Ömer KARAKAŞ
MİLLİYETÇİLİK VE KÜRT SORUNU
“İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde fesat baş gösterdi. Allah işlediklerinden bir kısmını onlara tattırıyor ki, belki dönerler.” (Rum,30/41)
“Aydınlanma çağı” ile aklı ilahlaştıran batı medeniyeti bu süreç içerisinde insanlık için ancak hüsran doğuran fikirler üretmiştir. Bu fikirler modernizm ve post modernizm başlığı altında insanlığın son ve değişmez erimi olarak lanse edilmekte, tesiri altındaki kitlelerce akla ve onun ürünü olan modern bilime kutsiyet derecesinde itibar edilmektedir. İnsan aklının sınırlarıyla malul bu fikirlerin ne kadar muteber olabileceği, hangi akıl ve tasavvurun neticesi olarak ortaya çıktığına bağlı olarak değerlendirilebilir olsa da tümünün nazari olduğu tartışılmazdır. Tarih boyunca en zeki düşünürlerin bile bir diğerini yalanladığına ve gerçeğin hususiyeti konusunda farklı yargılara sahip olduğuna şahit olmaktayız.
Milliyetçilik fikri akımı da bu akıl ile malul batı paradigmasının bir parçası olarak Fransız devrimi fikirlerinden ortaya çıkmıştı. Güçlü batının sömürü hedefleri açısından ulusal çıkarların korunmasının ilkeleri bir disiplin olarak ortaya koyulmalıydı. Bu disiplin başlarda hükümdardan bağımsız olarak halka mal edilmeli, hatta vatan ve millet severliğin ideolojisi olarak ambalajlanmalıydı. Müslümanlar , milliyetçilik fikrinin diğer milletlere, özellikle de İslam coğrafyasına nasıl yansıdığını, Fransız devriminin hemen sonrasında Napolyon ile Mısır’ın işgaliyle öğrenmişti. Ne var ki galibin ideolojisi yine popüler hale geldi. Batıda eğitim görmüş doğulu sözde aydınlar, bu zehirli fikirleri birer kurtuluş reçetesi varsayımıyla toplumlarına taşıdılar. Öyle ki bu fikirler, İslam dünyasında batının emperyalist hedefleri açısından çok işlevsel bir rol oynadı, deyim yerindeyse ekmeğine yağ sürdü.
Siyasi birliğini kaybeden Müslümanların nasıl yönetileceği ve sömürüleceği tasarlandı ve ufak ulus devletçikler kurmalarına zamanla izin verildi. Kürtler bu tasarımda devlet sahibi yapılmayıp Suriye, Türkiye ve Irak’ta azınlık olarak bırakıldılar. Ulus devletler İslami kimliği bir kenara bırakarak batıdan ithal milliyetçilik fikrini benimsedi. Bu tohumun yeşermesi ile her ulus bir diğerine uzaklaşmaya başladı. Ulus kimliği politikaları, iktidardaki kavmin diğer unsurlara baskısı şeklinde tezahür etti ve İslam ümmetinin kavimleri birbirine düşmanlaştırılmaya çalışıldı.
Türkiye özeline gelirsek, Kürt kardeşlerimiz Lozan’da “Anasır-ı İslamiye” kimliğini azınlık olmaya tercih etmişlerdi. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun 1924 anayasası ve hilafetin kaldırılması ile ulus devlet olma tercihini ortaya koyması, Kürtleri uluslararası anlaşmaların korumasından da mahrum ederek, laik devletin insafına bırakmış oldu. İslam’ı birleştirici bir unsur olarak kabul etmeyen yeni cumhuriyet ve iktidarı, bunun yerine ulus kimlik tanımlaması yapmaya çalıştı. İslami unsurlar ise bu yapıya karşı çıktılar ve bilindiği üzere Şeyh Sait ayaklanması gerçekleşti. Ulus kimlik anlayışına sahip laik üniter devlet, Müslüman, Kürt ve Alevi kimlikleri tanımayarak asimile etmeye çalıştı. Sayısız isyanlar şiddetle bastırıldı. İstiklal mahkemelerinde hukuk tarihine kara leke olarak geçecek zulümler işlendi. “Şark Islahat Planı” yapıldı ve uygulandı. Mehmet Muğlalı gibilerin isimleri kışlalara verildi. Diyarbakır cezaevinden yürek acıtan zulümler gerçekleşti. Tüm bunların neticesinde dış destekli Marksist bir örgüt olarak ortaya çıkan PKK eylemlerine başladı ve dindar Kürt halkı nazarında zamanla kabul görmeye başladı. Devletin zulmüne karşı batıl eylemler yürüttü, zulmün bir başka boyutunu Kürt halkı adına masum sivillere ve devletin askerine yöneltti. Devlete karşı muhalefetin bayraktarlığını yapan örgüt bölgede etkinlik ve itibar kazandı. Bu süreçte devletin zorunlu göç gibi resmi uygulamaları, faili meçhul cinayetler gibi gayrı resmi hukuksuzlukları örgüte ve muhalefete hayat verdi. İki düşman, devlet ve PKK, arasında kalan Türk ve Kürt halkları şiddetin kurbanları oldu. Türk halkının geneli devletine sahip çıkarak onun zulmüne sıcak bakar hale geldi, buna karşın Kürt halkının geneli ise ateist yapılanmasına rağmen PKK’ya sempati beslemeye ve haklarının savunucusu olarak görmeye başladı.
