Fatih PALA

26 Mart 2012

BORÇ! (ÖYKÜ)

O gün bir sıkıntıyla uyandı sabaha. Ama yine de: “Bismillahirrahmanirrahim” ile kalkmayı ihmal etmedi yatağından, eliyle yorganını üzerinden atarken. Hamd etti yeni bir günü bağışlayana. Zira her yeni günün yepyeni bir imkan sahası olduğunun bilincini taşıyordu aklında, kalbinde. Ahşap çerçeveli ve çift camlı pencereden içeriye izinsizce ve bir o kadar da nazikçe süzülen güneşin ışığı: “Kalk bakalım, Allah kerim her zamanki gibi.” nasihatini çağrıştırıyordu değdiği noktalardan muhatabına. Bahçedeki akasya ağacını yuva edinmiş pervasızca ve umarsızca ötüşen kuşlara takıldı gözleri: “Ah ne olaydı sizler gibi dertsiz olaydım.” cümlesi döküldü kurumuş ve yıllardır orta kısmı yarık olan ne vakit gülüverse, gülüşünü sancıya dönüştüren o kalın dudaklarından. Kullanmadığı ilaç, sürmediği merhem kalmamıştı ama; o yarığın iyileşmeye hiç niyeti yoktu. Kendisiyle birlikte ömrünü tamamlayacaktı galiba o yarık.

Zor bir gün olacak gibiydi kendisi için. Aylardan beridir zihninde dert yumağı gibi büyüttüğü borcunun ödeme günüydü. Büyük heveslerle, tarifsiz hayallerle satın aldığı ve samimi bir hissedişle; “Şanı pek yüce olan Rabbim! Cennetimiz olacak bir mekan eyle.” diye dualarda, niyazlarda bulunarak taşındığı güzelim evinin borcunun ödeme günüydü o gün. Belki de ömrü boyunca ilk kez bu kadar büyük bir borcun altına girmişti. Yalnızca Rabbine güvenerek ve yalnızca Ondan yardım umarak girişmişti ev alma işine. Biliyordu ki, yerlerin, göklerin ve her ikisinin arasındakilerin Sahibi olan Rabbi Allah (cc), onu sahipsiz bırakmazdı. “Rabbim! Yalnız sana güvendim, sana sığındım, sana dayandım; ve sadece senden isteyip senden bekliyorum yardımı.” duasını o kadar yerleştirmişti ki içine, neredeyse yapmadığı vakit yoktu. “Mahcup etme, utandırma Rabbim!” demişti borç senedini henüz imzalarken. Yardımın geleceğine kesinkes inanıyordu. kalbinde zerrece şüphe yoktu. Ama gelin görün ki, beşer olmaklığın getirdiği ve zihinde estirdiği “Ne olacak, nasıl ödeyeceğiz?” şüphe rüzgarları ister istemez rahatsızlık doğuruyordu.

