Ömer İSLAM

14 Eylül 2009

MÜSLÜMANLARIN TARİHİNDE BEŞİNCİ KIRILMA: TASAVVUF

800’lü yıllar. Abbasilerin iktidarının sarsıldığı, Müslümanların yaşadığı geniş topraklarda çeşitli devletçiklerin ortaya çıktığı, gerek Bağdat’ta gerekse diğer önemli şehirlerde siyasi çekişmelerin arttığı, hanedan ve zengin çevrelerin zevk, sefa, israf ve gösteriş içinde olduğu  yıllar. Bu zaman diliminde, tüm bu olumsuzluklardan uzak durmayı, ibadetlerle meşgul olup inzivayı tercih etmeyi tercih eden kişiler ortaya çıkmaya başladı. Önceki yıllarda  İbrahim Ethem (ö.776),  Rabiatül Adeviye (ö.801);  bunun ilk örnekleri olarak ortaya çıktılar. Ancak onlar kendilerini “Sufi” olarak adlandırmamışlar; dünyayı boş verme, evlenmeme, sadelik, insanlardan uzaklaşma gibi pratikler  ortaya koymuşlardı.

“Sufi” ismi yün demek olan “suf” dan geldiği, İlk defa Kufe’deki  zahidlerin yün giydikleri söylenir.(1)  İslam tarihinde ilk sufi olarak vasfedilen üç isimden bahsedilir. Cabir b. Hayyan (ö.815), Abduk es- Sufi (ö.825), Ebu Haşim el Kufi (2)  İlk mutasavvıfların çoğu Farsi’dir.(3)  İran mistik inanışlarından etkilenildiği açık olan sufilik, siyasi olaylardan uzak bir dindarlık arayışının bir ürünü olarak ortaya çıktı.

İlk sufilerin sade yaşamları, inziva eğilimleri zamanla daha da ileri gitmeye başladı. Bu dönem sufilerinin, özellikle İran ve Hindu münzevilerinin uygulama ve düşüncelerinden etkilendikleri görülür. Tasavvuf, daha önceleri ferdi bir eğilim iken, felsefi, itikadi bir sistem haline dönüşerek kurumsallaşmaya başladı. Tasavvuf ehlinin  etrafında müridler oluştu.  Bu dönemin önemli tasavvufçuları; Zünnun-i Mısri (ö.859), El- Muhasibi (857), Beyazıd Bestami (ö.870), Cüneydi Bağdadi (ö.911), Hallacı Mansur (ö.922)’ dur.

1000’li yıllarda Şia ve Mutezile karşısında tek resmi görüş haline gelen Ehli Sünnet ile Tasavvufu uzlaştırma  işi  Kuşeyri (ö.1072)  ve Gazzali (ö.1111 ) tarafından  yapıldı. Abdulkadir Geylani (ö.1166) tarafından ilk sistemli tarikat olan “Kadirilik”  kuruldu. Felsefi tasavvuf, zirvesine Muhyiddin Arabi’nin  (ö.1240) “vahdet-i vücud” teorisi ile ulaştı.

1300’lerden sonra tasavvuf, daha çok halk düzeyinde tekke, zaviye, hankahlar aracılığı ile “tarikat” örgütlenmesi şeklinde devam etti.  1258’de Müslüman Devletleri hallaç pamuğu gibi atan Moğol istilası sonrası oluşan boşlukta bu tarikatler, Müslüman halkın sığınağı haline geldiler. Bu yıllarda özellikle Anadolu’daki tasavvufçular, kelamcılar gibi entelektüel konularla, fakihler gibi fıkıh ve kurallarla uğraşmayıp; herkese kucak açarak şeyh, abdal, baba, derviş ünvanları ile halkın içinde rağbet gördüler. Orta Asya’dan göç etmiş, dini bilgisi zayıf ama samimi Türk boyları, bu tarikatlerin etkisine girdiler. Bu dönemdeki Anadolu’daki bir Türk’ün gözünde İslam demek tarikat demekti.

Osmanlı Devletinde tarikatler devletin kurucu unsurlarından biri olarak önemli işlev gördüler. Devlet ile halk arasında harç vazifesi görerek itibarlı konum elde ettiler.

