Kemal SONGÜR

09 Ekim 2013

İHVAN'IN MÜCADELESİ ''DEMOKRASİYE'' İNDİRGENEBİLİR Mİ?

Son zamanlarda İhvan'a ve Mısır'daki gelişmelere nasıl bakmalıyız üzerinden tartışmaların yoğunlaştığını görmekteyiz. Bu tartışmaların odak noktasını demokrasi/seçim kavramları, ihvan'ın söylemleri ve durduğu yere yönelik analizler oluşturmaktadır.
 
Öncelikle ağır imtihanlar geçiren, ölümlerin/şehadetlerin, yıkımların, mahpuslukların, işkencelerin çok yoğun olarak yaşandığı ümmet coğrafyasında ve konu edineceğimiz Mısır'da yaşayan müslümanlara yönelik kullanılacak dile dikkat edilmesi gerekmekte ve hele bu dilin sahipleri ölümlerin/yıkımların ve mahpuslukların yaşanmadığı bir ortamda yaşıyorlar ve de bu ağır imtihan farklılığını dikkate almadan ve dahi pervasızca konuşabiliyorlarsa bunun çok düşündürücü olduğu söylenilmesi gerekir.
 
Seçim ve demokrasinin tarihçesine kısa bir göz atarak günümüze ışık tutmaya çalışacağız:
 
Yönetici-lider-öncü seçimi/kabulü insanlık tarihi kadar eskidir, en ilkel kabilelerden günümüze kadar insanların olduğu her yerde bu söz konusudur, bu ister özgür ortam/ihtiyari seçim olsun, ister zora dayalı ya da şeklen/aldatıcı olsun, ister sevilerek kabul edilsin ister korku temelli kabul edilsin ya da içine doğulan siyasal işleyişe boyun eğilsin, yöneticinin oluş(turul)ması, belirlenmesi ve ona uyulması 'genel olarak' yaşanagelinmiştir.
 
Nebiler ve onlara tâbi olan mü'minler dışında, insanlık tarihine bakıldığında üretilen düşüncelerin, insana ve hayata dair tanımların, ahlaki ve düşünsel doktrinlerin kurucu ve öncüleri genelde, soylu, güçlü ve varlıklı sınıflardan çıkmıştır.
 
İnsanlık tarihine bakıldığında 'genelde' egemen ve iktidar sahipleri şu üç gruptan oluşmuştur: 1- Güçlüler 2- Zenginler 3- Din adamları/ruhban sınıfı. Bunlar, insanların toplumların/halkların politik, ekonomik ve inançsal güçlerini ellerinde bulunduruyorlardı. Bu egemen ve iktidar sahipleri kendi aralarında anlaşabilse de anlaşamasa da dertleri/tasaları, insan için halk için değil, halkı yönetmek/sömürmek ve kendilerine hizmetçi/köle kılmak içindi.
 
Bu egemenler, felsefi düşünce ve doktrin üretenler, Hindistan’dan başlayarak Çin ve Yunan’a dek anne veya babadan ya da her ikisinden; krallar, din adamları ve soylu tabakadan gelirdi. Konfüçyüs, Buda, Sokrat, Eflatun ve Aristo… bu öncülerin tümü bu noktada birleşir.
 
Aristo ve Eflatun’un ''Doğa insanlardan bir bölümünü köle bir bölümünü özgür yaratır’' demelerinin arkasında, kölelerin önemsiz ağır işlerin yükümlülük ve güçlüklerini yüklenmeleri, özgürlerin de ahlak, sanat, şiir, müzik, uygarlık, siyasi  ve ekonomi gibi yüce işlerle uğraşmaları gerektiği kabulü/algısı yatmaktadır.
 
Demokrasinin tarihçesi:
 
