Ömer KARAKAŞ
KOPARILAN İMAN-AMEL BÜTÜNLÜĞÜ BAĞI
Hilafetin saltanata dönüşmesi neticesinde Müslümanlar çoğu zaman zalim sultanların idaresi altında yaşadılar. Yönetimi hak etmediği, kendisine itaatin zorunlu olmadığı ve hatta isyanın gerekli olduğu zalim sultanlar, halk nazarındaki meşruiyetinin devamı için imanın tanımını saray ulemasının da yardımıyla değiştirdi. Öyle ki nebevi sünnette “zalim sultan karşısında hak sözü haykırmak” en üstün cihad iken, bundan sonra “zalim sultana her ne yaparsa yapsın kayıtsız itaat” bir inanç maddesi olarak akaid kitaplarına kadar girdi. Artık kimse amelinden sorumlu tutulamazdı, iman ettiğini ve Müslüman olduğunu söyleyen herkes cennete girecekti, sultanlar da bu açık çek neticesinde Müslümandılar ve cennetliktiler.
İnsan rüzgârın önündeki yaprak misaliydi, kimse kötü amelinden sorumlu tutulamazdı. Ayrıca idarenin Ümeyyeoğulları’nda olması ümmetin kaderiydi yani Allah’ın takdiriydi. Haşa Allah ümmetin başında zalim, fasık, beynamaz hatta ayyaş sultanlar takdir etmişti! Artık kitaba uyma devri geçmişti, devir kitabına uydurma devriydi. Elbette her devirde olduğu gibi bu devirde de hakkı tutup kaldırmaya çalışan kutlu insanlar var olmuştu. Hatta Hz.Peygamber'in (s) torunu Hz. Hüseyin bu uğurda şehit düşmüştü. Buna karşın saray uleması ve onların takipçileri Yezid’in takvalı imam olduğunu, Hz. Hüseyin’in meşru imama isyan çıkardığını ve katlinin normal olduğunu dahi dile getirmekten geri durmadılar. Bu baskı ve zulüm devam ederken, genişleyen İslam coğrafyası yeni kültürlerle de tanışmıştı. Eski dinlerindeki inanç ve yaşantı tarzlarını İslam’a taşımak isteyen halk nazarında kalbî tatmini yeterli gören tasavvuf erbabının görüşü makes buldu. Kur’an “mehcur bırakıldı”, anlaşılmazlığa mahkûm edildi ve farklı gayeler için okunur oldu. Taklit kültürü yaygınlaştı, hayata dair sorunlara temel kaynaklardan çözüm üretimine devam etmek yerine önceki nesillerin ürettiğini tüketmek esas kabul edildi.
Neticede din parçalandı, iman amelden ayrıldı, din siyasetten ayrıldı, “kitabın bir kısmına inanılıp bir kısmı inkar edildi” (Bakara 2/85) ve “her grup kendi elindekiyle övünüp sevindi” (Müminun 23/53, Rum 30/32). Şuayb peygamberin namazı, karşısındaki müşriklerin “atalarının taptıklarını terk etmelerini ve mallarıyla dilediklerini yapmaktan vazgeçmelerini istiyor” (Hud 11/87), hayata müdahale ediyordu. Ancak parçalanan din ile kişisel veya siyasal odaklı muhtelif yaklaşımlar geliştirildi, körlerin fili tanımlaması gibi parçaya dokunarak bütün tanımlanmaya çalışıldı, insanlar tuttuğu parçayı din olarak algıladı ve anlattı. İbadetlerin hayatın her alanını kuşatan, birbirini destekleyen bir yapıya ait olduğu unutuldu.