1300’lerden günümüze kadar da tarikatler, bulundukları coğrafyaya göre  kendi felsefelerini, ibadet tarzlarını, şekli formlarını, silsilelelerini, geleneklerini kemikleştirerek yaşattılar.

800’lü yıllarda ilk defa Müslümanlar arasında “münzevilik, çilecilik” şeklinde ortaya çıkarak günümüze kadar gelen Tasavvuf;  İslam’ın bilgi, tevhid, Nübüvvet, ibadet, anlayışlarından saparak, kendine özgü bir yol, yaşantı ve inanç geliştirdi.

Sufiler, dini bilgiye ancak keşif, marifet, ilham ve deruni tecrübe ile ulaşılabileceğini iddia ettiler. Buna göre, bu bilgiye, ilim değil marifet denir ve sadece amel, ibadet, riyazat, mücahede ve mükaşefe yoluyla kalbini Allah'tan gelen tecellileri almaya müsait hale getirenler sahip olabilir. Yani "Mutlak hakikata ve dini bilgiye, evliya’nın yol göstericiliğinde keşif ve ilhamla ulaşılır" (4)

Tasavvuf ehli’nin Allah anlayışı da Kuran’ın apaçık ayetlerinde açıkladığı Tevhid esasları ile çelişmektedir. Onlar, vahdeti vücut, vahdeti şuhud, hulul (Allah'ın eşya ile bütünleşmesi) ve ittihad (Allah ile eşyanın bir olması), fenafillah (Allah’da yokolma) kavramları ile tamamen farklı bir Allah anlayışı geliştirdiler.(5)

Tasavvufçular, Kur’an’ın ortaya koyduğu Peygamber anlayışını “Hakikati Muhammediye ve Nuru Muhammedi” anlayışları ile  bozdular. Resulullah’ı insanüstü göstererek, bütün alemin kendisi için yaratıldığını, bütün varlıkların ondan meydana geldiğini, herkesten ve her şeyden önce onun yaratıldığını ileri sürdüler.(6)
Tasavvuf ehli, eserlerini kendilerine Allah’tan gelen bir ilham ile yazdıklarını iddia ederek, eserlerinin  Kur’an gibi yanılmaz bilgi kaynağı olduğunu öne sürdüler.(7)

Kuran ve sahih sünnetle sabit olan Allah’a karşı olan ibadet şekillerine tasavvuf ehli tarafından eklemelerde ve eksiltmelerde bulunarak, Kur'an'ın belirlemediği ve Rasulullah'ın göstermediğini birçok ibadet şekilleri uyguladılar. Bunlardan bazıları; dans ederek ve yüksek seslerle yapılan zikirler, yapılan ayinler, islam akaidiyle bağdaşmayan istiğase, rabıta ve tevessülle yapılan dualar, ricalu'l-gayb, gavsı azam, evliya, yatır ve ölülerden medet istemeler gibi.(8)
Tasavvuf şeyhleri aşırı şekilde yüceltilerek, kayıtsız şartsız itaat edilmesi gereken şahsiyetler olarak tayin edildiler. Her sözleri, her davranışları mutlak doğru olarak kabul edilerek, mürid açısından dinin tek kaynağı olarak görülmesi sağladılar.(9)

Başlangıçta masum görülen ufak açılı bir sapma,  yıllar geçtikçe  büyüyerek telafisi imkansız sonuçlar doğurdu. Kuran’ın reddettiği ruhban sınıfının Müslümanların arasında  oluşmasına  yol açtı.

DİPNOTLAR:

(1)  Abdurrahman Abdulhalık  el Fikru’s Sufi fi Da’vil Kitap ves Sünne s.413

(2) - Cabir b. Hayyan (ö.815): Cafer Sadık’ın kölesi ve öğrencisi. Şianın büyüklerinden kabul edilirdi. Kimya ve botanik alanında da çalışmalar yaptı.

Ebu Haşim el Kufi: Remle’de mistikler için ilk defa tekke inşa ettiren kişidir. Rahipler gibi uzun elbise giyer, hulul ve ittihadı savunurdu.

