Ömer KARAKAŞ

31 Mayıs 2015

MAKUL ŞÜPHE

Hâkim, 12 kişilik jüriyi, babasını katletmek ile suçlanan 18 yaşındaki sanığın hakkındaki nihai hükmü vermeleri için jüri odasına gönderir ve ekler : “Alacağınız kararlar oy birliği durumunda geçerlidir ve suça dair en ufak bir şüphe durumunda sanık için suçsuz kararı vermelisiniz”. Jürinin sanığı suçlu bulması durumunda temyiz yolu kapalı olmak üzere elektrikli sandalyede idam cezası kesinleşecektir.

Sanık gencin, umutsuz ve gözü yaşlı bakışları ile jüri üyeleri odaya girerler. Aralarında geçen ilk konuşmalar, sanığın cinayeti işlediği ve dolayısıyla suçlu olduğu görüşü ağırlıkta olduğunu göstermektedir. Yılın en sıcak günleridir, odanın pencereleri zor açılmakta, üstelik odadaki vantilatör de çalışmamaktadır. Jürilerin bir kısmı akşam oynanacak maç için sabırsızlanmakta, dava konusunda şanslı olduklarını düşünmektedirler. Öyle ki birçoğuna göre önlerinde fazlaca tartışılması gereken zor bir dava yoktur. Jüri başkanının isteğiyle yapılan açık oylamada ise bir fire vardır: 8 numaralı jüri.

8 numaralı jüri, diğerlerinden farklı olarak, sanığın suçlu olduğundan emin değildir ve bu kararsızlığını destekleyen bir “makul şüphe”ye sahiptir. Jüri, kararında oy birliğine ulaşamadığı, yani blok karar alamadığı için tartışmalar başlar. Bu esnada 8. jüri şunları söyler: “Bilmiyorum, belki de suçludur. Ama emin değilim, sadece bu konuyu sizinle konuşmak istiyorum”. Akşamki maçın ve diğer işlerinin planını yapan diğer jüriler için can sıkıcı bir durumdur gelişen olaylar. Adamımız ekler : “Madem maça kadar zamanımız var, neden konuşmuyoruz?”

Bu yazımızda kahir ekseriyete karşı kendi fikrinin doğruluğunu savunan, bunu yaparken de bir davetçiye örnek olabilecek zeki, serinkanlı, sabırlı, cesur ve ahlaklı bir duruş sergileyen bir adamın mücadelesini ve bu mücadele üzerinden bize düşen dersleri çıkarmaya çalışacağız.

Bundan sonra 8 numaralı jüriyi “adamımız” olarak anacağız ve gelişmelerle birlikte tevhidi davetimize ilişkin vardığımız sonuç ve dersleri aktarmaya çalışacağız.

“Neden konuşmuyoruz?” yani daha doğru bir Türkçe ile “konuyu konuşalım” teklifi ve bunun kabulünü müteakip, bütün üyelerin fikirlerinin çarpışabilmesinin önü açılmış, ilgili muhataplar düşünmeye sevk edilerek aklın ve mantığın sonuç alabileceği bir tartışma zemini oluşturulmuştur.

Bu “düşünmeye sevk” adımı sayesinde adamımız, “suçlu” ithamının temelini oluşturan “savcının bildiği vardır” veya “avukat neden bu konuda itiraz etmedi” gibi ön kabulleri sarsmaya başlamıştır. Konsensüsün sağlanması için diğer 11 üye, kendisini ikna etmek amacıyla sırayla görüşlerini açıklar. Bu aşamada bazılarının fikirlerini izhar için “öyle düşünüyorum” gibi zannını ifade ettiğini, bir kısmının ise “alt kattaki yaşlı adam duymuş”, “yolun karşısında oturan kadın, cinayeti yoldan geçen banliyö treninin camlarından görmüş” gibi savcının iddiaları ile adamımızı ikna etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bir üyeye göre “ayak takımından böyle bir çocuğun (sanık) savunması esnasında kullandığı ifadeler inandırıcı değil” iken, adamımız aynı takımdan bir kadının şahitliğinin makul kabul edilmesinin bir tutarsızlık olduğunu ortaya koyuyor.

