Kemal SONGÜR

17 Mayıs 2013

İFRAT/TEFRİT VE "ÜMMETEN VESETAN"

 

''Hakikatin'' doğru anlaşılması/yansıtılması hayatidir, yani hem bu dünya hayatımızı hem de ahiretimizi yönlendirmekte ve belirlemektedir.
 
Hakikatin merkezi/temeli ve kendini mükemmel özetleyen ifadesi ''la ilahe illallah'' mesajıdır, düşüncelerin/eylemlerin hakikati yansıtabilmesi ancak bu mesajdan neşet etmesiyle mümkündür. Hakikatin kendisi mutlaktır ve ondan sadır olanda mutlak doğrudur, çünkü onu vaaz eden eksiklikten, unutkanlıktan, hatadan münezzeh olan Allah'tır. Hakikate ulaşabilmenin olmazsa olmazı ve bu ulaşımın yegane bilgi kaynağının adresi ilahi öğreti olan Kur'an'dır. Vahiy, aktarılan/nakledilen, üretilen bütün bilgilerin kıstas/miheng merciidir. Vahyi inzal eden de, koruyacağını (15/9) vaad eden de, yaşanılması için gönderdiği Kur'an'dan kullarına soracağını ve sorgulayacağını (43/44) beyan eden de, inzal ettiği vahyin anlaşılmasını kolaylaştıran (54/17) ve anlayabilecek aklı/kalbi verdiğini hatırlatan da Allah'tır.
 
Kur'an'ı eksiksiz, bütünsel ''en doğru'' anlayan/yansıtan kendisine vahyin inzal edildiği Rasulullah'tır, doğruya en yakın anlayanlar ve hayatlarına yansıtanlar da Rasulün can dostları/yoldaşları ve onunla aynı havayı soluyan güzide ilk nesil müslümanlardır. Sonraki nesiller de cehdleri, samimiyetleri, teslimiyetleri ölçüsünde doğruya yakın anlamaya, yaşamaya, yansıtmaya çalışmışlardır.  Fakat şu da acı bir gerçekliktir ki, kimi cehalet, kimi ihanet, kimi asabiye ve hırslarına yenik düşme kaynaklı sapkın saptırmaların, algılamaların, yansıtmaların başlama tarihi Rasulün rıhletine uzak bir tarih değildir maalesef. 
 
Son Nebi'ye vahyin nazil olduğu asır/yüzyıl daha tamamlanmadan ''ümmet'' arasında siyasi, hegemonik, asabiye nedenli hırslarla kırılmalar/boğuşmalar yaşanmaya başlamış,  vahiy ve inşa ettiği kavramların ''algılarda'' içeriği/işlevi ve hayatı inşa eden boyutu boşaltılmış, indirilen dinin yerine empoze edilen ve zalimlerin pek sevdiği/razı olduğu religion/ritüellere hapsedilmiş bir din algısı/olgusu inşa edilmiştir. Artık üretilmiş bu dine müntesip olanlar rahattır ve  sorumsuzluğun, iradesizliğin, vurdumduymazlığın ve acziyetin adı kader telakki edilerek ağır yüklerden kurtulunmuştur. Bir de emir/yönetim sahiplerine itaatin olmazsa olmaz şartı olan Allah’a ve Resulüne kesin itaat vurgusunu/emrini/şartını (4/59) yok sayarak/gizleyerek itaat anlayışını salt (Allah'tan ve Rasulünden bağımsız/koparılmış) emir/yönetim sahiplerine indirgenmesi sonucu insanlar sürü psikolojisi ile hareket/itaat etmeye başlamışlardır.
 
İşte ümmetin  Emevi iktidarı/Muaviye ile başlayan kırılma noktası ve (arada kimi olumlu örneklikler yaşansa da) günümüze kadar devam eden tarihsel serüveni ve genel hatlarıyla vahye bütünüyle teslim olmamış ve buna rağmen kendilerine ''alim'' denilen ve yönetimlerin gölgesinden çıkamayanların yönlendirmesiyle/ehlileştirmesiyle çoğunluk tarafından kanıksanarak/destek verilerek devam edegelen yönetsel/iktidar serüveni yaşanagelmiştir. 
 
Ümmetin yaşadığı bu tarihsel serüveninde var olan olumsuzluklara karşı itiraz sadedinde nice güzide alimler/mü'minler mücadele etmiş, kimileri sürgün yemiş, kimileri hapsedilmiş, kimileri de şehid edilmiştir.
 