Tarihte yardım edilmişlerin misali çoktu. Her vakit aklına ilk gelen, Musa aleyhisselam ve kavmine yardım edilme vakasıydı. Hani Musa aleyhisselam kavmini de alıp Rabbinin izniyle Kızıldeniz’e doğru yola koyulmuşlardı. Gaye Firavun zulmünden ebediyen kurtulmaktı. İnanç erlerine gün doğmuştu; kötü günler, ezilmişlikler, hor görülmüşlükler, kölelikler… sonra erecekti. İşte tüm bu sebeplerin ve daha nicesinin dayanılmazlığı onları Kızıldeniz’e yöneltmişti. Lakin, bir aksilik vardı. Firavun ve askerleri tüm şeytanilikleri ve düşmanlıklarıyla Musa aleyhisselam ve kavminin üzerine doğru öldüresiye geliyordu. Ne olacaktı şimdi? Sıkışmışlardı. Arkalarında zalimler şahı Firavun ve kana susamış ordusu; önlerinde ise bin yılların durduramadığı, susturamadığı, dindiremediği, kurutamadığı Kızıldeniz. Ne yapacaklardı? Hemen Musa aleyhisselam’a çıkışmaya başlamışlardı kendilerine göre haklı olarak: “Ey Musa! Delirdin mi sen? Neden bizi buraya sürükledin? Bizi ne duruma düşürdüğünü gördün mü? Beğendin mi yaptığını? Firavun ve ordusu biçecek bizi. Sen bize tuzak mı hazırladın ey Musa?” şeklinde intizar ettiler. Tevhidin ve inancın yiğit adamı olan Musa aleyhisselam: “Ey Kavmim! Durun! Hemen ümitsizliğe kapılıp kaygıya düşmeyin. Bizi buraya yönlendiren Rabbimiz elbette bize çıkış yolu gösterecektir. Nasıl olacağını ben de bilmiyorum. Ama yemin olsun ki o bizi felaha erdirecek. İnancınızı kavi kılın.” Ve işte, sapa sağlam, katışıksız, pazarlıksız, asil bir imanın ve güvencin koca denizi ikiye böldüğü an. Ve işte, ıpıslak, kurumak nedir bilmeyen bir yerin, toprağın kupkuru ve dümdüz bir yola dönüşmesi. Ve işte, ‘Siz yeter ki Yaradanınıza dayanmayı bilin!’ ilahi hakikatinin tecellisi. Ve işte, umutların tükendiği sanılan ama esasen umut doğuran bir ortam…

Havsalasında, buna benzer daha pek çok mesel gezdirdiği halde, tesiri altında en fazla kaldığı olay buydu. Acaba maddi anlamda bu denli zora girdiği şu çetin gününde, “zul celali vel ikram” olan, “vekil ve fettah” olan yüceler yücesi Rabbi, ona da Kızıldenizvarî bir yürünülesi çıkış yolu açacak mıydı? Layık mıydı yolların açılmasına? Değer miydi kurtuluşta olup enginliğe yürümeye? Onların soluduğu o büyük ve dayanılması imkansız denilebilecek ölüm ve çaresizlik korkusunu ne kadar hissedebilmişti ki? 

Hiçbir kuluna taşıyabildiğinin fevkinde bir görev, sorumluluk ve ağırlık yüklemeyecek olan Rahman-u Rahim Allah (cc), kendisine de hafiflik gönderecekti tabi ki. Fakat ne garip ve ne yazık ki insanlara, “çevrem” dediği tanıdıklarına olan güveni git gide azalıp yok oluyordu. Derdini kime açsa, ‘bir dokunup bin ah işitme’nin ne demek olduğu en bariz haliyle görüyordu. Haliyle çaldığı her kapının arkasındaki dostunun da kendilerine göre sıkıntıları mevcuttu. Bunu olağan karşılıyordu. Ama olağandışı gördüğü husus, gereğince ilginin gösterilmemesi ve içtenlikli dua alamamasıydı. Varsıl bildiği insanların yakinen ne kadar da düşünce yoksulu olduklarını kavrar olmuştu. Hele bir ‘abim’ diyerek karşısına geçip “Rabbim nasip etti falanca semtten bir daire aldık. Lakin gücümüzün çok üzerinde bir borç bizi buldu. Bunu karşılayabilmek için durumunun iyi olduğunu, olabileceğini düşündüğüm sizin gibi ağabeylerime derdimi açıyorum. Var mı yapabileceğiniz bir şey?” sözlerini sarf ettiğinde, muhatabından aldığı şu cevapla -muhatabına belli etmeden- adeta sarsıntı geçirmişti: “Aslında mütevazi bir ev alsaydın seninle ilgili düşüncelerim vardı. Ama şu halde sana ancak borç verebilirim; o da üç-beş ay sonra olabilir ve o zaman ki durumumuza bağlı tabi.” Ev alma düşüncesini paylaştığı ilk insanlardan birisiydi bu ağabeyi. Hem kendisini hem de ekonomik durumunu çok iyi bilen bir insandı: “Seninle ilgili düşüncelerim vardı.” demesi o sebeptendi. Pekte şatafatlı bir daire aldığını düşünmüyordu aslında. Ama ne yapsındı işte, ağabeyi öyle demişti; alınan ev namütevaziydi ve alıcı yardımı hak etmiyordu… Bu sözleri duyacağına sinesinden bir kurşun yese daha iyiydi. Kurşun yarası bu dil yarasından yeğdi ona.