İman amel bağının koparılması bu süreçte en büyük tahribatlardan birini meydana getirdi. Dünya hayatını hevâsının peşinde tüketenler için cenneti garantileyecek inançlar üretildi. Allah’ın var olduğunu, kâinatı yarattığını söyleyen kimse “Müslüman”dı, fakat aziz Kur’an’a bakılsaydı müşriklerin de aynen bu şekilde bir Allah inancına sahip olduğu görülebilirdi. İsrailoğulları’nın seçilmiş kavim sapması ile dile getirdikleri “ateş bize ancak sayılı gün dokunacak” (Bakara 2/80, Al-i İmran 3/24) vehmi, Müslüman bir aileden gelen herkes için garantili cennet vaadi olarak kültürümüze dâhil edildi. Kur’an’ın reddettiği yanlış şefaat inancı özellikle tarikatlar tarafından geniş halk kitlelerini kandırmak için kullanıldı. Neticede amelsiz de cennete girilir tezi insanların zihninde yer edindi. Din Kur’an’dan öğrenilmediği için sahih imanın ve salih amelin kaynağı olarak Kur’an başvuru kaynağı niteliğini kaybetti. İslam’ın şartları, imanın şartları, otuz iki ve elli dört farz gibi bir takım formüller saltanat tarafından kullanıldı. İslam kişisel alana hapsedilip cihad ve emri bi’l maruf nehyi ani’l münker gibi emirler sanki İslam’ın şartı değilmiş gibi hayatın dışına itildi. Bu emirlere kulak verenler yadırgandı, aşırılıkla suçlandı ve hatta hayattan dışlandı. İman varsa her türlü amel için cevaz vardı, nasıl olsa Allah’ın rahmeti genişti, olmazsa biz cennete girmeden cennete girmeyecek bir nebimiz vardı. Müslüman sayılmak için kelime-i şehadet getirmek yeterli addedildi. Tüm bu yanlış telakkiler neticesinde “hevâsını ilah edinen” (Furkan 25/43) şirk inancıyla malul bir nesil oluştu.
Ancak bilmeliyiz ki gerçek Müslümanlık gerçek bir teslimiyetle mümkündür.
“De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am 6/162)
“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve “Ben gerçekten müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet 41/33)
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut 29/2-3)
“Ancak iman edip iyi ameller işleyenler başkadır. Onlara tükenmez bir ecir vardır.” (İnşikak 84/25, Tin 95/6)
“İman eden ve güzel amel işleyenler de insanların en hayırlılarıdır.” (Beyyine, 98/7)
Bu ve benzer birçok ayette iman ile salih amel beraber zikredilmekte, karşılığında cennet vaad edilmektedir.
Güzel örneğimiz Hz. Peygamber (s) de imanı teorik bir inanç olarak değil, bir hayat pratiği olarak bize aktarmaktadır.
“İman, yetmiş küsur şubeye ayrılır. En üst derecesi lâilâhe illallah sözü, en alt derecesi ise yolda insanlara eziyet veren bir şeyi alıp kenara koymaktır.”
Rasulullah bu rivayette imanın en üst derecesinden en alt derecesine kadar amele dair bir karşılığı olduğunu öğretmektedir.
Şu rivayet de yine Rasulullah’ın imanı amel cinsinden değerlendirmesine bariz bir örnektir:
“Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle değiştirsin(fiilen düzeltsin). Buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin (mahiyetini açıklayıp ilan etsin). Buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (içinden ona karşı kin beslesin); ancak bu imanın en zayıfıdır. Bundan sonrasında bir hardal tanesi kadar dahi iman yoktur”
Bir başka rivayette ise en faziletli amelleri sıralarken genel manada iman ve amelden maddeler ile cevaplar verdiğini, imanı ve ameli ayrı değerlendirmek bir yana iç içe zikrettiğini görmekteyiz:
Rasulullah’a “Amellerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorulunca “Allah’a ve Rasul’üne iman” dedi. “Ondan sonra hangisi?” denince “Allah yolunda cihad” dedi. “Ondan sonra hangisi?” denince ise “Makbul bir hac” cevabını verdi.