Kur'an'ın ''Mehcur'' (sırt dönülen, nesneleştirilen, içeriği/işlevi gözardı edilerek  ''ölü metin''  haline getirilip ''mukaddes'' kılınan) bırakılmasından kaynaklı ve ithal edilen düşünce sistemlerinin de etkisiyle vaaz edilen/indirilen dinden uzaklaşılarak ucube denilebilecek din/inanç tasavvurları üretilmiştir. 
 
Örneğin; bırakın detaylarda farklı anlamaları/algıları, yansımaları, dinin temelinden başlanılarak asabiyelere, hevalara  ve hegemonik dürtülere kurban edilen ve ne acıdır ki kullanılanların başında tevhid cümlesi gelmektedir, dinin temeli olan ‘’la hükme illa lillah/Allah’tan başka kimse hükmedemez’’  cümlesine harici/tekfirci zihinlerin (Allah'ın vaaz ettiği hükümlerle ve tabi ki o hükümlere sadakat gösterecek insanlar eliyle bunun icra edilmesi gerektiği şeklinde anlaşılması gerekirken, insan faktörünü yok sayarcasına ve adeta/sanki Allah gökten elini uzatacak ve insanlar arasında hükmedecek saplantısıyla bu cümle dahi amacından saptırılarak kullanılmış) akla zarar  yüklemeler yapmalarından dolayı ve de bu cümle ''silah'' olarak kullanılarak Hz. Ali ve birçok sahabe tekfir edilmiş, Hz Ali,  tekfircilerin müntesibi olan Harici İbn Mülcem tarafından  şehid edilmiş ve bu cümleye! müslüman kanları kurban edilmiştir, maalesef atalarını takip eden tekfirci zihinlerin eliyle(azınlıkta da olsa) günümüzde de ''fitne ve katl'' icraatları yaşanmaktadır.
 
Kedi yavrusunu yemeden önce fareye benzetirmiş misalinden hareketle, kendilerini İslama nisbet edenlerin de ''ne yazık ki'' kardeş katline girmeden önce öldüreceklerini ötekileştirip tekfir ederek öldürmeleri söz konusudur. Bunun için Rabbimiz şiddetli bir uyarıda bulunmaktadır; ''Kim bir mü'mini kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır.'' (4/93) ve hemen arkasından şu ilahi hitap gelmektedir ''size (islam geleneğine göre) selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak 'sen mü'min değilsin' demeyin'' (4/94)
 
Oysa, insan fıtratını inşa eden Rabbimiz, inşa ettiği fıtrata uygun davranış fıkhını da vaaz etmiştir. ''İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.'' (41/34) 
 
Kanaatimce, ümmet açısından çok tehlikeli ve içinde fiilen müslümanları birbirine kırdırabilecek acı tecrübeleri barındıran tekfircilikten şiddetle uzak durulması gerekmektedir.  ''Tekfircilik'' tekfiri meslek edinmek ve kişilerin küfrüne hükmetmek için delil ve karine bulma/keşfetme maharet ve sanatıdır!. Tekfircilik; şabloncu/şekilci ve yüzeysel/sığ zihinlerin ve kastı-maksadı-niyeti-nedeni  yok/hiç sayan yaklaşımların üretim merkezi/makarrıdır. ''Tekfircilik'' İslâmî mücadelenin bir uru/tümörü gibidir. Bedende/ümmette çıkmış problemli bir parçadır. Bedenle yani bütünle uyum sağlayamadığı gibi bedenin sağlıklı/hızlı hareket etmesine de engel olur. İşin en kötüsü kendini sağlıklı/sıhhatli görür, bütünü ise problemli/hastalıklı zanneder. Sürekli bedeni/bütünü uğraştırır ve kaos üretmeye çalışır, müstekbirlerin yapmak istediği ümmet arasındaki parçalanmışlık özlemini, onların ekmeğine yağ-bal sürdüğünün farkında olmadan ve maalesef ''Allah rızası'' zannıyla tefrikayı kendine vazife edinir. Buna rağmen beden/ümmet onu üzerinde taşımak zorundadır. Çünkü ur'un/tümörün kesilip atılmasının bedeni tehlikeye sokma ihtimali vardır. O yüzden kontrol altına alınması, bedeni/ümmeti riske sokmaması, muhtelif tedavi metotlarıyla mümkün mertebe küçültülmesi ve zararsız hale getirilmesi gerekmektedir. Tekfirciliğin günümüz uzantılarına yönelik ''fıkralaştırılan'' fakat freni patlamış kamyon misali durdurulmazsa trajikomik durumlara düşülebileceğini resmeden bir alıntıyı paylaşayım: “İki tekfirci sokakta yürüyormuş. Birden kırmızı ışık yanmış ve biri diğerine -Hadi Tağut’un kanunlarına itaat küfürdür; geçelim! demiş. Öbürü -ne var canım kırmızıda geçip canımızdan mı olalım; deyince, “geçelim” diyen öbürünü hemen tekfir ederek yolunu ayırmış.” 
 