Ensar-Muhacir kardeşliğini dimağında canlandırdı. Birbirlerine karşı sergiledikleri fedakârane davranışları geldi hatırına. Teslimiyet bağıyla kenetlenilip insanlığa anlam harikaları sunulan o saadet vakitlerine uzayıp giden hayal dünyasının içinde buldu kendini gayr-ı ihtiyari. Dönmek istemedi bu zamana, bu zamandaki insanlara. O kardeşlik manzaralarının seyrine doymak ve asla sıyrılmak istemedi o esrarlı dünyadan… Ama hayır! Uzak değildi bunlar mümin olanlara. Esaslı bir inancın tavizsiz ayrıntılarında mekan tutmuştu bunlar zaten. Fazlaca uzağa gitmeye ne hacet! Vardır elbette öylesi şahsiyetler ve vardı da muhakkak. Şanı yüce olan Allah (cc), birilerini vesile kılacaktı er yada geç. Sabır silahıyla kuşanmak asıl bugünler için gerekli değil miydi?

Aslında hepsinin de farkındaydı bunların. Ama öyle kolay değildi işte beynini tırmalayan “borcumu nasıl ödeyeceğim?” sorusundan azat olmak, ayrı kalmak ve uzak durmak…

Kardeşlerinden, dost bildiği insanlardan bir fayda görememesi her şeye rağmen onlara karşı içinde kin tutmaya sebep olmamıştı. Biliyordu ki herkesin kendine göre derdi - harcı vardır. Üç günlük dünyaydı sonuçta. Kin tutmaya değmezdi. Bugün var, yarın yok misaliydi insanoğlu. Kin cehaletten doğar, çok iyi biliyordu bunu; ve aynı zamanda şeytanı sevindirici bir davranış olacağını da. Hepsine dua ediyordu, hepsinin iyiliğini ve hayrını istiyordu. Durumları el verseydi, yardımlarını esirgemezlerdi tabi ki. Müminler zor günlerinde birbirlerine arka çıkmayıp da daha ne vakit çıkacaklardı ki! İyi günde de kötü günde de birlik olmayı, hayırdaş olmayı temenni etti. Rabbine dertlilere deva, hastalara şifa ve borçlulara edalar göndermesi için yalvardı. O, kullarının yakarışlarını işiten ve icabet edendir.

İyiden iyiye daralmaya ve sıkıntılanmaya başlamıştı. Nereden bulup nasıl ödeyecekti bu borcu. Borçla borç kapatmayı sevmezdi oldum olası. Ama şartların insanı ne hallere sokacağı evvelinden kestirilemiyordu. Haz etmediği yollara başvurmaya kalkışmıştı; ama o yoldan da bir sonuca varamayacaktı görünen o ki. Hazinesi genişler genişi ve zenginler zengini olan yegane sahibi Rabbine tekrar tekrar sığındı, yine ve yeniden yakarış makamına yöneldi. “Ben çıkamayacağım bu işin içinden. Sen halime şahitsin. Beni düzlüğe çıkar Rabbim. Rızan üzere bir hayat sürmek sevdasıyla adım attığımız bu işte bizi yardımsız bırakma, bırakma, bırakma…” Hayatın en berrak örnek siması olan Rasulullah (s.a.v)’ın bilip ettiği duaları diline yerleştirmişti. Onun duaları gibi, kabul edilmiş dualar zümresine dahil olmasını diledi dualarının.