Eski Yunan'da 'demos’ halk ‘kratos’ iktidar ya da egemenlik anlamında kullanılırdı. Buna göre demokrasi ''teoride'' halkın egemenliğini ifade eder. Demokrasinin ilk ortaya çıktığı ülke eski Yunanistan’dır. M.Ö. 450: Atina’da Aristo Eflatun ve Sokrates gibi düşünürlerin düşünce olarak katkıda bulundukları bir çeşit yönetim sistemi siyasi tarihteki yerini aldı. Demokrasi ilk olarak eski Yunanistan’da, şehir-devletlerinde uygulandı. ''Demokratik'' haklar genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve güç elitlerin elindeydi ve bu yönetim gücünün varlıklı ve asil azınlıkların aralarında dolaştığı gerçeğidir. Bu sistem Atina demokrasisi olarak da anılır. Kadınlar, köleler ve o şehir-devletinde doğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) oy verme/seçim haklarına sahip değillerdi. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina’yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyılda nüfusun 300.000 civarında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100.000′i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000′i oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilir. Yani, yaklaşık üçyüzbin nufuslu bir yerde bunun yüzde onu olan otuzbin kişi fikir belirtme ve seçme hakkına sahipti, muhtemelen işi götüren de bunun yüzde on'udur yani üçbin kişidir ya da daha azıdır. Aslında bu oran(sızlık) yaşadığımız yüzyılda da geçerlidir denilebilir, işi götürenlerle işe sürülenlerin/sürülerin oranının 1'e 100 oranına ya da çok daha aza tekabül ettiği söylenebilir.
 
Orta çağda demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere’de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta Libertatum’un (Büyük sözleşme) ilan edilmesidir. Bu belge doğrultusunda ilk seçimler 1265 yılında yapılmıştı. Fakat bu seçimlere, yapılan kısıtlamalar sebebiyle, halkın çok az bir bölümü katılabilmişti.
 
1450 yılında Alman Johann Gutenberg modern matbaayı geliştirdi. Matbaanın geliştirilmesiyle birlikte insanlar duygu düşünce ve bilgilerini birbirleriyle yoğun/hızlı olarak paylaşmaya başladı. Bu da demokratik hak ve özgürlük taleplerini hızlandırdı. Matbaanın geliştirilmesi Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketlerinin başlamasına neden oldu.
 
Pavlus ile başlayan tarihsel serüvende Ruhban sınıfının ürettiği zulümle inşa olunmuş ''din'' tasavvurunun hegemonyasına karşılık duyulan tepkiler kartopu gibi büyümekteydi. Bu tepkilerin sonucu Ateizm doğdu. 1789 yılında Fransa halkı krala karşı ayaklandı. Bunun sonucunda Fransız İnsan Bildirgesi yayımlandı. Bu bildiri temel insan haklarını “hürriyet mülkiyet güvenlik ve zulme direnme” olarak tespit etmektedir. Eşitlik özgürlük ve adalet düşüncesinin kitleler tarafından telaffuz edildiği ilk siyasal örnektir.
 
1930′lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir. İkinci dünya savaşından sonra ''demokrasi ve insan hakları'' kağıt üzerinde yeryüzü ölçeğinde yaygınlık kazanmaya başladı. 
 
Bu günden geriye dönük insanlık tarihine bakıldığında ''insan hakları/insani değerler'' ''seçim hakkı ve yönetime katılım'' gibi  batı tarafından kullanılan ve insanlığa yutturulan söylemlerin kocaman bir yalan olduğu somut tarihi yaşanmışlıklarla ispatlanmaktadır. Batı; insan hakkı/değeri ve demokrasi derken sadece kendi insanını ve kendi beldelerinde yaşayan insanları ve dahası onlarında seçkinlerini kastetmektedir, batı için yegâne değer; çarkları/çıkarları ve hedonist bir hayatın güvenliğini sağlamaktan ibarettir. Bütün bunları sağlayabilmek için kendi türünden olan fakat bir eşya/mal ve hizmet aracı olarak gördükleri (kendi tasvirleriyle) üçüncü dünya insanlarını gerektiğinde topluca kıyıma tabi tutmaktan çekinmeyen ''hayvanlara rahmet'' okutabilecek bir aşağılığa/zelilliğe düşen mahluklardır. Yani bir Fransız'ın/Amerikalı'ın/İtalyan'ın/İngiliz'in refah içinde yaşayabilmesi için binlerce-milyonlarca üçüncü dünya insanının ölmesinde ve kıyıma tabi tutulmasında bir beis yoktur. Onun için batı; insan hakları derken kendi insanını kastetmekte ve bugüne kadar da bu kastını binlerce kez yaptıkları vahşet ve katliamlarıyla ispatlamaktadır.
 
