Ömer KARAKAŞ
YOZLAŞMANIN BELGESİ
Yozlaşmak, “özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek” olarak tanımlanıyor. (Bkz: tdkterim.gov.tr)
Bu yazımızda İslamî camiada son yıllarda yaşanan büyük bir sapmadan söz etmek istiyoruz. Yazımızda Gülen hareketinin, 20 yıl içerisinde ortaya koyduğu değişim ve gelişim(!) sürecine ana hatlarıyla değinip, bu yozlaşmayı örneklerle ortaya koyacağız.
Gülen cemaati artık kendisini “cemaat” olarak tanımlamak istemiyor. 90’lı yıllar ile birlikte önce medyaya ardından dünyaya açılan Cemaat artık “kabına sığmıyor”, kendi ifadeleriyle “çok kültürlü çok dilli bir gönüllüler hareketine“ evrilmiş durumda. Bir İslami topluluğu ifade etmesi bakımından “cemaat” kavramı artık bir yük olarak hissediliyor.
Dün iç tehdit sayılan Cemaat, bugün artık “zararsız” bir sivil toplum örgütü olarak görülüyor. Bir başka deyişle Cemaat, devlet için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmış bulunuyor. ABD ile uyumlu çalışmaları neticesinde uluslararası alanda da aynı akreditasyona hak kazandığını biliyoruz.
Bunları göz önünde bulundurarak sormak istiyoruz; Cemaat’i resmi ideoloji için bir tehdit olmaktan ne çıkarmıştır? Bu neticeyi doğuran devletin AKP’leşmesi midir yoksa tehdit sayılan görüşlerin zaman içerisinde terk edilmesi midir? Bu sorunun cevabını yazının ilerleyen bölümlerinde arz etmeye çalışacağız.
1960’larda cami kürsülerinde başlayan hareket, 70’lerde öğrenci yurtları, 80’lerde kolejler, gazete ve dergiler sahibi olmuştur. Bu dönemde rejime karşı muhalif bir kimlik sergilemese de Sovyetler Birliği’ne karşı sosyalizm, batıya karşı kapitalizmi eleştiren bir çizgi belirgindir.
90’larda özel televizyonların yaygınlaşması neticesinde medyatikleşen Cemaat, kendi özel televizyonu ve farklı yayın organlarına kavuşmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması neticesinde okullaşmaya Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde devam edilmiştir. Bu tecrübe bütün dünyaya açılmak için cesaret kaynağı olmuş, dünyanın muhtelif yerlerinde Türk okulları açılmaya başlanmıştır. Özellikle Türkiye sınırlarının aşılmış olması, küresel güçlerle de uyum sorunu yaşanmaması için aynı dönemde dinler arası diyalog ve hoşgörü söylemi benimsenmiş, Celâleddin Rûmî ve öğretisi ön plana çıkarılmıştır. İyice belirginleşen sekülerleşme eğilimi 28 Şubat döneminde Abant Platformu çalışmaları ile bu eğilimin bayraktarlığına dönüşmüştür. Cemaat vahyin doğrularından saparak yozlaşmakla kalmamış, saptırıcı bir işlevi sahiplenerek mensuplarının ve geniş halk kitlelerinin zihinlerini ifsada da başlamıştır. Bu işlevin bir gereği olarak İslam yeniden tanımlanmak istenmiş, siyasal iddialarından vazgeçilerek vicdanlara hapsedilmek istenmiştir. Lider karizması ve sultasının hâkim olduğu her toplulukta olacağı gibi, bu gidişatı sorgulayan çok az insan çıkmıştır. Önceleri inanılan fakat pek dillendirilmeyen akidevî konular zamanla unutturulmuş, ulusal ve küresel güçlerle çatışmayan bir Müslümanlık icat edilmiştir. Bugün AKP Türkiye’si nasıl “model ortak” seçilmiş ve İslam dünyasına örnek gösterilmekte ise, Cemaat de “model ümmet” olarak batı tarafından hüsnü kabul görmekte ve İslam dünyasına pazarlanmaktadır. Ortak çalıştaylar ve sempozyumlar düzenlenmekte, aynı kare içerisinde pozlar verilmektedir.
