Ömer İSLAM
08 Mayıs 2008
KAHVE FİNCANINDAN İNSANA BAKMAK!
“Bir grup öğrenci hocalarını evinde ziyaret etmişler. Hoca, kahve ikram etmek için mutfağa gitmiş. Biraz sonra elinde tepsi ile dönmüş. Tepsiyi ortadaki masanın üstüne koymuş. Herkesin kahve almasını istemiş. Tepsideki kahve fincanlarının hepsi birbirinden farklıymış. Porselen, cam, plastik, değişik desenli ve değişik renkli fincanlar. Herkes bir fincan alınca tepside kalan plastik fincanı kendisi almış. Birkaç yudum içtikten sonra konuşmaya başlamış:
- “ Dikkat ettim de, herkes değişik fincanların içinden en güzelini, en kalitelisini almaya çalıştı. Halbuki içlerindeki kahve hepsinde aynı idi. Aslında hayatta böyle. Hayatımızın kalitesi, içimizde olandır. Kimliğimiz, kişiliğimiz, değerlerimiz ve bunları nasıl yaşadığımız hayatımızın kalitesini belirler. Tıpkı kahve gibi. Ama hayatı tutmaya, kolaylaştırmaya yarayan araçlar, hayatın aslı imiş gibi değerli hale geldi. Fincanlar gibi. Hayatımızın araçları olan ev, araba, iş, giysiler, yiyecekler … vs. Hayatın merkezine yerleşerek araçlıktan çıktı. Yaşam amacımız oldu.”
İç–dış, temel–ayrıntı, öz-kabuk meselesi tarihin her döneminde gündem oldu. Ama çağımızda olduğu kadar bayağılaşmadı. Çağımızda olduğu kadar ayağa düşmedi. Hayatı kolaylaştırmaya yarayan araçlar olan nesnelere anlamlar yüklendi. Devir imaj devri olduğu için satın alınan her ürün kendini ifade aracı haline getirildi. Satın aldıkça ihtiyaç büyüdü. İhtiyaçlar büyüdükçe borçlanılarak gelecekler ipotek altına alındı.
Çağımız insanı, özden kabuğa, temelden ayrıntıya yönlendirildi. Kafa konforunu bozmaması için önüne “Ece’nin kepek sorunu” gibi yapay problemler konuldu. Böylece düşünmeyen, sorgulamayan bireylerden oluşmuş yönlendirilebilir yığınlar oluştu.
Mesela futbol. Kitleler için tam bir oyalama veya istenildiği gibi düşündürme aracı oldu. İnsanı kuşatması bakımından futbol, insanın her duygusuna hitap ediyordu. Taraftarlık; aidiyet duygusunu, galibiyet; tatmin duygusunu, yenilgi; hüznünü, renkler; aşkını, karşı takım; kin duygusunu, maçlardaki çekilen çileler; fedakarlık duygusunu, ettiği küfürler; deşarj olmasını, futbolcular; hayranlık duygusunu tatmin ediyordu. Takım renkleri ile üretilen eşyalar iyi bir pazardı. Maç öncesi yorum, maç esnasında canlı seyir ve maç sonrasında günlerce süren yorumlar. Yeterince zaman işgal ediyordu. İnsan bu yoğun meşguliyet ile kendi kendisi ile baş başa kalamıyordu.
Tabi bununla erkekler daha çok ilgileniyordu. Kadınlar için ise aynı işlevi gören bir şey gerekti. Hemen bulundu: Diziler. Artık günümüz kadını, diziler sayesinde yaşayamadığı duyguları yaşayabiliyordu. Dizilerle ağlıyor, gülüyor, korkuyor, kızıyor, kuşkulanıyor, seviyor, beğeniyor, nefret ediyor ….vs. Böylece insanlar, birbirleri ile mümkün olduğu kadar az iletişim kurarak duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Üstelik dizilerle yaşanılması istenilen hayat tarzı özendiriliyordu.
İlişkilerinde, kendi için istediğini karşısındaki için de isteyen insan yerine, bencil, yüzeysel davrananan insan inşa edildi. Böylece toplumsal dayanışma yok edildi. Biz tokken, aç kalan komşu bizden değildi artık. Çünkü beceriksizdi. Hem ekmek aslanın ağzındaydı. Biz onu kazanana kadar neler çekmiştik. Hem kazandığımız bize bile yetmiyordu. Kısa ve uzun vadede o kadar çok almamız gereken şeyler var ki! O (komşu) durumu kötü halde ise mutlaka tembeldi ve sonuçlarına katlaması gerekiyordu. Eşi ve çocuklar mı? Onlarla hayır-hasenat kuruluşları ilgilenirdi nasılsa.
Bu insan tipi oluşturulurken, bazı kavramlar da anlam değişimine uğradı. Mesela, “idealist” kelimesinden “işinde yükselmeyi kafaya koymuş ve bu uğurda da her şeyi(!) göze almış, sınır tanımayan bir kimse” anlaşılıyordu artık. Kelimenin eskiden kullanımındaki “ideal yaşam arayışı”, “mevcut yaşantının eleştirisi” artık hiç gündeme dahi gelmiyordu. Hele bu kelimeden türeyen “ideoloji” ise zaten ölmüştü.
Bir başka değişime uğrayan kavram da “sevgi” idi. Bir değer verme ifadesi olan sevgi; karşılıklı iletişimle gerçekleşmesi gerekirken, öyle hızlı bir erezyona uğradı ki, her şey sevilir oldu. Yiyecekler, içecekler, eşyalar… vb cansız nesneler sevildi. Özel anlamlar yüklenen bu ürünler, ihtiyaç gideren cansız varlıklar değildi artık. Onların temsil ettiği birer imaj vardı.
Aslında bu kavramlardaki anlam kaymaları öyle zamanla oluşmuş doğal yıpranmalar değildi. Zamanında insanları harekete geçirmiş, toplumları etkilemiş bu tür kavramlar maksatlı bir şekilde tahrif edilerek, oluşturulmak istenen yaşam tarzı meşrulaştırılıyordu.
Oluşturulan bu insan tipi artık kitle iletişim vasıtaları ile resmen klonlanıyor. Müthiş bir hızla insanlar, aynılaşıyor. Etnik kökeni, coğrafyası, dini, mezhebi, dili, gelir durumu, statüsü, bilgi düzeyi ne olursa olsun artık hep aynı davranışlar, aynı tepkiler, aynı alışkanlıklar sergileniyor.
Bir ideolojinizin, bir dininizin, değerlerinizin olması önemli değil. Artık sadece tv karşısında sevinip güler hale gelmişseniz, en son gözyaşınız bir filmde akmışsa, kolanın tadı size hayatın tadı gibi gelmeye başlamışsa, alt ve üst kattaki komşunuzun çocuklarının adlarını hala merak etmiyorsanız, akşamları çöpünüzü dökmeye gelmiş adama yüzüne bakmadan “…… Efendi!” diye hitap etmeye başlamışsanız, hayvanları sadece resimlerinden sevmeye başlamışsanız, yolunuz şehrin yoksul mahallelerine hiç uğramamaya başlamışsa, yüklü bir miktarda parayı sizden istediğinde “ne yapacaksın bu kadar parayı?” diye sormadan bulup buluşturup vereceğiniz bir dostunuz bile yoksa, sofranızı bir fakir ile en son ne zaman paylaştığınızı hatırlamıyorsanız sizi de kendilerine benzetmişler demektir. Geçmiş olsun!