Yeryüzü ölçeğinde demokrasinin üzerine inşa edildiği temel, seküler kalkış noktalıdır, din-mutlak-dogma-değiştirilemez ölçütler, seküler temelli demokrasiler tarafından reddedilmekte ve hatta insan aklını sınırladığı, özgürlükleri daralttığı, yaşam tarzına yönelik seçimlerini/ tercihlerini bitirdiği savıyla ''din tasavvuru'' marjinalliğe mahkum edilmesi gereken düşman ilan edilmektedir. Ayrıca hayatın tümüne (siyasi-sosyal-ekonomi) müdahil olduğu gerçeği üzerinden yürürlükte olan tek ilahi din olan İslam'a yönelik seküler dünyanın toleransı/izni Kanada'lı bir prof'un F. Gülen tarafından yansıtılan din tasavvuruna yönelik şu veciz! tespitleriyle kabul görülebileceği ve müsamaha gösterilebileceği gerçeğidir, o da şudur; renksiz-tadsız-tuzsuz-kokusuz ve işlevsiz bir din/islam anlayışı. Yani, din ya hayattan sürgün edilecek ya da renksiz-tadsız-kokusuz ve işlevsiz olarak insanların kalplerine ve bireysel ritüellere hapsedilecek, bunun dışında seküler/demokrat dünyanın İslamdan/müslümanlardan razı olması ve tolere etmesi asla söz konusu değildir ve olmayacaktır. Sözün özü; paradigmalarını ilahi olanı tümüyle yok sayma üzerine inşa eden demokrasi ve diğer beşeri ideolojiler hiçbir şartta ve zeminde vahyin gölgesinde hayatı okuyan müslümanlardan razı olmayacaklar ve her şartta ve zeminde hasım olarak göreceklerdir.
 
Seküler/demokrat dünyaya ait serüven ve işleyişe kısaca değinmemizin nedeni şudur; insanlığın vahye rağmen insan/toplum hayatına yönelik ürettiği her ne varsa (diktatöryal ya da demokrasi yönelişi) tonları farklılaşsada zulüm üretmeye mahkum oluşlarıdır, vahyin inşa ettiği akılların dışında inşa olunan akılların adalet üretemeyeceği tartışmadan varestedir, çünkü; beklenti, çıkar, kayırma, korkma, istikbal endişesi, ego, yanılma, şaşırma, unutma, tekâmül zorunluluğu/ihtiyacı, zafiyet, kin-nefret, acziyet, mutlak ilimden yoksun olma, gaybı bilememe, hayatın tümünü görememe-okuyamama, duyguları kontrol edememe, imtihanı gereği fücur ve takvayı aynı bünyede taşıma, ölümlü ‘fani’ olma, kısaca ‘haza’ beşer olan insanın sahip olduğu-olamadığı donanımlarla vahye rağmen ve onu yok sayarak ürettiği-üreteceği her ne varsa ''farklı tonlarda da olsa'' zulüm üretmektedir ve hüsranlığa gitmektedir-götürmektedir. Yeryüzü ve onun akıllı sakinleri olan insanlığın yaşadığı ifsad-zulüm-vahşet-sömürü-adaletsizlik ve bozuluş hep vahye rağmen üretimlerin kaçınılmaz sonucudur.
 
Son tahlilde, demokrasinin varoluşsal kalkış noktasının ilahi olanı tümüyle yok saydığını, hegenomik zihinlerin kullandıkları bir araç olduğunu, bu aracın gelinen noktada halkları en ikna edici bir yöntem görülerek zulümlerine kılıf olarak kullanıldığını, insani değerlerin ve tercihlerin müstekbirler tarafından asla dikkate alınmayacağı, demokrasi/insan hakları gibi söylemlerin halkların önüne atılmış bir kemik mesabesinde olduğu, müstekbir-tağut-zalim ve aşağılık mahluklar için yegane yüce değerin kendi hevaları, hazları, çıkarları, çarkları olduğu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortadadır. 
   
Müslüman ve demokrasi:
 
Biz müslümanların demokrasiyi bâtıl görmemizin nedeni yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihsel serüveni, seküler temelli oluşu, seçeneklerin batıllığı ve batıl olan seçeneklerin yüzdeler üzerinden iktidara ge(tiri)lişi, işleyişi, en önemlisi müslümanların hakikatten başka bir seçeneğe/seçime ya da alternatife geçici de olsa asla razı ol(a)mayacağıdır. Çünkü müslüman için (33/36) ilahi beyanı gereği hükmü belirlenmiş öğretiler dışında ve ona rağmen seçim/tercih hakkı yoktur.
 