İslamcılık bildiğiniz üzere son günlerin popüler konusu. Öncelikle bu kavramın üretilmiş bir kavram olduğunu ve İslami olmadığını bilmemiz gerekiyor. Biz kendimizi Müslüman olarak tanımlamalıyız, ancak Müslüman kavramının da asli mecrasından saptığını bilmeliyiz. Gerek geleneksel ve gerek de modernist çizgi ıstılahtaki Müslüman tanımına uymuyor desek haksızlık yapmış olmayız. Geleneksel çizgi için önceki nesiller, rivayetler ve kültürel miras, modernist çizgi için ise demokrasi ve kapitalizm gibi modern hurafeler katıksız teslimiyetin öznesi durumundadır. “Müslüman”, Kur’an’daki ifadesi ile Müslim, Allah’tan gelen her bir emir ve yasağa tam bir teslimiyet ile boyun eğen, bunlara mugayir ne var ise reddeden kimseyi ifade eder ki her iki çizginin de bu tanıma uymayan çok ciddi zaafları vardır.
Cemaat, İslam’ı yeniden tanımladıktan sonra çizgi dışı Müslüman’ları Amerikan ağzıyla niteler oldu. Filistin’de direnen Müslümanlar için “terörist, cani” diyebilen bu grubun lideri, Saddam’ın füzesi neticesinde ölen İsrail’li çocuk için gözyaşı döktüğünü ifade edebilmişti. Gazze’nin bombalanıp 1500 Müslüman katledildiği bir dönemde en nefret ettiği insanlar listesine Bush veya Şaron girmezken, Ladin’i liste başı yapmıştı.
Şu söylenebilir: “Cemaat sayesinde bakın gençler namaz kılıyor, şu Afrika ülkesindeki şu okuldan şu kadar çocuk Müslüman oldu.” Deriz ki: “Ellerindeki bunca imkânın hesabını Allah onlardan soracaktır. Cemaat’ten İslam’ı çarpıtmadan, eğmeden, bükmeden anlatan birisi varsa Allah ona rahmet etsin. Ama Cemaat’in resmi ağızlarınca anlatılan İslam, İslam değil!”.
Bu yazıda Siyasal İslam tartışmalarına, İslam’ın siyasi boyutuna değinmeyeceğiz, ancak Cemaat’in yayın organı Zaman’da 19 Ağustos Pazar günü yayınlanan iki yazıdan söz edeceğiz.
Öncelikle her iki yazarın da İslamcılık dediğine biz, İslam’ın bütüncül olarak kavranması ve hayata önerdiği çözümün savunması olarak sahip çıkıyor ve bu fikrin sahibi olmak yönüyle kendilerini muhatap alıyoruz. Yazıları uzunca alıntıladığımızı belirtiyoruz, ayrıca yazılardaki tüm iddialara cevap vermekle de uğraşmayacağız. Niyetimiz unutturmanın ne boyutta başarılı olduğunun herkes tarafından bilinmesidir.
Birincisi Mümtazer Türköne’nin kaleme aldığı “Kökü dışarıda bir ideoloji” başlıklı yazısı.
“İslâmcılık, kökü dışarıda bir ideolojidir. İslâmcı ideolojiyi Müslüman aydınlar kendi iç dinamikleri ve gelenekleri içinde üretmediler… İslâmiyet’i, modern-totaliter bir ideolojiye dönüştüren ilk aydınlar Namık Kemâl, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi İstanbul’un havasında yetişmiş aydınlardı. İslâm şeriatının hayatın her alanında uygulanmasını ve İslâm Birliği’ni ilk defa formüle etmiş ve savunmuşlardı. Ancak bu ideolojiyi telif ettikleri yer, muhalefet için kaçtıkları Paris ve Londra’dır. Kimse onlara bu ideolojiyi telkin etmemiştir; ama bulundukları fikir ortamı onların zihin dünyasında böyle yankılanmıştır… İslâmcılık, İslâm toplumlarının tarihî geleneğine, İslâm anlayışına ve barış içinde bir arada yaşama tecrübesine aykırı; hakikati temellük iddiası olan totaliter bir ideoloji olduğu için rekabet ve düşmanlık üreten bir ideolojidir. İslâm’ın, geniş bir yelpazede Batı’ya veya ülkedeki iktidara karşı muhalefet için araca dönüştürülmesinden ibarettir. Hiç iktidarda olduğu halde İslâmcı olduğunu iddia eden bir tecrübeye tesadüf ettiniz mi? Siyasî mücadele aracı olarak kullanıldığı zaman inanç, birleştiren, bütünleştiren ve barış getiren bir güç olmaktan çıkıp yakan, yıkan, düşmanlık üreten bir bağnazlığa dönüşür. Mezhepçilik bugün Müslüman halkların izzetini ve hayat hakkını yok eden ve onları rezil-rüsva eden bir fitne kaynağı olarak İslâmcılığın bugünkü hali değil mi? Ha başka insanlara düşmanlık, ha iktidara muhalefet aracı olsun, ikisinde de inanç basit bir siyasî araçtan ibaret değil mi?”