Kürt sorununun tarihsel arka planına bu kısa bakıştan sonra bugün Kürt sorununu besleyen yanlış politikalara değinmeliyiz. Kürt sorunu temelde Kürt kimliğini inkâr politikalarının neticesi olarak filizlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Başından itibaren laik buyurgan devlet, İslami ve Kürt unsurları “başı ezilmesi gereken yılanlar” olarak görmüştür. Bu anlayışa sahip unsurlar son on yıl içerisinde Ergenekon ve benzer soruşturmalar ile tasfiye edilmekte, yerini AKP-Gülen ortaklığına terk etmektedir. Yeni iktidar, bir yönüyle daha özgürlükçü görünse de sorunun tedavisine dönük gerçek çözümden uzaktır. Zira ulus devletler, halkı hâkim unsurun kimliğiyle tanımladığı için, sorunun tekrar nüksetmesi, bir seçim neticesinde hükümette meydana gelebilecek değişiklik kadar muhtemeldir. Bu iktidar değiştiğinde veya yeni bir konjonktürde tekrar doksanların karanlık yıllarına dönülmesi içten değildir. Zira bu sistemde ulusal kimlikler ilkesel olarak koruma altında değildir. Özgürlükler ve yasakların sınırlarında yapılacak değişiklik, eski sorunları tekrar gündeme getirebilecektir. Görece özgürlükleri olumlu gelişmeler olarak değerlendirmekle birlikte alınacak daha çok mesafe vardır. Örneğin milli eğitim müfredatı hala bu ırkçı izleri taşımaktadır. Öyle ki ilkokul öğrencilerine hala varlıklarını Türk varlığına armağan etmesi öğretilmekte, öğrenciler kendilerini Türk olarak tanımlamaya zorlanmaktadır.
Böyle bir vasatta ne ile mükellef olduğumuz, nerede durmamız gerektiği konusu maalesef atlanmaktadır. Kendini muhafazakâr ve dindar olarak tanımlayan geniş halk kitlelerinin zihinleri dahi Cumhuriyetin ilk dönem asimilasyon politikalarının derin izlerini taşıyor. Düne kadar kardeşler olan bu coğrafya insanlarını, Türk-Kürt düşmanlığı ekseninde saflaştıran bu politikaları sorgulanma ihtiyacı duymayan bu kitle, aksine düşünsel tembelliklerin de etkisiyle zamanında ucu kendilerine de değmiş bu baskıları savunmakta beis görmüyor. Hâlbuki her meselede olduğu gibi Müslümanın tutumu Müslümanca olmalıdır. Her hususta neyi seveceği, neyi kerih göreceği, neyden ise nefret edeceği hususunda gerekli teorik ve pratik bilgilere sahiptir ve bu konuda bir tercih özgürlüğü yoktur.
İslam penceresinden bakılınca aynı kıbleye yönelen tüm inananlar kardeştirler. Arap’ın Acem’e, Acem’in de Arap’a üstünlüğü yoktur. İnsanlar birbirini tanısın diye onları şubeler ve kabilelere ayıran Allah, ancak bunların üstünlük sebebi sayılmayacağını, üstünlüğün ancak takva ile olduğunu belirtmiştir. İnsanların renklerini ve dillerini Allah’ın birer ayeti olarak tanımlanmış, dolayısıyla inkâr edilmesini yasaklamıştır.
Bu ve benzer ilkeler kavmi hususiyetlere saygı duymayı ve bunları birer zenginlik unsuru olarak kabul etmeyi gerektirir. Allah’ın takdiri ile ve hiçbir dahlimiz olmadan mensup olduğumuz kavmimize mensubiyetin bayraktarlığını yapmanın tam da asabiyet olarak ifade edilen cahili bir ırkçılık olduğunu unutulmamalıdır. Bugün Türk olsun Kürt olsun tüm Müslümanların kucaklarında buldukları bu batıl kavganın tarafı olmaları değil, konuyu vazgeçemeyecekleri ilkeler ekseninde muhakeme ederek zulmedenlere meyletmeyen nebevi çizgiyi yakalamaları gerekmektedir. Zira “Muhakkak ki müminler kardeştir” (Hucurat,49/10)
Çözüm süreci olarak ifade edilen gelişmelere dair değerlendirmeyi bir sonraki yazımıza bırakıyoruz.