Yine dinin temeli olan ve Rasulün ''la ilahe illallah deyin kurtulun'' davetinin merkez/inşa  cümlesi bağlamından ve ihata ettiği anlam sahasından kopartılarak, hayat öneren/emreden içeriği boşaltılarak, vahiy bütünlüğü gözardı edilerek ve işlevsiz bir kabule indirgenerek ve de daraltılarak, vahiydeki ''İman edenler'' cümlesinden sonra gelen cümleler adeta yok/hiç sayılarak Allah'ın kitabını/dinini algılarda ''kuşa'' çeviren ve ameli/hayatı olmayan salt kalbin bilmesiyle/tasdikiyle dudaklardan dökülen iman/kabul sözcüklerine indirgeyen ve de her ne yaparsan yap, her ne olursan ol, her nasıl yaşarsan yaşa, yeterki tek/sadece o ''tılsımlı'' o ''yüce'' cümleyi bil ve kabul et, bu kurtuluşun için yeterlidir şeklindeki ucube din anlayışını inşa eden Mürcie yaklaşımıdır. (Mürcie'ye göre, kafirlikle birlikte yapılan itaatin hiç bir faydası olmadıgı gibi günah islemenin de imana her hangi bir zararı olmaz, bir kişi mümin olduktan sonra işlediği günahlar ona zarar vermez. Zira imanın bulunduğu yerde günahın bir değeri yoktur. Günah işlemekle iman eksilmez. Mürcie'ye göre iman kalp ile Allah'ı ve Hz. Peygamber'in haber verdiklerini bilmekten ibarettir.) Buna da ''trajikomik'' yaşanmış ya da çokça yaşanıldığını düşündüğüm bir anlatıyla örnek vereyim: ''Almanya'da yaşayan Hasan, Alman olan arkadaşı Hans'ı bilmediği, yaşamadığı dinine davet eder ve müslüman olmasını söyler, Hans kulaktan duyma İslam ile ilgili bilgilerine dayanarak Hasan'ın teklifini reddeder ve gerekçelerini sıralayarak şöyle der:  ''Ben içki içiyor kumar oynuyorum, kızlarla geziyor ve nikahsız yaşıyorum, sizin dininizde bunlar yasak,  ben namaz kılmıyorum ve kılamam, oruç tutmuyorum ve tutamam ama bunlarda sizin dininizde zorunlu, dolayısıyla ben sizin dininize giremem der, ''müslüman'' evladı olan Hasan da cevapları sıralar ve der ki, ben de senin gibi içki içiyor kumar oynuyorum ve kızlarla birlikte geziyoruz, ayrıca ben de namaz kılmıyor oruç tutmuyorum der ve ''kelime-i şehadet'' getirmesinin yeterli olacağını söyler,  bu konuşmanın sonunda Hans Hasan'a döner ve der ki, yaşantıma/hayatıma, heveslerime ve yapıp ettiklerime müdahale etmedikten sonra farketmez, madem öyle ben de senin gibi ''müslüman'' olayım/oldum der'' 
 
Her iki yaklaşım (tekfircilik-mürcielilik) birbirine zıt ve uç noktaları ifade eder.
 