Yazara göre İslamcılık bize Avrupa’nın hediyesi. İslam ise insanlığın ortak paydası olabilecek kadar evrensel değil. Öyle ki İslamcılar’ın İslam’a yaptığı çağrılar rekabet ve düşmanlık üretiyor. Ayrıca İslamcılık ile mezhepçiliği ilişkilendirerek yeni bir tez de üretiyor, ancak işin hakikati şudur ki bugün mezhepçiliğe en uzak duranlar ümmetin ortak doğrusu olan Kur’an’ın temel teşkil etmesini savunan Müslümanlardır. Diğer iddiaları bir kenara bırakarak şunu sormakla yetineceğiz: Batı, egemen ideolojisi ve güçlü orduları karşısında, kendisiyle uyum içerisinde çalışacak Gülen cemaatini mi ister, yoksa eğrisiyle doğrusuyla bir İslam cemaati olan Taliban’ı mı? Oynamaya gönlü olmayanlar yerim dar demekle kalmıyor, Allah’ın dini için canını verenlere de çamur atıyor. “Allah’tan korkun!” demekten başka bir şey gelmiyor elden.
İkinci yazı ise Doç. Dr. Bilal Sambur imzasıyla tam sayfa yayınlanan “İslam, İslamizmden ayrılmalı” başlıklı yazı.
Uzun alıntı için özür dileyerek sunuyoruz : ”… İslamizm hakkında konuşmak kolay değildir, çünkü İslamizm veya İslamcılık olarak ifade edilen ideolojik kurgu, muhtevası belirgin, somut fikir ve önerileri olan, evrensel nitelikte bir çerçeveyi bize sunmamaktadır. ‘İslamizm’ veya ‘İslamcılık’ akımı içine yerleştirilen kişilerin kendilerine göre İslamcı olduğunu, yani ortada tek bir İslamcılığın değil, İslamcılıkların olduğunu söyleyebiliriz… İslamizm’i veya İslamcılığı standart ve değişmez mutlak dindarlık formu haline getirmek, Müslümanların çoğulcu dindarlık tecrübelerini inkâr etmenin ötesinde insanı ve hayatı inkâr etme anlamına gelmektedir.
İslam, bütün peygamberlerin tevhid ilkesi etrafında insanlığa tebliğ ettikleri fıtrat dininin adıdır. Hiçbir peygamber İslamizmi veya İslamcılığı tebliğ etmemiştir. İslamcılık, son iki yüzyılda farklı düşünürlerin görüş ve yaklaşımlarını içeren bir kurgudur. Başka bir ifade ile İslamcılık, tamamen beşeri faaliyettir ve İslamcılık hiçbir şekilde kutsallığa sahip bulunmamaktadır. Bütün Müslümanların İslamist veya İslamcı olmak zorunda olduğunu iddia etmek, İslamcılığı bir beşeri faaliyetin ötesinde kutsal bir din mertebesine çıkarmak anlamına gelmektedir. İslamizm’e her şeyden önce insan yapımı bir beşeri yaklaşım biçimi olarak yaklaşılmalıdır.