Müslümanların seç(il)meye yönelik yaklaşımı ve sınırları şudur; ilahi öğretinin vaaz ettiği toplumsal hayatın düzenlenmesindeki temel kurallara, emir ve yasaklara, adalet, ahlak, insan onuru vb. kıstaslara uyulması kaydıyla Müslümanların kendi aralarından şura ile seçecekleri (yani seçimlerle) bir yönetimle hayatı düzenlemelerini ve aralarında istişareyle hareket etmeleridir. Vahye göre Müslümanların kendi aralarında her türlü problemin hallinde ve yönetim mekanizmasının teşkilinde şura ile haraket etmeleri gerektiği ve bundaki kıstasın da vahyi dikkate alan ehil mü’minlerin seçilmesidir.
 
Vahiy, insan üretimi bir öğreti değildir ki, insanlar istediği gibi anlayarak, istediği yere çekerek menfaatlara/çıkarlara, korkulara, meşreblere çeşni yapılabilsin, vahiy hayatın tümünü inşa eden bir ilahi projedir, değişmez-değiştirilemez temel kuralları/yasaları vardır. İmtihan gereği dileyen inanır dileyen inkar eder, karşılığını da vahyi gönderen Allah’dan ceza veya mükafat olarak alır. Vahiy, insanların hayata dair karşılaştıkları problemlere dönük üretilen düşünce ve pratiklerin arz olunacağı kıstas merciidir.
 
Yoksa vahiy, ne trafik kurallarına:):), ne şehir yapılanmasına, ne belediye hizmetlerine!, ne ticari üretim araçlarına, ne sosyal hayatın işleyişindeki detaylara, ne insanların nerede nasıl oturup-kalkacaklarına, neleri yiyip-içeceklerine (haram olmamak kaydıyla), nasıl seyahat edip nasıl dinleneceklerine, aslolan mübahlıktır kuralından yola çıkarak alabildiğine çok yoğun olarak bahşedilen helal olan dünya nimetlerinin kullanılmasına (israf olmamak kaydıyla), meşru olan her türlü sevgiye, muhabbete, helal olan cinsel hazza, her türlü insanın yararına olan eşyaya/metaya, kısaca toplumsal hayatın işleyişine dair üretilen meşru/maruf olan kurallara/yönelişlere müdahale etmemektedir.
 
Yani vahiy, kısaca hem bireysel hem de toplumsal yönelişte insan/toplum için temel kurallar/yasalar koyar ve bu yasalara sadık kalarak insanların bütün dinamikleriyle, özgünlükleriyle her türlü üretimde bulunabileceğini, hayatın inşasına yönelik zamana ve zemine göre düşünce ve pratik üretimlerinde serbest olduklarını ifade eder.
 
Şimdi gelelim İhvan üzerinden Mısır'a ve yaşanılanlara:
 
Mısır toplumunun kılcal damarlarına kadar uzanmış, yirmi iki ülkede teşkilatlanmış ve yetmiş ülkede müntesipleri/bağlıları olan seksenbeş yıllık bir harekettir İhvan; içinden Benna'ları, Kutup'ları, Zeynep Gazali'leri, Abdulkadir Udeh'leri, İslambuli'leri çıkarmış ve ümmet coğrafyasında düşünsel öncülük/örneklik yapabilmiş, düşünsel aktivite ve birikim boyutuyla mümbit olan, pratik hayatları yönüylede İslam'ın bariz emir ve yasaklarına büyük ölçüde sadakat gösteren müntesiplere sahip bir harekettir, sonraki düşünsel bölünmeler (50-60-70'li yılları kapsayan) uzun tartışma konusudur. 
 
Mısır'da laiklik ve demokrasi bilinen ve de dikta edilen genel içeriğiyle kabul görmez, kağıt üzerinde de olsa anayasaları da pratik hayatın yansımaları da bunun açık delilidir. Örneğin; milletvekili seçimlerine girecek adaylar putlaştırılmış kişi ve semboller üzerinden sadakat yeminleriyle prangalara tabi tutulmazlar. Öğretmenler başta olmak üzere memurlar putlaştırılmış kişi ve sembollerin önünde görev! icra etmeye zorlanmazlar. Yani, Mısır ile Türkiye arasındaki hem kağıt üzerindeki kabuller hem de pratik yansımalar çok farklıdır. Bu farklılık farklılığı 'bütünsel/yeterlilik boyutuyla' olumlamak için değil farkı fark ederek doğru analiz yapmak için dile getirilmek zorundadır. Yoksa birilerinin yaptığı gibi sığ-şablonik ve adeta ''kavram fetişizmi'' kalkış noktalı analizler yapılarak her demokrasi sözcüğünü kullananı aynileştirerek tekfirci/aforozcu çukuruna düşülebilinmektedir. Hatta bu birileri daha da ileri giderek bu bizim yaptığımız analizden dolayı (dik duruş vehmiyle/hülyasıyla) şirk pisliğine bulaştığımızı iddia/zan da edebilir. Bu yaklaşım sahiplerine karşı üzülmekten başka elden birşey gelmemektedir.
 