Sahih iman dört maddeden mürekkeptir ki bunlar bilgi, tasdik, ikrar ve amel olarak kalpten kalıba yansıyan bir sıra ile ifade edilebilir. Bu parçalar, imanın akılda, kalpte, dilde ve bedende dirilmesi ve yeşermesi olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda gerçek bir iman için sahih bilgi edinilmeli, bu bilgi kalp ile tasdik edilmeli, dil ile açıklanmalı ve hayata amel olarak yansımalıdır.
“Takva sahipleri için hidayet rehberi” (Bakara 2/3) olan kitabımız Kur’an’ın hidayet edebilmesi için takva sahibi olmak, iyilik tohumunu yeşertmeye azmetmek, fıtri olan takva bilgisine sahip olmak ve bu bilginin üstünü örtmemiş olmak gerekir. İnsanın fıtratına yerleştirilen bu bilginin yanında bir elçi vasıtasıyla ulaştırılan Rabbani bilgi olan vahyi bilgi, insan aklı için yol gösterici bir fonksiyon ifa eder. Hem sağlam bir göz hem de ışık, görme eylemi için nasıl gerekli ise, insanın yolunu bulması için akıl ve vahiy de aynı mesabededir. Aşağıdaki ayetler inanca dair sahih bilginin ancak vahiy ile elde edilebileceğini, bunun haricinde zan ihtiva eden bilginin ise inanca konu olamayacağını, vahyi bilgi ile gerçek takvaya erişileceğini ifade etmektedir.
“Hakikat Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma!” (Bakara 2/147)
“Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.” (İsra 17/36)
“Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” (Necm 53/28)
“Onların birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını bilir.” (Yunus 10/36)
“…Kulları içinde Allah’tan ancak bilenler korkar…” (Fatır 35/28)
Sahih imanın bir bileşeni olarak bilgi, iman edilmesi gerekli esasları oluşturur. Ayetlerin de işaret ettiği gibi iman esaslarında zanna ve soru işaretlerine yer olmayacağı için akide ancak nassa dayanmalıdır. Yani iman edilen bilginin, Allah’tan geldiği ve işaret ettiği mana kesin olmalıdır. Bu da sahih imanın temelinin Kur’an olması gereğini ortaya koyar.
Tasdik, sahih bilginin doğruluğu noktasında kalbin mutmain olmasıdır ki bir mümini münafıktan ayıran da ilahi bilgiyi kalp ile tasdik etmesidir. İkrar, kalbin tasdik ettiği ilahi bilgiye teslim olmanın dil ile topluma duyurulmasıdır. Bu eylem ile kişi, toplum ve devlet tarafından Müslüman olarak değerlendirilir. Bir müminin nebinin varisi olmak noktasında kimliğini ve temsil ettiği hakikati açıklaması şarttır.
“Ve işte böyle, sizi dengeli bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun…” (Bakara 2/143)
Amel ise imanın son bileşenidir ki imandan doğan eylemliliği ifade eder. Kur’an’da üç sınıf amel zikredilir, seyyiat, hasenat ve salihat.
“…Muhakkak ki, iyilikler kötülükleri giderir…” (Hud 11/114)
Seyyiat’a misliyle ceza varken, hasenata bire on verilecektir.
“Kim bir iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de bir kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En’am 6/160)
Buna karşın salihat’a kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir.
“İman eden ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur.” (Buruc 85/11)
“Onlar ki, iman etmişler ve salih ameller işlemişlerdir, ne mutlu onlara, varacakları yer de ne güzeldir!” (Rad 13/29)
Hz.Peygamber bir rivayette “Bir saatlik adil yönetim altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır” buyurarak salihat ile hasenat arasındaki büyük farka işaret etmiştir.
Bir amelin salih amel olabilmesi için onun kişiyi ve çevresini düzeltici/ ıslah edici bir fonksiyon ifa etmesine bağlıdır. Düzeltme gayreti ise kendimizden başlamalıdır.