Abduk es- Sufi (ö.825): Kufe’de yarı şii, yarı tasavvufi bir fırkanın kurucusu olarak bilinmektedir. Sofu adı verilen ilk kişi olarak bilinir. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam s.66)

(3)-  İran menşeili mutasavvıflar için bkz. Molla Camii, Nefehatü’l-Üns min Hadaratü’l Kuds   Bedir Yay.

(4) -  Bunun yolları ve gerçekleşme aşamaları hakkında geniş bilgi için bkz., İbn Haldun, Şifau's-Sail-Tasavvufun Mahiyeti, çev. Süleyman Uludağ, s.123.

(5)-  Muhyiddin ibn Arabi:"Arif, hakkı (Allah'ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir." [Ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, Bali Şerhi, 374, Kaşani Şerhi, 1/192] "Kâmil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir." [Fususu'l-Hikem, 1/195, Afifi neşri. )…. O bana hamleder, ben ona hamlederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." [Fususu'l-Hikem, 1/83.] Bayezid el-Bistami:  "Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet bende 'Ey ben sen olan' diye seslendi." [Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, 28-32; Feriduddin Attar, Tezkiretu'l-Evliya, 1/160] "Sübhani (noksanlık sıfatlarından münezzehim), mâ a'zame şe'nî (şanım ne yücedir)!" [A.g.e. s.30.] "Allah'ım! Senin bana itaatin benim sana itaatimden daha büyüktür." [A.g.e. s.30] "Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağamın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır." [A.g.e. s.30] "Beni bir defa görmen, rabbini bin defa görmenden hayırlıdır." [A.g.e. s.30] "Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardı." [A.g.e. s.31]

(6)- Gümüşhanevi: "Hakkın suretleri Muhammed'in kendisidir. Çünkü ehadiyet ve vahdaniyet hakikati ile taayyün etmiştir." "ilk taayyunla beraber olan zattır. Esmau'l-Husnası vardır ve Allah'ın ismi a'zamıdır." [Camiu'l-Usul, s.107]  Muhammed Demirtaş: "Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri ihata eden ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu'l-Cem', ehadiyyetu'l-cem' diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda taayyün eden ilk mertebedir ve o hakikati muhammediyedir." [Risale fi Marifeti'l-Hakaik, 7'den naklen Abdurrahman Abdulvekil, el-Fikru's-Sufi 1i Dav'tti'l-Kitap ve's-Sunne,]  Abdulaziz el-Debbağ: "Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üstleriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed'in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed'in bütün nuru biraraya getirilip Arşa konulsa, Arş erir. Arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilse, perdeler parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar." [el-lbriz, 2/84]

(7)-  Mesnevi ‘den:  "Hüzünleri giderir bir şifadır kalplere,  Ledünnî mana verir müteşabih ayete, Kur'an-ı Kerim gibi kimini hidayete,  Kimini hak ettiği dalalete sevkeder." [ Mesnevi, s.9, 13-16. mısralar]

Şerefli kâtiplerdir onun yazıcıları, Temastan men ederler temiz olmayanları,  Kalbe mutluluk verir huyları güzel eyler, O ilhamla inmiştir alemlerin Rabbından, Gelemez bâtıl onun önünden ve ardından, Koruyucu olan Hak onu korur gözetir, Ki o merhametlilerin merhametlisidir,  Mesnevi kitabının başka adları da var,  Adlarını verense Allah'ın kendisidir." [a.g.e. s.10]  

Tahiru'l-Mevlevi: "Mesnevi, kerim ve salih olan katipler eliyle yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesneviye temas eylemekten men ederler. Mesmevi, Rabbu'l-Aleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-i Abese'deki 'Kur'an va'z ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur. O Kur'an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır.' [Tahiru'l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 1/36.]

Muhyiddin ibn Arabi : "Rasulullahı rüyada gördüm. Bu kitabı yazmamı istedi. Ben de yazdım. Bu kitap, nefis arzularının münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. Ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım." [İbn Arabi, Fususu'l-Hikem Mukaddimesi.] "Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir..." (Fususu'l-Hikem, 1/48, 56, 166, Afifi neşr.)