İslamcılık, İslam’ın özünden kaynaklanan, İslam’ın saf ve otantik bir hali değildir. İslamcılık, modern dönemde Müslümanların içinde bulunduğu sosyal, dini, kültürel ve dini durumu modern bir perspektifle okuyan, Batı’ya, modernizme, sekülerleşmeye eleştiriler yönelten din dışı bir ideolojinin adıdır. İslamcılığın kaynakları çoğunun iddia ettiği gibi İslami kaynaklar değildir. İslamcılığın sekülerleşme, modernite ve Batı hakkında söylediklerinin neredeyse tamamının farklı ideolojilere mensup kişiler tarafından ifade edildiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifade ile İslamcılık, İslami kaynaklardan değil, İslam dışı kaynaklardan beslenen seküler bir yaklaşımdır.
İslamcılığın hep büyük ütopyaları oldu. İslamcılık olarak nitelenen ideolojiye baktığımızda özellikle İslam Birliği, İslam Devleti ve İslam Medeniyeti gibi büyük kavramları gündeme getirmektedir. Bu kavramları romantik, idealist ve ütopik olarak nitelenebilecek bir şekilde kullanmasına rağmen İslamizm, İslam Birliği, İslam Devleti ve İslam Medeniyetinin ne olduğuna dair şimdiye kadar tatmin edici hiçbir anlamlı entelektüel birikim ortaya koymamıştır. Bilakis İslamizm, konjonktüre göre bu kavramları kullanmakta, bu kavramların içini doldurmakla pek ilgilenmemektedir.
Bir din olarak İslam, insanlara ahlak, maneviyat ve inanç alanlarında doğru yolu göstermek şeklinde bir misyona sahip olduğunu söylemektedir. Ancak İslamistler, İslam’ın doğru yolu gösterme misyonunu yeterli görmemekte, insan hayatının her alanını kontrol ve yönetme iddiasında bulunmaktadırlar. İslamistlerin, İslam’ı ‘tamamlanmış bir din’ olarak değil de ‘bütüncül bir dünya görüşü’ olarak tanımlamalarının arkasında insan hayatını kontrol ve yönetme amacını din adına meşrulaştırma arzusu bulunmaktadır…
… Din adına konuştuğunu iddia etmesine rağmen İslamizm, aslında çoğunlukla Sosyalist ideolojinin söylemlerini tekrar etmektedir….
İslamizm, hayattan, insandan ve toplumdan kopuk, tam bir ideoloji olmayı başaramayan ideolojimsi bir yaklaşımdır. İslamcılık, insan ve toplumu hiçbir şekilde beğenmemekte, yanlış olarak gördüğü mevcut insanlık durumunun sürekli olarak doğru yola getirilmesi yani dizayn edilmesi üzerine yoğunlaşmaktadır. İnsanı dizayn etmeye yoğunlaşan İslamcılık, hiçbir şekilde insanla ilişkiye girmeyi düşünmemektedir. …İnsanlarla ilişki kurmak, konuşmak, iletişime girmek yerine kutsal kabul edilen referanslara göndermede bulunarak insanları susturmak ve marjinalleştirmek İslamizm’in insan ilişkilerinde meydana getirdiği önemli yabancılaşma durumudur.
İslamizm, İslam adına ortaya çıkmasına rağmen dinamik, çoğulcu ve ilişkisel bir dindarlık tecrübesinden beslenmemekte, ‘İslamperestlik’ olarak niteleyebileceğimiz İslam’a ve insana yabancı bir anlayış ortaya koymaktadır. İslam, insanla ilişkiye geçen, onunla ilgilenen ve onunla etkileşimde bulunmayı esas alan doğal bir durumdur. Fıtrat dini olarak İslam, insan hayatında su ve ekmek kadar doğal bir yere sahiptir. Ancak İslamperestlik anlamında İslamizm, İslam’ın insanla kurduğu doğal ilişkiyi bozmaktadır. Günümüzde İslam’ın insanla yeniden doğal ilişki kurabilmesi için İslam’ın, İslamizm’in tekelinden çıkarılması gerekmektedir. İslam ve İslamizm’in birbirinden ayrılması, İslam ve insanı yeniden bütünleştirecektir”
Yazar, Türköne gibi İslam ve İslamcılık/İslamizm ayrımı yaparak yeni bir din tanımı peşindedir. Tek İslamcılık olmadığını söylüyor peki bugün gelenekçi ve modernist Müslümanlar arasında tek İslam algısı mı vardır? Neden tek bir kalıpta görmek isterler İslam’ın siyasal yönünden bahseden Müslümanları? Batı demokrasileri birbirinin kopyası olmadığı halde “hangi demokrasi?” sorusunu sormazsınız da neden İslam’ın yorumları mevzu bahis olunca “hangi İslam?” cümlesini fütursuzca ifade edersiniz? İlkeler esas olmak üzere farklı yorumlar olamaz mı? Bunu algılamak çok mu zordur?