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?…” (Bakara 2/44)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi kişiyi kötülüklerden alıkoymayan namaz bu sınıfa giremezken, kavminin toplumsal sapmalarına müdahale eden bir namaz olarak Şuayb (A.S.) ’ın namazı salih bir ameldir. Bu bağlamda Rasulullah’ın salih amellerin en üstünü olarak ’Cihad’ ve ‘İyiliği emredip kötülükten men etme’ konusunda bizi teşvik etmiştir.
“Cihad amellerin en üstünüdür”
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; ya ma’rufu emreder, münkeri yasaklarsınız, ya da Allah size katından bir ceza gönderiverir. Sonra O’na dua edersiniz de duanıza icabet etmez.”
İman amel ayrılığı tezi neticesinde imanın bir parçası olarak kabul edilmez hale gelen amel cüzü, esasında imanın hayata bakan yüzünü ifade eder. Kur’an tek başına imanın cennete götüreceğini ifade etmez, tam tersine her zaman iman ve salih amel’i beraber zikreder ve her ikisine sahip kimselere cennet vaadeder. Buna karşılık amelsiz iman da kişiyi cennete götürür demek en hafif ifadesiyle Kur’an’ı yalanlamaktan başka bir şey değildir. Maalesef bugün birçok “Müslüman” ile yüce Allah arasında bu konuda “ihtilaf” vardır ve bilinmelidir ki “Allah hesabı seri olandır”.
İman iddiası isbat gerektirir ve Rabbimiz de bizden imanımızı salih amel ile isbatlamamızı istemektedir. Unutmamalıyız ki hesap gününde tartılacak olan amellerimizdir, yaygın ifadesi ile “temiz kalplerimiz” değildir.
İman ve amel ayrı gibi görünse de pratikte birbirinden ayrılması mümkün değildir. Kişi ve gölgesi nasıl aynı şey değildir ama ayrı da düşünülemez, iman da amelden bağımsız düşünülemez. Bu anlamda iman teoriyi ve salih amel de pratiği ifade eder. Et ve kemik gibi ayrıdır ama birbirinden bağımsız ve kopuk değildir.
Allah’ın emir ve yasaklarına itaatsizlik bağlamında Rabbimiz Bakara suresi 279. Ayette faiz yasağına uymayanları “Allah’a ve Resulüne karşı savaş açmakla” nitelemektedir. Yine aynı sure 85.ayette İsrailoğulları kitaba muhalif tavırları neticesinde “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” şeklinde uyarılmaktadırlar. Başka bir deyişle Rabbimiz terkedilen emre itaatsizliği o emri inkâr olarak nitelemektedir.
Kur’an’da müminlerin vasıflarını eylemlerine bağlanmaktadır.
“Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır. De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurat 49/15-16).
Yaratılış gerekçemizin güzel eylemler ortaya koymak noktasında sınanmak olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda hayatta karşılığı olmayan bir “iman ettik” ifadesinin insanı bu sınavdan muaf tutmayacağı belirtilmektedir.
“O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (Mülk 67/2)
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut 29/2-3)
Eylemlerini kendilerine indirilen kitaba uydurmayanların durumu Allah’ın ayetlerini yalanlayanların durumu olarak nitelendirilip kınanmaktadır.
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Cuma 62/5)
Gerçek erdemin iman ve salih amelle olacağı belirtilmektedir.