Oysa vahyin belirttiği/olumladığı  ''ümmeten vesetan/orta-dengeli-adil-seçkin-örnek ümmet'' (2/143) vasat ümmettir. Vasat ümmet demek, Allah'ın vaaz ettiği dini, kendi heva/kuruntu ve indi çıkarımlarına/yaklaşımlarına göre enflasyona da tenzilata da tabi tutmayan, ilave/eksiltme yapmayan ümmet demektir. Çünkü Allah'ın dini ve belirlediği sınırlar hem adaleti hem dengeyi hem de güç yetirilebilir emir ve nehiyleri vaaz eder. Fıtratı yaratanın önerdiğini/emrettiğini eksik ya da fazla görerek ilavelerde ya da eksiltmelerde bulunmak kulun tuğyanıdır/hadsizliğidir ve bu da adaletsizliği, dengesizliği, zulümü üretmektedir.
 
Yahudi ve hristiyanların kitaplarını tahrif etmeleri, ilave-eksiltme-değiştirme-gizleme ve tersyüz etme ameliyelerinden kaynaklı zulüm üretmeleri bir vakıadır. İndirilenle yetinmemenin, çıkarlara göre ayetleri değiştirmenin, şartlara göre kendi arzularına dönük ilahi ölçüleri sündürmenin, yaratandan roller çaldığını zannederek afaroz etmelerin ya da bağışlayarak cennetler dağıtmanın, dini anlama/yansıtma işini ruhbanlara havale etmelerin, kısaca ilahi olan yalanlanarak, değiştirilerek, gözardı edilerek yapılan bütün düşünsel/eylemsel üretimlerin sömürüleri tetikleyeceği, zulüm üreteceği, katliamlar yaşatacağı ve en önemlisi de azabı celbedeceği kaçınılmazdır.
 
Vasat ümmet; şehid Seyyid Kutub'un ifadesiyle ''Düşünce ve şuurda.. Tecrübe ve marifet kapılarını kapamadığı gibi, bildiği ile de donup kalmaz. Her sese koşmadığı gibi gülünç maymun taklidi de yapmaz. Önce beraberindeki mefkure ve usule sarılır, sonra fikir ve tecrübelerin neticelerine göz atar. Mü'minin şiarı: '' Hikmet mü'minin yitiğidir; nerede bulursa alır'' hadisine kulak verir.''
 
Vasat ümmet; İki mekanlıdır, yani dünyanın da ahiretin de iyiliğine taliptir (2/201), dünyayı ahiretin tarlası olarak bilir, cesede bürünmüş bir ruh veya ruha sarılmış bir cesed gibidir, her ikisine de her gıdadan hakkını verir, ne ''bir lokma bir hırka'' misali dünyaya sırtını döner ya da sırt dönüleceğini zanneder, ne de dünyanın ahiretin tarlası olduğunu unutarak dünyayı önceler ve dünyevileşir, ne maddeye dalar ne de tamamen ahirete gömülür. Kulluk vazifelerinin/sorumluluklarının bu dünya hayatında icra edilebileceğinin, ailevi, sosyal, ekonomik, siyasal, yani hayatın tümüne dair imtihan çeşitlemelerinin yaşanacağı yer olarak dünya hayatını görür ve bunlardan dağa çıkarak/kaçarak kurtulunamayacağının idrakiyle hayata müdahil olur.
 
Vasat ümmet; Hayatı/insanı, toplumu ne hislerin/vicdanların emrine terk eder, ne de cezalardan müteşekkil bir hayat inşa eder, ikisini birlikte kaynaştırır, insanları yönetimin kamçısına/zincirine bırakmadığı gibi, salt vicdanların ilhamıyla da başbaşa bırakmaz. İnsanın tekil olarak şahsiyetini yok saymadığı gibi, cemaatin/topluluğun önceliklerini de şahıslara kurban etmez. Şahsiyetlerin  gelişimini toplumun gelişimiyle ve hayra dönük dönüşümüyle doğru orantılı addeder. 
 
Vasat ümmet; İnsanlığın hidayet önderidir, üzerlerine şehidler/örnekler olanıdır (2/143), sahip olduğu değerleri yeryüzü sakinlerinden bırakın esirgemeyi, bütün ''maddi/manevi'' güçleriyle insanlığa bu değerlerin taşınmasını yükümlülük addeden ve ibadi bir şuurla yerine getirenlerdir. Bu uğurda karşılaşılacak her türlü belalara göğüs geren, her türlü çileyi, cefayı göze alan ve amacı/hedefi Allah'ı razı etmeye kilitlenen bir topluluktur.
 