(Ümmet coğrafyasında İslami yönetim özlemleri taşımalarına rağmen) Demokrasiyi iktidara ulaşma noktasında seçim şekline indirgeyenlerin ve kullanılmasında mahsur görmeyenlerin savlarını şöyle özetleyebiliriz; demokrasinın paradigması seküler temelle bütünlük kazandığı tartışmadan varestedir, bu temelden koparıldığı zaman demokrasi büyük ölçüde varoluşsal karşılığını ve buradan hareketle istenilen işlevini (müstekbirlerin kullanış amacına tam hizmet edemeyeceği için) kaybetmektedir, yani bir ''ideoloji'' hüviyetinden çok yönetime ulaşmada teknik bir araçsallığa dönüşmektedir, dolayısıyla demokrasiyi seküler dayatmalardan azade kılındığı takdirde araçsal olarak kullanılmasının mahsuru yoktur şeklinde yaklaşım sergilemektedirler. İhvan'ın, Hamas'ın, cemaati-İslaminin ve ümmet coğrafyasında daha birçok hareketin demokrasi ''seçeneğine'' kendilerince yükledikleri anlam (maalesef) budur. 
 
Mısır örneğini baz alırsak görülen odur ki, demokrasi seküler dayatmadan azade kılınarak kullanılabilir bir araç olarak görülmektedir. ''Mısır Devrim Süreci’nde İhvan-ı Müslimin’in Genel Mürşidi Muhammed Bedia, yardımcısı Isam Aryan ve daha birçok üst düzey yöneticisinin demokrasiyi “seçim” anlamında “ödünç bir kavram” olarak kullandıklarını ifade etmektedirler.'' Bütün bunları ifade etmemizin nedeni bu yaklaşımları doğru buluyor oluşumuzdan değildir, aksine tehlikeli ve çok yanlış buluyoruz, söylemek istediğimiz ümmet coğrafyasında bunun maalesef bir vakıa oluşudur. 
 
Ümmet coğrafyasında bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür,  örneğin; namı diğer Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç'in de Bosna Hersek eyaletinde Demokratik Eylem Partisi (SDA) adı verilen bir siyasi parti kurması ve bu partinin Bosna-Hersek'te Aralık 1990'da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak cumhurbaşkanı seçilmesi, Tunus Hizb't Tahrir partisinin kurulması, Cezayir'in Fis'i, Filistin'in Hamas'ı, Yusuf el Karadavi'nin; ne doğunun ne batının demokrasisini istiyoruz, biz İslam demokrasisini istiyoruz demesinin, Mevdudi'nin ''teo demokrasi'' terkibinin ve İran'lı cuma imamlarının bölgedeki gelişmelere yönelik ''dini demokrasi'' tavsiyelerinin arkaplanında hevayı ilahlaştıran ve dini sürgün eden yaklaşımlarının olmadığı ortadadır, buna rağmen böyle bir eklentiyi asla doğru bulmuyoruz ve böyle bir eklentiye müslümanların ihtiyaç duyabileceği düşüncesini de çok yanlış görmekteyiz, fakat her demokrasi sözcüğünü ağzına alanların kalkış noktalarını ve anlam yüklemelerini tefrik etmeden ve buna yükledikleri anlamların arkaplanını dikkate almadan bütününü aynı sepetin içine koyarak yapılan değerlendirmeleri de insaftan/vicdandan/iz'an'dan yoksun yaklaşımlar olarak görüyoruz. Yani, yukarıda örneklendirdiğimiz yapıların demokrasiye yüklediği anlam ile, sekülerlerin demokrasiye yüklediği anlam aynı olabilir mi? Biri silme İslam düşmanı seküler/demokrat, diğeri yanılgılarıyla/hatalarıyla müslüman cenah/taraf. Daha açık bir ifadeyle, hayat tarzlarıyla, pratikleriyle, özlemleriyle, zihinsel kodlarıyla İslam'a bütünüyle aykırı ve de hasım olan seküler taraf,  diğeri de hayat tarzlarıyla, pratikleriyle, özlemleriyle, zihinsel kodlarıyla (eksiğiyle-gediğiyle) İslam'a hısım olan taraf... 
 