“…Gerçek erdem, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara 2/177)
Bir lokanta için bir aşçı arandığını düşünün, öyle ki işveren aradığı aşçı için vasıfları belirlemiş, şu kadar yıl tecrübesi, şu konularda uzmanlığı olsun demiş ve gazeteye bu vasıflarda eleman aradıklarına dair bir ilan vermiş olsun. Gelin görün ki bu pozisyon için aranan şartları sağlamaktan çok uzak kişiler dahi başvuruyor. Böyle bir iş ilanına başvuracak kişilerin öncelikle kendilerine bakmaları gerekmez mi? Vasıfların tümünü sağlamayı bırakın, herhangi birine dahi yaklaşmayan, hatta hayatında bir yumurta pişirmemiş kimselerin bu iş için başvurması ne kadar mantıklıdır? Bu işe gireceklerini umut etmeleri hayalperestlikten başka bir şey midir? Allah, cennetine kabul edeceği insanların vasıflarını Aziz Kur’an’da açık seçik ifade etmiştir. Bu hedefi amaçlayanların yapması gereken şey, Allah’ın razı olacağını ifade ettiği eylemleri ortaya koymalarıdır.
Aşçı olduğunu iddia eden birini düşünün. Bu kimse bu güne kadar bir yumurta pişirmemişse bu iddiasının bir anlamı var mıdır? Hayatı ve ölümü hangimizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için yaratan rabbimizden nasıl salih amel konusundaki vaadinden dönmesini bekleyebiliriz? İman iddiasının isbatı salih ameldir.
Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevirilmesi sonrasında, daha önce eski kıbleye doğru ibadet edenlerin ve kıble değişmeden ölenlerin durumunun ne olacağı sorusu münafıkların etkisiyle sahabe arasında gündeme gelmişti. Bunun üzerine Bakara suresi 143. ayette rabbimiz “Allah imanınızı kaybedecek değildir.” diyerek, imanın gereği bir salih amel olan “namaz”ı “iman” olarak adlandırmıştır.
Salih amelin temelini oluşturan sahih iman’ın zirve noktasına, hayata yalnız Allah’a kulluk penceresinden bakmakla ulaşılabilir. Bir mümin için yalnız Allah’a kul olabilmenin yolu ise tağutu inkar ederek ibadet ve itaati Allah’a tahsis etmekten geçer.
“…Artık her kim tâğutu inkar edip Allah’a iman ederse, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz.” (Bakara 2/256)
“Tağuttan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle Allah’a yönelenlere gelince, müjde onlaradır. Haydi müjdele kullarımı.” (Zümer 39/17)
Hz. İbrahim (s) babasını şeytan’a itaat etmemesi için uyarırken ona tapmamasını söylemektedir.
“Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan Rahmân (olan Allah)a âsî oldu.” (Meryem 19/44)
Aynı zamanda hevâ ve hevese teslim olunması da onları ilah edinmekle neticelenmektedir.
“Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın kendi ilmi dâhilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?” (Casiye 45/23)
Dolayısıyla insanoğlu yalnız Allah’a kul olmanın, yalnız ona itaat etmenin ve boyun eğmenin gayreti içinde olmalıdır. Fatiha suresinde her namazın her rekâtında ifade edildiği gibi “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” duasını hayatına taşımak zorundadır. Çünkü Rabbimiz cinleri ve insanları yalnız kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. (Zariyat 51/56)
“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/99)
Yüce Allah, kullarından kendi dini için adanmış bir hayat beklemektedir.
“Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır…” (Tevbe 9/111)
Peşin verilmiş dünya hayatını bir yatırıma dönüştürmek ve böylesi bilinçli bir iman ve Rabbimize adanmış bir hayat neticesinde salih amel ile terazimizi doldurmak elbette meşakkatlidir, ancak unutmamalıyız ki cennet ucuz değildir.
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine darlık ve sıkıntı içerisine düştüler ki, peygamber ile yanındakiler ‘Allah’ın yardımı acaba ne zaman?’ diyecek kadar sarsıldılar. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara 2/214)
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz, iman ve amel et ve kemik gibi, insan ve gölgesi gibi, birbirinden ayrı, ama ayrılmaz öğelerdir. Sahih bir iman, salih amelleri doğurur, insanın tüm hayatını rıza-ı ilahi gayretiyle ve adanmışlık motivasyonuyla geçirmesine vesile olur.
Allah hepimize böyle bir iman nasip etsin.