(8)- Yüce Allah buyuruyor: "Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma." [A'raf, 205] buyurulduğu ve Rasulullah'ın bağırıp çağırarak, sesi yükselterek Allah'ı anmayı yasaklamasına rağmen, tasavvufçular yüksek seslerle ve koro halinde zikir yapmakta, bunun için ayin ve merasimler düzenlemektedir. Kişini Allah'a bağlılığı ve teslimiyetinin artması için yapılan zikir tasavvufçularda islam'ı kavramların tahrifi ve bidatlerin uydurulması için araç olarak kullanılmıştır. Haşyet ve tevazu içinde yapılması ayette öğütlenirken, tasavvufçular kendilerinden geçip coşmak için araç olarak kullanılmıştır. Zikir çeşitlerini çoğaltmak ve fırkalara bölünmek için "lailahe illallah" şehadet kelimesinin başına getirmediklerini bırakmamışlardır. Kimisi Allah, kimisi lailahe, kimisi illallah, kimisi hu, kimisi illa hû, la mevcude illa hû gibi parçalara ayırarak her fırka zevkine göre bir parçasını alıp zikirde kullanmıştır. Kimisi bunu sessiz yapmayı tercih ederken, kimileri de sesli ve bir koro şefi eşliğinde ilahiler ve aletlerle çalman musikilerle yapmıştır. Kimisi ayakta dans ederek, şişler batırarak, göbeğe yırtılacak kadar feryat edip kendinden geçerek, ya gavs, ya şeyh Abdulkadir naralar atarak, destur ve medet deyip Allah'tan başka varlıklardan yardım isteyerek yapmıştır. Kimileri zaviye ve hücrelerinde saatlerce sürecek zikir ve teşbihi yapmak için metrelerce uzunlukta ve estetik niteliklerde iri tanelerden oluşan teşbihler çekmekte, müzik aletleri çalmaktadır. Bütün bunların Allah'ın gösterdiği ve Rasulullah'ın yaptığı zikir olduğunu herhalde aklı başında, bidatlerden sakınan hiç bir müslüman söyleyemez.

Yüce Allah "Şüphesiz mescidler Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın." [70] buyurduğu halde, tasavvufçular dualarında Allah’tan başka varlıkları da ortak etmiş ve onları aracılar yapmıştır. Kimileri dua esnasında şeyhinin siluetini gözünün önüne getirerek dua etmiş, kimileri resmini yanında taşımış, kimileri şu veya bu kişiyi aracı yapmıştır. Yatırlardan ve üstünlüklerine inandıkları gavs yahut kutup dedikleri kişilerden medet ummuş ve onlardan yardım istemişlerdir. Rabıta ve tevessüle dört elle sarılmışlardır.   (Abdullah Tekin, Tasavvuf Müslümanlara ne getirmiştir. Kuran Nesli.net)

(9)- Muhammed Emin el-Kurdi: Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona Niçin böyle yaptın? dememelidir. Çünkü şeyhine Niçin? diyen kişi asla felah bulamaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir. Külli ve cüzi, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine Şu fırına gir derse, girmesidir. Şeyhin durumlarını hiç bir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle bir şey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnü zanda bulunmalıdır...Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı, izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı, evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır... [Tenvim'l-Kulub fi Muameleti Allami'l-Guyub, 528-531] Suhreverdi: Şeyhin sözü Hak ile, Hak'tan ve Hak içindir. Cebrail, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir. Cebrail vahiyde hiyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez. Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi, şeyh de ona uyarak zahir ve batında hevasından konuşmaz. Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sukut, humud ve cumud)dur. Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir. Şeyhin durumundan kendisine kapalı bir şey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir. Üstadına hayır diyen asla felah bulamaz. Şeyh varken, mürid sadece farz namazı kılmalıdır. Çünkü onun görevi hizmettir. Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir.  [Avarifu'l-Maarif, 197,203-206, İhyau Ulumiddin kitabı sonunda, el-Mektebetu't-Ticariyye]

Ahmed Eflaki: Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten olduğuna inanan kimsedir. dedi. Öyle ki bir adam Bayezid'in müridlerinden birine Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. O yine, şeyhim dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük senin şeyhin mi? dedi. Yine, şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Mürid: Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım. dedi.

Başka bir müridden de Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi? diye sordular. O da Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki bu farkı ortaya koysun demiştir. [Ahmed Eflaki, Menakıbu'l-Arifin, 1/310-311]