanları ve uydurduklarıdır.'' 46/26...28
 
    Vahyin ilk muhatabı olan Mekke toplumu özelinde bütün insanlığa ve çağlara hitap eden ilahi öğreti, geçmişte yaşanılanlardan örnek ve ibret alınmasını, imtihana tabi tutulan insanlığın hak-doğru yolu bularak adaletle davranmasını ve akıbetinin hayır olmasını, batılın peşinden giderek hem bu dünyasını hem de ahiretini kaybetmemesini hedeflemektedir.
 
    ÖZETLE: Düşünen-akleden ve farkındalığını yitirmeyen insanlar başkalarının ya da öncekilerin yaşadıkları musibetlerden ders alırken; aklını/kalbini gereği gibi kullanmayanlar bırakın başkalarının yaşadığı musibetlerden ibret-ders almayı bizatihi kendi yaşadığı musibetlerden bile ders almaktan uzaktırlar. Hani bir atasözü ya da halk arasında kullanılan ''bir musibet bin nasihattan evladır'' sözü aklını kullanabilenler için geçerli bir sözdür. Aklını kullan(a)mayanlar için geçerli değildir. İnsanlar kendi hayatlarında nice uyarıcı musibetlerle/nasihatlerle karşılaşırlar ve bizzat yaşarlar da bundan öğüt almazlar.
 
     Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hırsıyla hayatlarını yaşayan ve kendi muhteşem yaratılışları da dahil hizmetine sunulan sayısız nimetlere nankörlük göstererek ahireti gözardı edenler, tıpkı ataları ‘’azaba uğrayan kavimler’’ gibi onlar da azaba uğrayacaklardır. Oysa vahyin ifadeleriyle birgün ya da yarısı mesabesinde olan dünya hayatını ebedi olan ahiret hayatına tercih etmeleri, sıkıntılı-cefalı üçbeş saat mesabesinde olan dünya hayatını-yolculuğunu rahata çevirmek adına yolculuğun sonundaki ebedi hayat olan cenneti bu dünyanın rahatına-sefasına kurban etmek ne büyük bir ziyandır.
 
     Ad kavmi ve benzeri toplumlar-insanlar gibi bir sonla karşılaşmamak için Hz. Hud'a ve onun da tabi olduğu ilahi öğretiye aklımızı/kalbimizi/idrakimizi vererek hayatımızın merkezine oturtmalıyız.
 
    Kıssaların yaşanılanlardan yola çıkarak bizlere anlattığı hakikat şudur:
 
    Allah, yoktan var ettiği varlık alemine hükmeden-düzenleyen ve her an/her daim yaratmakta olan bir ilah olduğu gibi, imtihana tabi tutmayı murad ettiği insanların da nasıl düşünmesi-inanması-yaşaması gerektiğini bilen-belirleyen-bildiren-emreden bir ilahtır.
 
    Kıssaların öznesi olan nebilerin ve onlara itiraz eden inkarcıların mücadelesinin temel noktası, yeryüzünde hayatı-hayat tarzını, hayatın işleyişini (bireysel-toplumsal-siyasal) Allah mı? İnsan mı? bilecek-belirleyecek-önerecek-emredecek, bütün mesele bu sorudan ya da kabulden kaynaklıdır.
 
    Gerçek şu ki, rasuller sadece yaratıcılıkla sınırlandırılan ve hayata müdahale etmeyen bir ilah tasavvuruyla toplumlara daveti götürmüş olsalardı, yani bireysel-toplumsal ve düşünsel-eylemsel kısaca hayatın işleyişine karışmayan ve ne yapılırsa yapılsın uhrevi olana dönük hesabı olmayan, yaratıp geri çekilen bir ilah tasavvuru söz konusu olsaydı!!!…
 
    Hz. Hud ile Ad kavmi, Hz. İbrahim ile Nemrut, Hz. Musa ile Firavun, Hz. Muhammed ile Ebu cehil sorun yaşamadan geçinirlerdi ve birbirlerine müdahale etmeden-karışmadan ‘’hoşgörü’’ içinde hayatlarını yaşarlardı ve bunca mücadele de kavga da yaşanmamış olurdu.
 
    La ilahesi olmayan ve sadece illallah üzerine inşa edilen bir ilah tasavvurundan asla hiçbir inkarcı-zalim rahatsızlık duymazlardı.
 