Hz. Peygamber, İslamcılık tebliğ etmedi doğru, ama yazarın kafasındaki “İslam”ı tebliğ ederek ve örnekleyerek tarihe meydan okumadığı aşikardır. Mekke devletine karşı verilen mücadele siyasi değil de nedir? Yazar İslamcılığı Batı’ya, modernizme, sekülerleşmeye eleştiriler yönelten din dışı bir ideoloji, hatta seküler bir yaklaşım olarak ifade ediyor, böylece İslam’ın gayr-ı İslami dünya görüşlerine söyleyecek sözü olmayan bir din olarak niteliyor. Bununla da kalmayarak İslam’ın siyasal taleplerini ütopik bulan, din olarak İslam’ın ahlak, maneviyat ve inanç alanlarına hapseden yazar “ayetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmektedir.” Müslümanların çoğunlukla sosyalist ideolojinin söylemini tekrar ettiklerini söylerken bir haksızlık daha yapmakta, son zamanlarda gündemde olan “Sosyalist İslamcı”ların etkisiyle ve belki de hakim ideoloji kapitalizmden sıyrılamamış olmanın etkisiyle bunu söylemektedir. Yazar İslamcıların Allah’ın ayetlerini önceleyen ve temel ilkelere vurgu yapan üslubunu yeteri kadar entelektüel bulmamaktadır. Diğer taraftan Müslümanları, hiçbir şekilde insanla ilişkiye girmeyi düşünmemek ve onları dizayn etmeye yoğunlaşmakla itham ediyor. Bu derece iddialı bir ifade ile hayatı STV gibi resmi ideolojinin ekranlarından izlediğini ele veriyor. Yine Müslümanları “kutsal kabul edilen referanslara göndermede bulunarak insanları susturmak”la itham ediyor, ve bu ifadesi ile “Allah ve Peygamberi bir işe hükmettiğinde artık mü’min bir erkeğin ve mü’min bir kadının işlerinde kendi isteklerine göre bir seçim hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir sapıklığın içine düşmüştür.” (Ahzap,33/36) ayetini inkâr ediyor.
Neresinden tutsanız elinizde kalan bu iki yazı için değerli zamanlarını aldığım tüm kardeşlerim hakkını helal etsinler.
Devlet AKP’leşirken AKP’nin de devletleşmesi su götürmez bir gerçek olarak karşımızda. Bu değişim sürecinde Cemaat de AKP ile birlikte devletleşti ve devleti kendine benzetti diyebiliriz. Eskiden sakıncalı bulunan fikirler yeni dönemde yumuşatıldı ve hâkim söylem haline geldi. Bir başka deyişle AKP ile birlikte Cemaat de ehlileştirildi ve sisteme sistemin bekası için entegre edildi. Bu entegrasyon sürecinde eskinin doğruları bugün inkar edilir oldu.
Burada konuyu daha fazla uzatmadan İslam’ın toplumsal ve siyasal boyutuna dair sabrınıza sığınarak biraz uzunca bir alıntı yapmak istiyorum.
“Teknik ve terim anlamıyla din, irade sahibi varlıkların manevi, idari, sosyal, iktisadi ve hissi yönleriyle hayatlarının bütününü tanzim için bilerek ve isteyerek uydukları kaideler bütünüdür”, Sf.121.
