Ömer KARAKAŞ

22 Mayıs 2012

MÜTEŞABİHATA SARILMAK!

 

Müteşabih, birbirine benzer (Bakara 25,En’am 141), anlamı kesinlik ifade etmeyen ve/veya birden fazla manaya gelebilen (Bakara 70), anlamı kapalı olan, anlamına akılla tam manasıyla muttali olunamayan(Al-i İmran 7) şey demektir. Müteşabihu’l-Kur’an, lafız veya mana açısından başkasına benzediğinden tefsiri müşkül olan Kur’an ifadeleridir. İslam hukukçuları; müteşabihi, ‘zahiri, kastedilen manaya delalet etmeyen ifadedir’ diye tarif etmişlerdir.(1)

Muhkem ise, ayetlerin lafız yönünden herhangi bir şüphe taşımayan ve manası da apaçık olan kısmıdır.(2)

Bu kavramları karşılıklı olarak Al-i İmran suresi 7.ayette kullanılmakta, müteşabih ayetlere nasıl yaklaşım sergilememiz gerektiği ifade edilmektedir.

“Sana bu kitabı indiren O’dur. Bu kitabın ayetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu ayetler, kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabih ayetlerdir. Kalplerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyiflerine göre tevil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde derinleşenler, “Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.“ (Al-i İmran,3/7)

Müteşabih ayetler mahiyetini kavramamızın mümkün olmadığı hususları ihtiva eder. Müslümana düşen ise bu ayetlere, Allah’ın bildirdiği kadarıyla ve bildirdiği şekliyle inanmak, mahiyetine vakıf olamayacağı gaybî konularda durması gerektiği yeri bilmektir.

Hz.Peygamber (s), Aziz Kur’an’ın ayetlerini tasnif etmiş, bunlardan bir grup olarak da müteşabih kavramını zikretmiştir:

“Kur’anda yedi şey bildirilir: Yasak, emir, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller. Helalı helal, haramı haram bilin, emredilenleri yapın! Yasak edilenlerden sakının! Misal ve anlatılan olaylardan ibret alın! Muhkem olanlara uyun! Müteşabih olanlara inanın! “

Hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere muhkem ayetlere uymak ve müteşabih olanlara inanmak esastır. Müslümanın amel edilmesi noktasında hesaba çekileceği esaslar muhkem ayetlerin kapsamıyla sınırlıdır. Buna karşın muhkem veya müteşabih tüm ayetler imana konudur ve akidevî açıdan bağlayıcıdır.

Rasulullah, müteşabih ayetlerin tartışma malzemesi yapılmasını yasaklamıştır. Bu bakımdan ashab, müteşabih ayetleri tevil edenleri bid’atçi olarak görüp onlardan uzaklaşmıştır. Yine hilafeti esnasında Hz.Ömer, müteşabih ayetleri sorup duran Sabiğ’i dövdürtmüş, halkın onunla oturmasını yasaklamıştır.

Bu noktadan sonra bu yazıda, kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların din algılarındaki tutarsızlığı ortaya koymaya çalışacağız. Buna karşılık diğer dünya görüşlerinin zanna dayalı oluşuna ve insanı doğru yola götürmeyeceği konusuna girmeyeceğiz.

Doğruluğunda şüphe olmayan yani sahih bilgi ancak vahiydir. Bunun haricindeki tüm bilgiler ilahi değildir ve zan ihtiva eder. Rabbimiz korunmuşluk vaadini yalnızca Kur’an için yapmaktadır dolayısıyla Kur’an haricinde vahye dayalı olduğu iddia edilen hiçbir kaynak bu koruma altında değildir. Bu anlamda hakikate sarılmak isteyen öncelikle Kur’an’a sarılmalı ve onu hayatından belirleyici kılmalıdır. “Dinde müteşabihat” ifadesi ile kastımız, sahih bilgiye dayanmayan ve vahiyle çelişen inanç ve eylemlerdir.

Bugün insanlarımızın din telakkilerinde kitabî olmayan ve zanna dayalı bilgiler çok ciddi bir yer tutmaktadır. Bundan kastımız zan ihtiva eden ve bu sebeple akideden olmayan inançlardır. Bu bilgilerin muhtelif kaynakları bulunmaktadır ki bunlar müteşabih ayetlerin zannî yorumları, ahad haber niteliğindeki hadisler, uydurma hadisler, menkıbeler, rüya, keşif, ilham, hayal, geleneksel ve tarihsel birikim, cehalet, modern hurafeler ve benzerleridir.

Müteşabih ayetlere ait bir yorum, muhkemata uygun olduğu ve mutlaklaştırılmadığı sürece anlamlıdır. Mesela herhangi bir müteşabih ayet hiçbir surette namaz emrini nesheden bir şekilde yorumlanamaz.

Ahad haberler de Kur’an ile çelişmediği sürece bir değer ifade eder ancak akideden sayılamaz. İmanın yakini olması ve iman edilen hususların sabit olması gerekmektedir, dolayısıyla akidede zanna yer yoktur. Ahad haber olarak bize nakledilmiş olan gaybe dair bir hadis, muhaddislerin tümü sahih dese dahi akideye giremez. Örneğin ‘cessase hadisi’ne iman etmek gibi bir akidevi zorunluluk yoktur, çünkü her tevatür derecesinde nakledilmemiş haber gibi bu hadis de zan ihtiva eder.