    Firavun’un toplumuna hitaben, Musa sizin dininizi/yolunuzu/hayat tarzınızı değiştirmek istiyor diyerek (40/26) toplumunu uyarması-yönlendirmesi ve aksi takdirde Musa’nın getirdiği mesajın toplum içinde makes bulması durumunda kendinin ve zulüm sisteminin son bulacağını, çünkü Musa’nın mesajında kuru-soyut bir inançtan ibaret bir din/yol olmadığını, hayatın tümüne müdahale eden mesajlar içerdiğini çok iyi bilmekteydi. Elçilere itiraz eden bütün önde gelen inkarcıların ilahi mesaja yükledikleri anlam (hayatın tümüne müdahil olan bir din’e itiraz ediyorlardı) buydu, aksi takdirde itiraz etmezlerdi.
 
    Ayrıca müstekbirlerin temel vasfı, sömürdükleri-yönettikleri toplumun nasıl ne şekilde inanacaklarına-düşüneceklerine-yaşayacaklarına müdahil olmaları ve kendilerinden izin alınmadan başka bir inanca-düşünceye-hayat tarzına tevessül edilmemesidir. Toplumu aldatmaları ve zulümle hükmetmeleri sadece geçici bu dünya hayatı için geçerlidir. (20/72) Bu yaklaşımları kıssalardaki anlatımlarda çokça görmekteyiz. Günümüzün ‘’toplum mühendisleri’’ olan müstekbirler de atalarını takip etmektedirler.
 
    Ad kavminin, Semud kavminin, Mekke müşriklerinin ve çağımızın melelerinin/seçkinlerinin/önde gelenlerinin itirazı, müdahil olan-hüküm vaaz eden ve hayatın işleyişine karışan bir ilah tasavvurunadır.
 
    Tarihin çöplüğüne atılmış inkarcı kavimlerin kaba-ilkel putperest algılarıyla-kabulleriyle inşa ettikleri ve ilahlık taslayarak kurdukları zulüm düzenleri neyse, çağımızın modern putperestlerinin ilahlık taslayarak ürettikleri-kurdukları bütün zulüm sistemleri (kapitalizm-sosyalizm-liberalizm-laisizm-demokrasi v.b) de aynıdır. İlahi olanı gözardı eden bütün zihinlerin tarihin hangi döneminde yaşamış olması ya da yaşıyor oluşu meselenin özünü değiştirmemektedir. Fıtratı yaratanın müdahilliğini gözardı etmek başlı başına zulümdür ve bu müstağnilik zulüm üretmeye mahkumdur. ‘’Allah’ın ayetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele’’ (3/21) Allah’ın elçilerini öldürenler (2/91) ‘’Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler’’ (5/70)
 
    Büyüklenmek zulmü doğurmaktadır, Allah’ın ayetleri/mucizeleri karşısında vicdanları/iç dünyaları kabul etmesine rağmen, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bile bile inkar ettiler. (27/13,14)
 
    Bütün mesele hangi tarafta olduğumuz-olacağımız meselesidir.
 
    Fıtratı yaratan ve ona fücur ve takvasını ilham ederek imtihana tabi tutmayı murad eden Rabbimizdir. Dolayısıyla benliğindeki fücur yönünü tetikleyenlerin şirki-küfrü ve bunun doğal sonucu olan zulmü inşa edeceklerini, buna karşın benliklerine ilham edilen takva yönünü tetikleyerek Rablerine iman eden ve ilahi hükümlere teslim olan mü’minlerin zorunlu/kaçınılmaz olarak karşı karşıya geleceklerini ezel-ebed ilmiyle Rabbimiz bilmektedir.
 
    Sınırsız-doyumsuz bir hayatı kurgulayan müstekbirlerin-zalimlerin zulmü inşa edecekleri, fesadı yayacakları ve buna karşın adaleti ayakta tutmak isteyen mü’minlerin mücadelesi, insanlığın imtihanın kaçınılmaz gerçekliğidir.
 
    ‘’Bir imtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneriz. Sonunda Bize geri döndürüleceksiniz.’’ 21/35
 
    ‘’Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini denemek için, ölümü ve yaşamı yaratan O’dur. O güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.’’ 67/2
 

    Rabbimiz, ayaklarımızı 'sırat-ı mustagım'de sabit kadem kılsın duası ile.