Adamımız, çocuğun beş yaşından beri yumruklarla “terbiye edildiğini” söylüyor ve yine cinayetten önce babasından yumruk yemiş olmasının onun psikolojisini bozduğunu, cinayet gecesine ait detayları hatırlayamamasının mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kendisini sanığın suçlu olduğuna ikna etmeye çalışan bir jüri “bu kenar mahalle çocukları toplum için tehlikelidir” deyince, bir başka jüri kendi çocukluğunun da aynı şekilde kenar mahallede geçtiğini belirterek karşı çıkıyor. Bu itiraz ile “suçlu” iddiasındaki bloğunun içindeki ilk çatlak oluşuyor, adamımızın merhametli ve adaletli tavrı, taraftar kazanmaya başlıyor.

Adamımız, savunma avukatının yerinde olsa savcının şahitlerini sıkıştıracağını, avukatın ise böyle bir çaba içine hiç girmediğini söylüyor. Cinayetin işlendiği “özel sustalı bıçağın” hiç de iddia edildiği gibi sanık gence özel olmadığını, bölgedeki bir dükkândan kolayca bulduğu birebir aynı bıçağı cebinden çıkararak gösteriyor. Bu hareketi bazı üyeleri etkilemese de, bazısının sanığın suçlu olduğuna dair delillerin hiç de göründüğü kadar sağlam olmadığını anlamaya başlamalarını sağlıyor.

Bu noktada kendisine yöneltilen “kendisini akıllı sanıyor” ve “bunlar saçmalık” gibi hakarete varan eleştirilere göğüs germek ve sabretmek durumundadır. Bu baskıları göğüslemek için, daha önce aldığı sinyallere dayanarak bir teklifte bulunuyor adamımız : “Gizli oylama yapalım, ben oy kullanmayayım, eğer hepiniz de “suçlu” derseniz, ben de öyle diyeceğim ve bu işi burada bitireceğiz.” Aldığı bu riskin neticesinde bir adet “suçsuz” oyu çıkıyor. Bu üye, beklentinin aksine kenar mahalle kökenli üye değil, yanında oturan en yaşlı jüri üyesi.

Hiçbir insan, kendisini dalalette görmez. Düşünce veya eylem olsun fark etmez, kişi alışkanlıklarını kolayca değiştirmez. Zihinsel veya bedeni alışkanlıklara getirilen her eleştiri, kişide bir reaksiyon doğurur. Bu nedenle sabırla ve hikmetle doğruyu anlatmak, karşı taraftan gelecek hafife alma ve hatta hakaretlere hazır olmak gerekir. 

“Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir.” (Araf, 7/199) 

Unutulmamalıdır ki; bağışlamadan, şahsımıza yapılanları söz konusu yaparak davette sonuç almak mümkün değildir.

Bu noktada şunu tekrar hatırlatalım, adamımız muhataplarının düşünmesini sağlayarak hiç de ummadığı sonuçlara ulaşıyor. Zira bu düşünce ortamı, kendi tezinin beslendiği ve gerçeklere ulaşmada temel teşkil eden bir zemindir. Tabuların aşılmasının, herkesin kendi kabiliyet ve ufkuna, bakış açısına göre yeni çıkarımlarla düşünsel bir patlamanın fitilini ateşlemiş oluyor adamımız.

Yaşlı üyeye oy tercihinden ötürü gösterilen alaycı ve aşağılayıcı tavırlar, bir başka üyenin tepkisine neden oluyor ve bu jüri üyesinin de bakışları değişmeye başlıyor.

Vicdana hitap eden her ahlaki duruş ve vicdanı yaralayan her zulüm, gücün haktan yana kaymasıyla neticelenir. Tabi bu sonucu almaktaki en büyük mesele ise elbette zulme karşı duruşunu bozmadan “emir olunduğumuz gibi dosdoğru” olabilmektedir. Zulme meyletmemek, vahyin adaletli şahitliğini göstermek, doğuştan temiz ve vahye uyumlu fıtratında ilahi kodların izleri bulunan muhatapları bir şekilde etkiler. 

İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur.” (Fussilet, 41/34)

Yaşlı üye büyük bir isabetle tespit ediyor : “Başkalarına karşı koyup alay konusu olmak hiç de kolay değildir.” Sürü psikolojisi ile toplumun ortalaması konumunda olmak ne kadar kolay ve güvenli ise, toplumun tepkisini çekecek ve onlara karşı koymayı gerektirecek bir fikir ve tavır içinde olmak da o derece zor ve meşakkatlidir.

Yaşlı üye, tanıklardan cinayeti “duyan” alt kattaki yaşlı adamın dikkat çekmek istediğini, 70 yıldır hiç “adam yerine konulmadığını”, “kendisine kulak asılmamış” bir adam olduğunu tespit ederek kendisini iyi hissetmek için bu hikâyeyi uydurmuş olabileceğini, bir yaşlı olarak ifade ediyor. Bu tespiti jürideki tek yaşlı olarak ancak kendisi yapabilirdi, zira bu tanığı yaşı itibariyle ancak o anlayabilirdi.

Verilen arada adamımızı, çabasından döndürmek için sinsi bir teklif geliyor: “Neden bir yardım kuruluşuna bir miktar para verip kendini rahatlatmıyorsun?” Adamımızın derdini anlamayan muhatap, onun bir “hayır yapma” psikolojisi içinde olduğunu düşünüyor. Hâlbuki söz konusu olan, bir gencin hayatı ve onun haksız yere idamını doğuracak bir kararda pay sahibi olma endişesidir.

Bir davetçinin, taşıdığı tevhid inancının doğru anlaşılması ve muhataplarının yanlış karar verenlerden olmaması için çabalaması da örnekte olduğu gibi bir hayır yapma motivasyonu değildir. Muhatabımız bunun bilincinde olmayabilir, ama bu gerçek bizim hatırımızdan çıkmamalıdır. Bir davetçi taşıdığı davetin, karşıdaki insanı ebedi cennete kavuşturacak en değerli bir mesaj olduğunu unutmamalıdır.

Yine aynı arada adamımız, üyelerden birine “senin yargılandığını farzet” diyor, ancak yanlış argümanla gittiğini farkediyor: “Farzedelim ikna olduk ve gerçekte ise babasını bıçaklamış olsun”. Her iki fikrin de getirisi ve götürüsünü yeterli berraklıkta ortaya koymanın gereği ortaya çıkıyor.

Davetçi, davetini en doğru bir üslupla, en sağlam bir şekilde, hikmetli ve merhametli, hem akılları hem de kalpleri ikna etmek üzere kurgulamalıdır.

Konu tartışılırken bazı üyelerin kâğıt üzerinde oyun oynadıklarını fark eden adamımız, konunun basit bir konu olmadığını, bir gencin hayatını ilgilendirdiğini hiddetli bir şekilde hatırlatıyor: ”Bu bir oyun değil!”. Lakayt tavra verilen bu sert tepki ile muhatapların konunun ciddiyetinin farkında olması gereği hatırlatılıyor.

Davetçi, ciddiyetsiz bir ortamda anlattığı hakikatlerin eğlenceye meze yapılmasına izin vermez, dinin “oyun ve eğlence” edinilemeyeceğini vurgulayarak ortamı davete mani olacak seviyesiz tavırlara karşı korumalıdır.

Adamımız, “kariyer ve gelir açısından işe yaramayan bir davada”, devletin atadığı ve müvekkiline inanmayan bir avukatın sanığı yeterince savunmadığını ortaya koyarak mahkemede ortaya çıkan havanın sanal ve güvenilmez olduğunu ortaya koyuyor. Savcının delilleri farklı üyeler tarafından teker teker çürütülüyor, gencin masum olma ihtimali ağırlık kazanmaya başlıyor. Düşüncenin önündeki engellerin kaldırılması neticesinde, zihinlerde savcının kurguladığı cinayet senaryosunun yerine, sanığı aklayan “makul şüphe” beliriyor.