“Yine, dini afyon telakki eden ülkelerdeki değişimin yanı sıra, bu ülkelerde her gün binlerce insanın Tevhid dinine koşması, İslam dünyasında insanın ferdi ve içtimaî hayatının çıkmaza girdiği noktalarda dine dayanması ve dinin, hayatın bütününü kuşatıcı özelliğini kabul mücadelesi için yapılan çalışmalara batıdan gelen şimdilik ferdi katkılar, pozitivist din anlayışının iflasının şahitleri olsa gerektir ”, Sf.128.
“Batıda, dinin sonunda bir duygu, bir ahlak ve sadece bir “vicdan” meselesine dönüştürülmesinde bizzat kelimenin (religion, ÖK) ifade ettiği mananın da önemli etkisi olsa gerektir”, Sf.128.
“(Din kelimesinin muhtevasına giren anlamlardan, ÖK) ceza, ödeşme, yargılama, tecziye (ceza verme) (1:4, 51:6, 82:18-19, 37:53, 56:86), yol, kanun, anayasa (12:76), ceza hukuku (24:2), ahlaki-manevi-dünyevi kanunlar bütünü, sistem, gidişat (33:5, 40:26), kulluk, itaat (16:52), sulh, düzen (8:39) bu manaların başlıcalarıdır.”, Sf.129
“Kur’an, çok net olarak kâinattaki irade sahibi varlıklardan başka tüm varlıkların Allah’a teslim olup itaat ettiklerini belirtir. Bu yüzden, insan elinin ulaşmadığı her yerde tam bir denge ve sulh hâkimdir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığından, insana ilim ve irade verilmiş olup görevi, kendi iradesiyle yeryüzünü sulh içinde kâinatın kalan yöreleriyle birleştirmek, yeryüzünde fesat çıkarmamaktır. ”, Sf.129
“Kişiyi tam bir dengeye, sahip olduğu kuvveleri ve duyguları hayatını tam bir saadet, düzen ve ahenk içinde geçirebileceği noktaya getiren, toplum hayatını adalet temellerine oturtan ve sonunda ölümle birlikte ebedi bir cennet hayatının kapılarını açan bu küllî (tümel) akıl, Allah tarafından gönderilmiş olan “ed-din”, yani hak dindir ”,Sf.130-131
“Bazı Müslüman âlimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, dinin idarî-içtimaî hükümleri teşkil eder: Allah’ın koyduğu vergileri toplayıp yerinde harcamak, dinin serbestçe yaşanacağı ortamı hazırlamak ve bu gayeyle dini yaymak; insanların can, mal, ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip, dinin tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak, ticari, mali, sermaye-emek ve her türlü karşılıklı münasebetleri düzenleyici kaideler, mülk edinme, evlenme-boşanma, miras vs. ile ilgili kâide ve emirler, suç işleyenleri cezalandırmak (hadler) ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte çerçeveden sonra çubuklar gelir… Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar (kişisel ibadetler, ÖK) sayesinde merkezi oluşturan “hakikat”, bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle “La ilahe ill’Allah, Muhammedü’r-Rasulüllah” kelimesinde manasını bulan “hakikat”tır. Tekerleği kendinde tamamlamış olan insan hakikate ulaşmış insandır ve bu tekerleğin üzerinde bulunan toplum da, hakikat üzere olan toplumdur. Bu hakikatle insanın öz varlığını teşkil eden hakikat ve kâinatta hâkim olan hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek ki, dinin hedefi ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, kâmil insan olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu gerçekleştiğinde, yeryüzünde ve kâinatta, Tevhid, bütünüyle hâkim olmuş ve göklerle yer “sulh” içinde birleşmiş demektir.” ,Sf.131-132
“İnsan, gerek ferdi, gerekse içtimai hayatında birtakım prensipler ve kaidelere uymak zorundadır. Bu kanun ve kaideler, eğer Allah’ın seçip gönderdiği dine ait değilse, bizzat insanları veya insanlar adına bir kişi veya grubun koyduğu kaideler olacaktır. Bu durumda, ortaya insan yapısı, özde bir, ama kemmî(sayısal, ÖK) olarak birden fazla olabilen dinler çıkar. Bu dinlerin tanrıları, onları ortaya koyanların nefisleridir, arzularıdır, heva ve hevesleridir. İçtimai hayattaki rabbleri ise, o insanların kendileridir. Bu dinlerin de inanılıp kabul edilmesi gereken hukuki ve ahlaki kaideleri (ibadet, muamelât, ukûbât, ahlâk) vardır. Allah’ın asla razı olmadığı bu dinlerde özde bir, şekilce ayrı pek çok putlar bulunur. İnsanlık tarihinin şahit olduğu üzere, bu dinlerin içtimaî hayattaki dayanak noktası kuvvettir; hedefi menfaattir; hayattaki düsturu kavgadır, boğuşmadır; cemiyetler arasındaki bağı ırkçılıktır, kabileciliktir; meyvesi, nefsani hevesleri tatmin ve insanlığın ihtiyaçlarını artırmaktır.