Kararını vermişti. Gidecek ve müteahhitle görüşüp borcunu ödeyemeyeceğini, gerekirse vazgeçebileceğini söyleyip, başkasına satabilirlerse durumu o şekilde kurtarabileceklerini önerecekti. Güvendiği dağlara kar değil boran yağdığını ve üstesinden gelemeyeceği bu borç derdinden kurtulmak istediğini ciddiyetle belirtip gerekeni yapmalarını rica edecekti… Bunun kendisi ve ailesi için Allah (cc) tarafından bir imtihan olduğunu kavraması geç olmadı. Verdiğine de vermediğine de her daim hamd ettiği Rabbi, bu sefer sınama tahtasına büyük bir borç çizmişti. Çizilenin nasıl ve ne zaman silineceğini bilmesine imkan yoktu. Bildiği ve yapacağı tek şeyin bir an evvel müteahhitle görüşüp olaya noktayı koymasıydı.

Marifetli bir işçilikle imal edildiği her halinden belli olan gövdesi ahşap kabartmalı ve gümüş tokmaklı çelik kapının ziline basmaya yeltendiği anda birden duraksayıverdi. Bir kez daha mı düşünmeliydi? Bundan dönmek demek, insanlar karşısında ezikliğe kapı aralamak demekti. Mesnetsiz suçlamalara ve alaylı davranışlara gün doğması demekti… “Hayır, kararım karar!” diyerek dizginledi içindeki şüpheyi ve zil düğmesine hafifçe dokundu.

İçeriye selamla girdi ve kendisine buyur edilen yılan derisini andıran parlak yüzeyli tek kişilik siyah koltuğa oturdu. Hal hatır ve iyilik temennilerinin akabinde mevzuya tam giriş yapacaktı ki, cep telefonu tatlı tatlı çalıverdi: “Şehit tahtında Rabbe gülümser, ah binlerce canım olsaydı der. Şehit tahtında Rabbe gülümser, canın bedeli bir sofradan yer.” Bir ezgi-marş dahisi olan Ömer Karaoğlu’nun bu dinlemeye doyamadığı eserini çalan zil sesi olarak ayarlayalı çok olmuştu. Kendisine şehadeti anımsattığındandır ki, hiç hatırından çıkmasın için bu yolu tercih etmişti; Yaradan için, Yaradan adına yaşamak ve yine Onun için, Onun adına ölmekti şehadet… Arayan numarayı tanıyamamıştı. Muhatabından müsaade isteyip “Hayırdır insaAllah” diyerek “Efendim”le açıverdi telefonu. Hemen tanımıştı karşıdaki sesin sahibini. Ev olayına girdiği ilk günlerden beridir hakkında hep hayır dualarda bulunan çok kıymetli bir ağabeyiydi arayan. Müjdeli bir haber naklediyordu heyecan fışkıran ses tonuyla: “Kardeşim sana bahsettiğim; ‘satılması için dua et, senin borcun için katkıda bulanmayı çok istiyoruz’, dediğim evimize talipli çıktı. Borcun ne kadarsa gel hemen takdim edeyim de kurtul inşaAllah!” Arayan ağabeyinin bu asil tavrı bir çoklarına büyük dersler verecek nitelikteydi. Çünkü kendisinin de çok ihtiyacı vardı parasal desteğe. Çalışma durumu olmadığı için gelir olarak yalnızca eşinin aylığı vardı ve onunla ayakta durmaya azmediyorlardı. ‘Elimden tutabilecek belki en son kişi’ diye düşündüğü bu muhteşem insan, tarihe asla unutulmayacak bir numune bırakıyordu.

Sevincinden nasıl hareket edeceğini bilemedi. İçmesi için önüne konulan bardaktaki çayı tutan parmaklarını, titremekten alıkoyamadı. Gözlerinde ılık bir nemlilik hissetti. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Dudaklarından şu sözlerin dökülmesiyle oturduğu yerden fırlayıp kendini kapıda bulması bir oldu: “Geleceğim abi, bekle beni.”