Vasat ümmet; İlk insan/nebi Hz. Adem'den son nebiye kadar ilahi öğretinin inşa ettiği, nebilerin ve takipçilerinin tağuttan/zulümattan ictinab etmekle-ettirmekle emrolunduğu, türedi olmayan ve insanlık tarihiyle yaşıt olan ve de insanlık serüveninde ''şahidler'' olarak tanımlanan İslam ümmetidir.
 
Vasat-dengeli-adil mü'minler şunu bilirler ki,  ümmetin parçasını oluşturan müslümanların düşünsel ve eylemsel yönelişlerinde, algılama kapasitelerinden kaynaklı, farklı zihinlerden ve kültürel etkileşimlerden dolayı (bir boya kutusunun içine atılan bir nesne misali) aynı tonda ol(a)mamaktadır, bu da zaten eşyanın tabiatındandır.  Yine şunu bilirler ki, muhataplar değerlendirilirken faillerle fiiller her zaman aynı potada eritil(e)mez, nice yanlış fiiller vardır ki bunda failin bilinçli-kasıtlı  (yanlışı yanlış bil(e)meden)yaklaşımı yoktur, doğru yapıyorum zannıyla yanlış yapabilmektedir, ''ameller niyetlere göredir'' hadisinin ışığında umulur ki niyetin halisiyeti kendini kurtarabilir, bunu da Rahman bilir ve takdir eder. Neticeyi biz bilemeyiz, bizler fiilin yanlış olduğunu hatırlatmakla mükellefiz. İşin muhasipliği bizlere teslim edilmiş, elimizde bize dair bir berat varmış gibi hareket edemeyiz ve zaten buna ne gücümüz yeter ne de sorumluluğumuz söz konusudur.  
 
Muhatapların tanımlanmasında fail-fiil ayırımı hayati öneme sahiptir. Bir örneklendirme yaparak somut/yaşanan bir örnekle meramımızı anlatmış olabilelim: 
 
''Öldürme fiilinin'' faili dört farklı nedene dayanabileceği ve öldürme fiilinin failini katl ile suçlanarak teke indirgenemeyeceği gerçeğidir, yani öldürme fiilinin faili nedenleri dikkate alınmadan katillikle suçlanamaz, öldürme fiilinin failini tanımlarken kimi zaman ''kısas'' kaynaklıdır ve bunun adı katillik değil adalettir/cezadır, kimi zaman şahsına-namusuna-beytine-değerlerine yönelik fiili saldırılara karşı savunma/savuşturma amaçlıdır ve bunun adı Hak'tır, kimi zaman (hataen/kazaen ve birinin birinin üzerine düşerek ölümüne neden olması gibi) katl değil kazadır, kimi zaman da haksız yere bir insan öldürülür bunun da adı katilliktir/cinayettir. Buradan hareketle her fail fiiliyle örtüştürülemeyeceği gerçeğidir, güncel tartışmalara yönelik bir öneklendirme yapar isek; sistemi içselleştirerek ve değerlerini savunarak yapılan destek fiilinin faili ile, sistemi içselleştirmeyen ve değerlerini savunmadan ve de farklı te'villerle zulumatın koyusu yerine nefes aldıracak bir süreci lokal/geçici (referandum gibi) destek fiillerinin failleri asla aynı değildir, çünkü kalkış noktaları ve kasıtları aynı değildir. Dolayısıyla ''destek fiillerinden'' hareketle failleri aynı kefeye koymak mümkün değildir. Bizler ilkini sıfırdan dine/islama davet ederiz, ikincisini ise Kemalist/vesayet sisteminin geriletilmesine dönük abartılı yüklemelerden dolayı konjöktürel ve geçici olarak var olan sürece destek söylemleri olan, zulumatın koyu tonunun alaşağı edilip yerine görece özgürlüklerin olduğu bu vasatın/sürecin kendilerince farklı te'villerle desteklenmesinin, aksi takdirde zulumatın koyusu olana kemalist/vesayet sistemine geri dönüleceği zannıyla/kaygısıyla söylem geliştirenlere yönelik söyleyeceğimiz şudur; te'villerinin yanlış olduğunu ve böylesi bir desteğin iyi niyetle ve farklı te'villerle bile olsa vebalinin olacağını ve de böylesi çok riskli vebalden dönmeleri gerektiğini söyler ve doğrulara davet ederiz. Batıl olan bir sisteme hangi niyet ve kasıtla olursa olsun destek söylemi/eylemi mazur görülebilir bir şey değildir ve indallahda vebalin olabileceği gerçekliğidir. Burada tefrik etmemiz gereken şey, fiillerin cürüm olduğu gerçekliğini saklı tutarak faiillerin maksad/niyet farklılığıdır ve bu farklılıkda muhatapları tanımlama farklılığını beraberinde getirir. İslamı bütünüyle gözardı edip batıl olan sistemi İçselleştirerek, savunularak verilen destek fail ve cürüm olan fiille örtüştüğü için tereddütsüz küfür/şirk iken, diğerinde maksad-niyet ve fail (Allah'ın kitabını ve onun inşa ettiği dini hayatın tümüne müdahil olmasını isteyen ve bu uğurda cehd eden, kastı/maksadı bu olmasına rağmen yanlış bilgi-etkileşim-yönlendirme nedeniyle doğru yapıyorum zannıyla yanlışa düşenler) işlenen cürüm fiiliyle örtüşmediği için faile kafir/müşrik denilemez.
 