Bu süreçte kararını değiştirenler üzerinde baskı kuruluyor. Önyargılarına takılmayıp fikir değiştirenleri “Sen hangi taraftasın”, “tenis topu gibi gidip geliyor”, “açık oylama yapalım, kim nerede görelim”, “sen de diğerleri gibi, fazla düşünüp kafanı karıştırıyorsun” gibi ifadeler bekliyor. Bu rüzgarın önünü almak için sürekli “siz de biliyorsunuz ki bu çocuk suçlu” tarzında, hâkim görüşün tartışılmaz bir gerçek olduğu vurgusu yapılmaya çalışılıyor.

“Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar; Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar sadece yalan uydururlar.” (En’am, 6/116) gibi Kur’ani ilkelerden de ders çıkararak görmeliyiz ki, toplumun çoğunluğu hakikatin anlaşılması ve yaygınlaşmasına karşı yaygın inançların savunucusu kesilir.

Bazen bu direnç, mevcut düzenin selameti için siyasi veya sosyal liderler tarafından organize edilir, ama netice itibariyle bizatihi toplumun üyeleri tarafından yeni fikirlere karşı direnç gösterilir. Verili bilginin doğruluğu, daha ağzı kalabalık veya “bilgili” insanlar tarafından ortaya konulmuş olması, nesillerdir sorgulanmayan bu bilgilerin doğruluğu üzerinde bir çeşit “mutabakat” oluşmuş olması gibi faktörler bu direnci besler. 

“Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun denilince: -Hayır, biz, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız, derler; ya ataları bir şeye akıl erdiremeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 2/170) vb. ayetler bu tavrın tutarsızlığını ortaya koyuyor. Bir fikrin isabetinin, onu benimseyenlerin sayısına bakarak değerlendirilemeyeceği davetin muhataplarına anlatılmalıdır.

Hava kararmaya başlamış, odanın ışıkları açılmıştır. Üyelerin birçoğu ceketini çıkarmış, hemen hepsi de çok fazla terlemiş durumdadırlar. Daha önce çalışmayan vantilatörü tekrar denediklerinde çalıştığını görürler. Vantilatör, elektrik tesisatındaki bir hatadan ötürür ışık açıkken çalışmaktadır. Bu küçük detay dahi bir şekilde kutsanan ve doğruluğu sorgulanmayan mahkemenin de insan eseri olduğunu hatırlatmaktadır.

Peş peşe yapılan oylamalar neticesinde, “suçsuz” kararı giderek ağırlık kazanır. Artık baskı tersine dönmüş, “suçlu” diyenler blok karara uyma baskısını üzerlerinde hissetmeye başlar. Bu da adamımızın önderliğinde başlayan fikri hareketin, baskın hale geldiğini göstermekte, taraftar sayısındaki artışla birlikte en sert karşıtların dahi bu rüzgâra direnemeyişini beraberinde getirmektedir.

“Biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir.” (Enbiya,21/18). 

Hakikatin gücü karşısında batılın direnme şansı yoktur. Hakikat her daim üstündür, yeter ki biz hakikati temsil edelim ve onu doğru üslupla aktarabilelim.

Artık çoğunluk sanığın “suçsuz” olduğunu söylemekte, geriye kalan üç üye için ise özel çaba ve dikkat gerekmektedir. “Gözlüklü”, “ırkçı” ve “oğluyla problem yaşayan” üyeler, en baştan beri sanığın “suçlu” olduğu konusunda en sert ifadeleri kullanan, bir nevi taraftarlaşan şahıslar izlenimi vermektedirler.