İşte bu farkı farkeden emperyalistler bunun için Cezayir'de Fis'i, Mısır'da İhvan'ı darbeyle uzaklaştırdılar ve Hamas'ı terörist ilan ettiler. Bu farklılığın tescili Mısır'daki darbenin arkasındaki apaçık gerçeklik yeryüzü ölçeğinde darbeyle ilgili sergilenen tepkilerden kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu alçak/vahşi darbenin arkasında ABD-AB başta olmak üzere doğusundan-batısından bir bütün olarak seküler dünyanın bütün zelilliğiyle/hışmıyla durması ve seküler dünyanın bölgesel işbirlikçileri tarafından darbenin başarıya ulaşması için keselerinin ağızlarını sonuna kadar açmasıdır.
 
Birilerinin sürekli/ısrarla sığ/şablonik yaklaşımlarla İhvan'ın derdi İslam değil demokrasidir şeklindeki söylemlerini aslında bütün dünyanın gösterdiği darbeye yönelik destekler tekzib etmektedir, bu birileri her fırsatta ''İhvan’ın Sözcüsü Cihad El Haddad’ın bir Türk gazeteciye söyledikleri ''demokrasi/özgürlük'' için mücadelemiz sürecektir'' minvalindeki söylemlerini dillerine/kalemlerine pelesenk etmeleri fakat başta Mursi'nin seçildikten sonra yüzbinlere hitap ettiği şu söylemini; ''Kur'an anayasamızdır  ve öyle kalacaktır, Anayasamız Kur'an'dır, Hz. Muhammed önderimizdir, cihad yolumuzdur, Allah yolunda şehadet en büyük arzumuzdur, tümünün üstünde, Allah'ın rızası amacımızdır, şeriat, sonra şeriat, sonra yine şeriat, halkımız onunla rahmete ve tazeliğe kavuşacak, İslam şeriati olmadan bu ümmetin hayrı yoktur, önce Allah'ın huzurunda sonra da sizin önünüzde yemin ediyorum, Allah'ın izniyle anayasa metninde de dahil olmak üzere İslam şeriati kesinlikle, gerçekten uygulanacaktır, sevinin ve rahatlayın, bu halk İslam şeriatini tam anlamıyla yansıtmayan bir anayasa metnini asla kabul etmeycektir.'' görmezden gelmekteler ve dahası kırkbeşgün Adaviye başta olmak üzere Mısır'ın genelinde gösterilen direniş söylemlerindeki İslami kaygıya da kulaklarını tıkamaktadırlar.
 