Bu örneklerden hareketle yaşadığımız çağda bu nevi kırılmaların ve demokrasi denilen ayartı tuzağının ağına çokça düşülmekte, ümmet coğrafyasında demokrasi kavramını salt seçime indirgemelerin ve pradigması gözardı edilerek büyük yanılgıların yaşandığı ortadadır. Vakıa budur, bu yanlış yüklemelerden kaynaklı yanılgıları yaşayanları (düşünsel/eylemsel hayatları ve İslami yönetim özlemleri ortada olduğu müddetçe) bir çırpıda fiillerinden dolayı ümmet dışına çıkarmak ve kardeşlikten ötelemek asla doğru bir yaklaşım değildir. ''Teo demokrasi'' diyen cemaati islamiyi mi? Dini demokrasi diyen İranlı cuma imamlarını mı? İhvan-ı müslimin ve ortadoğudaki sayısız uzantılarını mı? hangi birini salt bu kavrama yanlış yüklemeler yaparak ve de seçime indirgeyerek olumlamalarından dolayı ümmet dışına çıkaracağız. Bu asla mümkün değildir. Yaşananlardan yola çıkarak verdiğimiz somut örnekleri ve var olan yanlışlarını asla/kat'a olumlamadan/meşrulaştırmadan doğru analizlerle ve doğru davet diliyle ve de aslında ortaya konulacak modellerle uyarılmaya devam edilmesi, kardeşlikten ve ümmet karesinden çıkartılmaması gerekmektedir.
 
Bir sitede okuduğumda yanlış bulduğum, yadırgadığım bir yaklaşıma dair bir örnek (böylesi örnekleri çokça duyuyor olduğumu da belirteyim)vereyim: Ortadoğuda bir âlim şunu söylüyordu; ne doğunun ne de batının demokrasisini kabullenemeyiz, biz özgür İslam demokrasisinden yanayız diyor. (belli ki adamın kastı demokrasinin bilinen pradigmasını reddediyor ve kendince salt seçime indirgenmiş bir anlam yükleyerek ifade ediyor) Hemen alttaki ''meşhur'' yorumcunun ifadeleri aynen şöyle: ''Sen ya sayı saymayı bilmiyorsun ya da dayak yememişsin, bu kabul Allah ile yanına başka bir ilah tasavvur etmektir diyor.'' Yani, alimin seksen yaşına kadar yaptığı mücadele, yaşadığı islami hayat ve bunca emek salt bu lanetli kavrama yanlış yükleme yaptığı için güme gitti öyle mi? El insaf demekteyim!
 
Bir gün sevdiğimiz ve tanınan bir ağabeyimizle konuşuyoruz, konu demokrasinin reddi, tabi pradigması ve lanetli sonuçları dolayısıyla hepimiz reddediyoruz, ağabeyimiz hızını alamayarak İslamda da seçim yoktur dedi, ben de halifelerin seçiminden ve şura ilkesinden hareketle seçimin varlığından bahsettim, islami bir yönetimi icra edeceklerin müslümanlar tarafından seçilmesi kadar doğal olan nedir, yoksa haşa Allah gökten bir iple bir yönetici mi sarkıtacak ya da kitabın sayfaları vucut bulup insanları mı yönetecek dedim, demem o ki, bazen ayarlar fena halde kaçmaktadır.
 