Ceketini çıkarmayan ve hiç terlemediğini söyleyen “gözlüklü” üyenin ihtiyacı biraz empati yapmaktır. Gencin cinayetin işlendiği saatlerde gittiğini iddia ettiği filme dair neredeyse hiçbir şey hatırlamaması onu “suçlu” görmesinin temel nedenlerindendir. Adamımız, birkaç gün öncesinde yaptıklarını kendisine sorar, gittiği filmlerden birine ilişkin detay verememesi neticesinde ilk defa alnından ter akar ve bu üye de artık “acaba?” sorusunu kendine sormaya başlar.

“Ayak takımına” dair önyargıları olan “ırkçı” adamın, “bu tür insanlar” şeklinde başlayan ve sanığı sırf mensubu olduğu toplumsal sınıftan ötürü sanığı suçlu bulan konuşması, yüzüne bakarak konuştuğu herkesin ona sırtını dönmesi ve son olarak da aynı saftaki “gözlüklü” üye tarafından “yerine otur ve artık ağzını açma” azarıyla sonlandırılır. “Irkçı” üyenin diğer üyeler nazarında itibarını kaybetmesi, moralini bozar ve onun da direncini kırar. Düşüncesinin temelinde önyargılarının bulunduğunu fark eder.

Cinayetin görgü tanığı kadın, genç görünmeye çalışmakta, 45 yaşlarında olduğu halde 35 yaşında gibi giyinmektedir. Duruşma esnasında gözlük takmadığı halde, “Gözlüklü” üye gibi burnunun üstünde gözlük kullanmanın getirdiği çukurluklar taşıyor olması da yine yaşlı üye tarafından tespit edilir. “Gözlüklü” üye “Kimse gözlükle yatmaz” der ve gece yatağından cinayeti gördüğünü söyleyen kadının şahitliği de böylece değerini yitirir. En sonunda o da ikna olur : “Suçsuz”.

Son olarak ikna olmayan ve “oğluyla problem yaşayan” üyeye kararının nedeni sorulur. Adam karşısındaki üyeleri “yufka yürekli” olmakla suçlar ve en sonunda baklayı ağzından çıkarır: “Lanet çocuklar, onlar için hayatınızı harcarsınız”. Adam çocukları hayatı boyunca anlayamamış, kendi çocuğuyla yaşadığı sorunlar neticesinde çocuklara karşı bir düşmanlık duygusu geliştirmiştir. Ağlayarak tamamlar: ”Suçsuz”

Jüri üyelerinin tümü, artık sanığın suçlu olduğuna dair “makul şüphe”ye sahiptir, jüri sanığın beraatına oy birliği ile karar verir.

Anlattığımız bu hikâye, 1957 yapımı meşhur bir Hollywood filminden alıntıdır. Adını, “12 Kızgın Adam” isimli filmin sonunda öğrendiğimiz 8 numaralı jüri Davids, bir "davetçi" sabrı ile jüriyi ikna etmiş ve kararın sanığın suçsuz olduğu yönünde çıkmasını sağlamıştır. Adamımız, bütün üyelerin ikna olması için ilk ateşi tutuşturmuş, attığı taşın doğurduğu dalga yavaş yavaş yayılmış, bu süreçte birçok üye kendisinin tarafına geçerek, kararın değişimi sürecinde belki de ondan daha fazla katkı sağlamıştır.

Kendisine katılan diğer üyeler kendi yetenek ve kabiliyetleriyle sürece katkı sağlamış, ancak karşı tarafa değer veren, dinleyen, ithamlara ve hakaretlere karşı sabırlı tavrıyla adamımız alınan sonucun mimarı olmuştur. Dönüşüm sürecini başarıyla yönetmiş, savunduğu fikrin karşıt görüşteki en önyargılı insanlar tarafından dahi kabul edilmesini sağlamıştır.

Film, bazen unuttuğumuz veya ihmal ettiğimiz “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl, 16/125) emrini bize hatırlatan güzel bir eser. Kardeşlerimizden fırsatı olanlar, eğer bu yazıyı filmin sonuna ait bir “spoiler” (sonunu deşifre etme) saymazlarsa, bu filmi mutlaka izlemelidir. İlgilenenler filmi internette Türkçe dublajlı bir şekilde bulabilirler.