Parti ya da siyasi oluşum gibi yönelişlerin neliği-nasıllığı üzerinde kafa yorulmadan yapılan ''ezber'' itirazları doğru bulmayanlardanım, girişilen ve oluşturulan her ''resmi hüviyeti/kaydı'' olan araçsallığı dernek/vakıf v.b. gibi yönelişlerin (sistemle uyumluluk zannından) gayrı islami görülmesini yanlış bulmaktayım. İslami olmayan bir yapıda yasama-yargı gibi hükmetme (islam ile hükmedilemeyeceğinden dolayı) makamında olunmaması gerektiğini müslümanların kırmızı çizgileri olarak görülmeli ve reddedilmelidir. Ancak, söylemlerimize/kabullerimize/duruşumuza pranga vurul(a)mayan sahaların kullanılmasını indi çıkarımlarla daraltmayı da kendi ayağımıza sıkma mesabesinde görmekteyim. Bu coğrafyada Allah'ın verdiği aklı vahyin gölgesinde işletenlerin öncülerinden olan Ercüment ağabeyden bir alıntıyla meramımı anlatmaya çalışayım. Yazılarından/söylemlerinden çokça istifade ettiğim ve 1990 yılında da İran'a yapılan ziyarette aynı kafilede yirmi gün birlikte olduğum rahmetli Ercüment Özkan ağabeyin parti kurma çalışmalarına yönelik bir gazetecinin sorularına verdiği cevapta şunları ifade etmiş idi. ''Ezcümle Partimizin hedefi, Tür­kiye'den başlayarak insanımızı İs­lâm’ı anlatmak, ana kavramlarını açıklayarak benimsemelerini ve ka­tılımlarını sağlamak, nefislerindekileri İslâmdakilerle değiştirmeleriyle ulaşılacak kitlesel mutabakat­la laik demokratik rejimi lağvedip İslâm Devleti kurmaktır. Bu çağrı sadece müslümanlara değil, bütün insanlara yapılacak ve ulaştırıla­caktır.'' Soru: Partinizin kuruluşu için İçişleri Bakanlığına ne zaman baş­vuracaksınız? Cevap: ''Şu anda kesin tarihi be­lirlemiş değiliz. Lâkin sanıyorum bu başvuru fazla gecikmeyecektir. Dilekçemize ekleyeceğimiz tüzüğü­müz ve programımızla bakanlığa beyanda bulunurken bir de basın toplantısı yapacak, tüzük ve prog­ramımızın birer nüshasını basın mensuplarına da vereceğiz'' demekteydi. Rahmetlinin İslami Parti kurma girişimi asla gayri İslami olan bir yapıda iktidar olmak değildi, onun amacı hiç bir prangayı kabul etmeden İslami değerleri yalın/apaçık bir şekilde daha büyük kitlelere ulaştırmak ve bu şemsiyede müslümanları toplamak için partiyi kağıt üzerinde kullanmaktan ibaretti. Bu örneği vermemin nedeni, bir şeyi kabul ya da reddederken onun içeriğine ve nasıllığına bakmak ve de ona göre tavır belirlemek içindir.
 
Bu coğrafyada Tevhidi düşüncenin düşünsel/eylemsel ve kuşatıcı duruşunu sergileyenlerin başında gelen İlkav'ın yöneticilerinden Emrullah Ayan kardeşin bir miting konuşmasında ''Mısır'da demokrasi direnişi değil insanlığın onuru ve İslami bir duruşun sözkonusu olduğunu, zulme karşı Müslümanların hep birlikte hareket etmesi gerektiği'' şeklindeki söylemlerine katılmaktayız. Burada söylenilmesi gereken şey, İhvan'ın İslami yönetime ulaşma noktasında demokrasinin araçsallık boyutuyla bile olsa kullanılması tercihini eleştirmek ve bu yanılgılarını terk ederek Nebevi mücadele çizgisini sabırla kuşanmalarını dile getirmektir.
 
''İhvan demokrasiyi savunuyor/istiyor'' şeklindeki şerh düşülmeye tenezzül edilmeden geliştirilen söylemleri asla vicdani ve gerçekçi bulmuyoruz, bu söylem sahiplerine şu soruyu yöneltsek?! İhvan'ın zihinsel kodları, özlemleri, hayat tarzları tipik ''seküler demokrat''ların konumlarıyla aynı mıdır ve dahası İslama hasım olan ve de hevasını ilahlaştıran tipik ''seküler demokrat''lara benzemektemidirler? Muhtemelen gelecek cevap, aynı değillerdir olacaktır, aynı değiller ise niçin şerh düşülmeye ve açıklamaya tenezzül edilmeden hoyratça/pervasızca ''İhvan demokrasiyi savunuyor/istiyor'' denilebilmektedir. İşte bu yaklaşım sahiplerinin en büyük handikapı hayatı/olayları salt siyah-beyaz okumaları, bardak ya doludur ya boştur şeklindeki ölçüsüz yaklaşımları, ya hep ya hiç'ci kabulleri, 'adeta'' yanılgıları/hataları hiçe/sıfıra indirgeyen kardeşlik kabulüne yönelik kıstasları, ehemleri mühimlere kurban eden fıkıhsızlıkları, fail fiil ayırımı yap(a)madan  ve buradan kaynaklı muhatapları/olayları mümeyyiz akıldan yoksun/yoksul tanımlamalar-tasvirler yapmalarıdır.
 