Hak dinin esası Allah’a kulluktur; ...Allah’a kul olmaktan başka hiçbir varlığın önünde boyun eğmeyi kabul etmeyen bir kulluktur bu. Böyle bir kul halim selim ve mütevazidir; fakat, Yaratıcı’dan başkasına O’nun izni dışında alçalmaya tenezzül etmez ve icabında kulların üzerinde mutlak hakimiyet kurmaya çalışanlara haddini bildirir.” ,Sf.132-133
“Yine, dini sadece bir his ve heyecan gören birtakım batılı düşünürlerin düştüğü hataya karşılık, bazı Müslüman düşünürler de, onu sadece bir “sistem”, bir ideoloji gibi değerlendirerek tersinden bir hataya düşmektedirler. Din, belki bir sistemdir; insanın ferdi ve içtimai hayatını her bakımdan tanzim eden bir sistemdir; fakat bu sistemde hedef dünya saadeti değil, Allah’ın rızasıdır. Asıl olan mükâfat, dünya hayatında birtakım ödüller, maddi-askeri alanda galibiyet ve yeryüzünde hâkimiyet değil, belki bunlar da verilmekle birlikte, Allah’ın hoşnutluğu ve ahiret saadetidir. Bu sistemde dünya hayatı, ahiretin ekim alanıdır; cennete veya cehenneme uzanan sırattır.” ,Sf.134-135
“Bu (Allah’ın nimetleri karşısında şükür, ÖK) da Allah’a itaatle mümkündür. Allah’a itaat, O’nun gönderdiği hükümleri dünya hayatında uygulamakla mümkündür. Allah, ahirette insanı, borcunu (tüm nimetlerin karşılığını, ÖK) ödeyip ödemediğine, yani koyduğu hükümleri uygulayıp uygulamadığına, Kendi’ne itaat edip etmediğine, yeryüzünde sulhü mü, yoksa fesadı mı hâkim kıldığına göre hesaba çekecek, bu hesabın sonunda onu ya mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır. ” ,Sf.136
Bu ifadelerin yazarı ne Mevdudi, ne Seyyid Kutup, ne de bu çizginin başka bir mensubudur. Bu ifadeler Zaman gazetesinin 1998 yılında okuyucusuna armağan ettiği “Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din” kitabından alıntıdır. Kitap, Sızıntı dergisinin yayın kurulu tarafından kaleme alınmış, Fethullah Gülen’in oldukça uzun takdim yazısı ile taltif edilmiştir. Geçen 15 senenin Cemaat’i nereden nereye getirdiğinin ortaya konması noktasında başka bir söze gerek bırakmamaktadır.
Buradan Cemaat’e mensup kardeşlerimize bir kez daha sesleniyoruz. Neye uyduğunuzu, gazetenizde alenen savunulan görüşlerin özünüzle ne kadar çeliştiğini bilmelisiniz. Fikirlerine olağanüstü değer verdiğiniz ve sorgulanamaz bulduğunuz insanların da birer insan olduğunu, yönlendirme ve farklı kaygılar ile zaman içerisinde çizgilerinden saptıklarını ve yozlaştıklarını teslim etmelisiniz. Aksi halde bağlılıklarınız sizi de onların hatalarına ortak edecek ve (Allah korusun) büyük bir kayba götürecektir.