İslam’ın hiçbir eke-eklemlenmeye asla ihtiyacı yoktur ve bunu çağrıştıracak bütün söylemleri  reddediyoruz. Burada eleştirdiğimiz husus muhatapların kullandıkları cümlenin ya da tamlamanın maksadı dikkate alınarak eleştiriye tabi tutulması gerektiğidir. Bu Ortadoğu’daki şahıs veya benzer düşünenler ya da düşüncelerini bu şekilde ifade edenler, demokrasinin seçimle sınırlanan boyutuyla kifayet edip ve bunu da kendilerince araçsallaştırarak/kullanılarak islami yönetime ulaşabileceklerini  kastedenlerin/zannedenlerin durumuyla, demokrasinin ihata ettiği bütün kabulleri kastederek ilahi olanı yok sayıp aklı ve beşeri yönelişleri ilahlaştırarak hayat projesi üretmeyi kabul edenler tefrik edilmek zorundadır.
 
Kimi tartışmalarda karşılaştığım, Lübnan Hizbullah’ının da Lübnan meclisine vekil göndermesini, tıpkı ''tipik demokrat/seküler'' bir zihinle (ilahi olanı tümüyle reddedenlerle) eş değer görülebildiğine şahid olmuşuzdur . Hizbullah ile ya da Hamas ile sırf ‘’seçim ve meclis’’ kelimelerine yönelik ''kendilerince/zanlarınca''  yükledikleri anlamlardan dolayı tipik demokratlarla aynı kefeye koymak adaletsizliktir ve zulümdür.
 
Özetle; Mü'minlerin vahdeti ve izzetli ümmeti oluşturabilmeleri için,  ümmet kavramının türediği ''ümm'' kelimesinin anlam köküne, ortaya çıkışına, meydana gelmesine, yönlendirerek terbiye etmesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne yani VAHYE dönmesi gerekmektedir ve bu dönüş bütünüyle teslim olmuş, hesapsız-amasız-bagajsız bir dönüş olmak zorundadır.
 
Mü'minlerin buluşabilecekleri ve bu buluşmanın getireceği hayırla dünyada izzet-şeref ve ahirette de felaha ulaşabilmeleri için, öncelikle başka tercihlerinin (33/36) olmadığını bilmek, idrak etmek durumundadırlar.
 
Bu salt slogandan ibaret bir söylem/davet değildir. Tarihe bu günden geriye bakarak mü'minlerin buluşabilecekleri ne mezhebi/meşrebi ne kavmi ne de coğrafi hiç bir öncelemenin ümmet şemsiyesinin oluşmasına imkan vermediğini bilakis bu öncelemelerin ümmeti parçalayacağı tartışılmaz bir gerçekliktir. Hem hakikat/sahih bir yöneliş boyutuyla hem de işlevsel/olabilirlilik boyutuyla vahyi önceleyen yönelişlerdir tek çare.
 
Yaşadığımız bu zaman diliminde müslümanların bu günden geriye dönük bol miktarda tarihi tecrübeleri vardır. Tarihi tecrübelerin içinde nice ayrışmalar, nice savaşlar, nice boğuşmalar yaşanmıştır. Yaşanılan her türlü zihinsel/eylemsel olumsuz yönelişlerin ibretlik sonuçları dikkate alınarak, çarenin yegane adresi olan vahye yönelmek-yönlendirmek olduğunu her daim dillendirilmesi gerekmektedir.
 
Önemsenmesi/öncelenmesi gereken, Allah'ın kitabını ve onun inşa ettiği dini hayatın tümüne müdahil olmasını isteyen ve bu uğurda cehd eden, kastı/maksadı bu olmasına rağmen yanlış bilgi-etkileşim-yönlendirme nedeniyle doğru yapıyorum zannıyla yanlışa düşen bütün kardeşlerimizin bu ümmetin birer parçası olduğu gerçeğidir. Ümmete dahil olmanın gereği/ölçüsü hayatın tümüne müdahil olan bir din kabulüne/ameline sahip olmaktır.
 
Bize düşen ''hakikati'' empatiye ve göreceliliğe kurban etmeden, muhatapları anlama boyutuyla empatiyi de bütünüyle sürgüne göndermeden, hakikatin hatırını herşeyden üstün tutarak, dinimizi değil dilimizi yumuşatarak daveti götürmektir.