Ayrıca; ''Değil Esma, Mısır’ın bütün Esmaları da öldürülse, Mursi’nin/İhvan’ın davası sırf bu ölümler nedeniyle meşruiyet kazanmaz. Mursi’nin davası, ancak kendi temel nitelikleri vesilesiyle meşruiyet kazanabilir'' şeklinde var olan yaklaşımları da doğru bulmuyoruz, (Esma'ların öl(dürül)me nedeni müslüman olmalarından başka ne ola ki?! yoksa, batının sahiplendiği! 'demokrat' oluşlarından dolayı mı katledildiler) çünkü; Mursi'nin/İhvan'ın davası/özlemi İslami bir yönetime ulaşmaktır, bu özleme ulaşma noktasında demokrasiyi araçsallaştırmasını (haklı olarak) eleştirmek başka bir şey, zımnen İhvan'ın davasını gayrı meşru görmek/göstermek başka bir şeydir, bizler de yaşadığımız cahiliye ortamının pisliklerine ihtiyari olsun/olmasın bulaşmaktan ''bütünüyle'' azade değiliz, örneğin memuriyetimizle, ''asla faize bulaşmadan da olsa'' yaptığımız ticaretimizle/vergilerimizle, okulumuzla, öğretmenliğimizle v.b. Bunları kırmızı çizgilerimizle orantılıyor değilim ve dinin asıllarına gölge düşürüyor düşüncesinde de değilim, fakat arzulamasak da içinde olduğumuz ve içine doğduğumuz durumları ''makbuliyet'' olarak değil makuliyet/mazuriyet zümresinden görenlerdenim.  
 
Bir de hakikati empatiye kurban eden yaklaşımlar söz konusudur ki, bu da ayrı vahim/yanlış yaklaşımlar üretebilmektedir. Örneğin; ümmetin bir parçası ve kardeşler olarak görülen İhvan'ın doğrularıyla beraber yanlışlarını da sahiplenmek ve yanlışlarını dillendirmekten geri durmak, demokrasiyi seçime indirgeyen yaklaşımları da olsa bunun ümmetin asla hayrına olmayacağı uyarısını ve tehlikeleri içinde barındırdığını ve de yaşanılmış acı örneklerden ders çıkarılması gerektiğini dillendirmemek. Hatta daha ileri giderek sahiplenme içgüdüsüyle yanlışları olumlamak ya da tevil etmek ve yanlışların yaygınlaşmasına neden olmak. Kardeşlik bilincinin en zirve noktası olan yanlışları dillendirmeyi gözardı ederek ya da öteleyerek kardeşliğin ve yardımlaşmanın tesis edilebileceği zehabına kapılmak. Fiilin yanlışlığını yok sayıp failin samimiyetine kurban etmek, empatiyle yaklaşayım derken doğruyu gölgelemek... Bu nevi yaklaşımlarda başka bir körlüğü, bardağın hep dolu tarafına bakıp boş olan tarafı gör(e)memeyi, işin en vahim tarafı da nebevi mücadele çizgisini (arzulanmasa da) bulandırmak gibi büyük bir vebalin üstlenilmesidir.
 
Bizlere düşen özelde yaşadığımız beldelerde genelde ümmet coğrafyasında yaşanan yanlışları/yanılgıları asla olumlamadan ve mutlaka dillendirerek, kuşatıcı ve hayra dönük söylemler geliştirmektir, doğru/hayırlı cehdleri desteklemek ve yanlışlardan beraati ilan etmektir. 
 
İsrail'in adeta bir yerlerine kına yaktığı, seküler dünyanın olanca alçaklıklarıyla arkasında durduğu ve onların bölgesel kemik yalayıcıları tarafından keseler sonuna kadar açılarak desteklendiği, gerekçesinin sadece bölgedeki islami gelişmelere yönelik olduğu apaçık olan, daha gerçekleşeli üç ay olmasına rağmen 1055 adet Gazze'nin hayat damarı olan tünelleri yıkan, beşbin müslümanı katleden, İhvan'ın öncüleri başta olmak üzere binlercesini zindanlara mahkum eden ''lanet/alçak'' darbenin karşısında durmak ve Mısırlı kardeşlerimizin yanında olmak İslami bir zorunluluktur diye düşünmekteyim.
 
Özetle;muhatapları ve olayları değerlendirirken ilkelerle vicdanı, empatiyle adaleti, duygularımızla aklımızı birbirine düşman etmeden, kısaca eğip bükmeden ve ama mutlaka müslümanca bir duyarlılık sergileyerek yaklaşmalıyız, ifrat ve tefrite düşmeden vasatı (vasat/dengeli/ölçülü ümmeti) inşa etmenin mücadelesini vermek hepimizin sorumluluğudur.
 
Vahiyden ve onu pratize eden Rasulün sünnetinden anladığım budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. vesselam.