Hadislerin tümü Kur’an mihengine uyduğu sürece değerlidir, çünkü Rasulullah(ASM) “…Onlara de ki; ‘Onu kendiliğimden değiştirmem sözkonusu değildir. Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.”(Yunus,10/15) ve benzer ayetlerle ancak vahye teslim olmakla emrolunmuştur.  Rasulullah’tan Kur’an ile çelişen bir söz ve davranış sadır olamaz, Allah’ın onaylamadığı bir davranışı olmuşsa da bu davranış vahiyle düzeltilmiş, bu yanlış davranışın örnek alınmaması sağlanmıştır. Abese suresindeki ve Bedir esirleri ile ilgili ilahi eleştiri buna örnektir.

İslam tarihi boyunca akideye dair en büyük tahribat uydurma hadisler ile gerçekleşmiştir.  ‘Hakikat-i Muhammedi’ ve ‘Vahdet-i vücud’ gibi en cüretkâr sapmalar bu kanal üzerinden delillendirilmiştir.

İslam âlemi, zamanla gerçek kaynaktan uzaklaştıkça, düşünme yetisini yitirmiş ve taklit kültürü belirleyici olmuştur. Vahyi ölçünün yitirilmesi neticesinde, şeytanların cirit attığı rüya, keşif, ilham ve hayal kaynaklı bilgilere rağbet artmıştır. Kur’an ve sahih sünnetten öğrenilmeyen din, zaman içerisinde din adamlarının şahsî tasarrufu olmuştur. Bu süreçte “Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı” ve “din Kur’an’dan öğrenilmez” gibi tezler yaygınlaşmış, önceki neslin ürettiği taklit edilmekle yetinilmiştir. Temel kaynağı yitiren toplum kendisine her ne anlatılsa bunu sorgulamadan kabullenmiştir. Kutsallaştırılan gelenek ve atalardan devralınan miras sorgulanmamış ve tarihsel birikim taklidi körüklemiştir. Bunun neticesinde hem geleneksel tortu artmış hem de itaat kültürü alabildiğine yaygınlaşmış, öyle ki şeyhe, efendiye, üstada itaat ‘Allah’a itaat’ sayılmıştır. Bu zihinsel prangalara ve doğru kaynaktan beslenmemenin doğurduğu cehalete duçar insanımız, gaybı taşlamanın cazibesine kapılmıştır. Din olarak insanlara sunulan bu birikim, taklitçi modernistlerin sapmalarını artırmış, İslam’a saldırmayı ve modern hurafeleri savunmayı medeniyet olarak görmeleriyle neticelenmiştir.

Yukarıda saydığımız kaynakların bir kısmının ilahi olduğunu iddia edebilenleri bir kenara bırakırsak, vahyi arka plana atıp başka ölçülere tabi olanlar için Aziz Kur’an  “Kahrolsun, o (zan ve tahminle) yalan uyduranlar. Onlar bilgisizlik içinde kalmış gafil kimselerdirler”(Zariyat,51/10-11) buyurmaktadır. Yine vahiy “Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.”(Necm,53/28) derken maalesef bugün toplumda büyük bir çoğunluk bu heva ve zan ürünü, hakikatten uzak bilgilere iman etmekte ve bunları hayatlarına taşımakta beis görmemektedir.

Hâlbuki Allah, haklarında hiçbir delil indirmediği bilgiyle hareket etmeyi ‘heva ve zanna uymak’ olarak nitelemektedir.

Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar. Hâlbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir. (Necm,53/23)

Vahiy ve Rasulullah’ın sünneti varken toplumun büyük bir kesimi “dinde müteşabihat”a sarılıyor. Geleneğe uyan geniş halk kitlelerinin ‘ed-din’den kopukluğunun en büyük sebebi ise İslam’ın aslî kaynağından uzak kalmalarıdır. Bu uzaklaşmanın temelini ise mevcut durumdan nemalanan ‘din’ adamları sağlamaktadır. İmal edilen zanni bilgiler ile ümmeti tekeline almaya çalışan kimileri, bu bilgileri yeni akaid maddeleri, yeni ibadetler, helal ve haram tahsislerinde kullanmaktadırlar.

Akidenin sınırlarını Kur’an’ın teşkil ettiğini bilmeyen, bu sınırları öğrenmeye ve hayata taşımaya pek azimli olmayan bir toplumda yaşıyoruz. Bırakın atalardan devralınan dini sorgulamayı, gördüğü rüyayı dahi vahiy seviyesinde addeden yaklaşımlara şahit olmaktayız. Öyle ki bu konularda hakkı tavsiye sorumluluğunu ifa edenler “itikadı zayıf” , “bid’atçi” ve hatta “akılcı” gibi bir takım yaftalamalarla karşılanmaktalar. İşin ironik tarafı ise sağlam bir akideye çağıran, bid’atten ve hurafeden arınma yönündeki sahih tesbitlere karşılık böylesine ithamlarla karşılaşıyor olunmasıdır.

Konuyu somutlaştırmak için Kuran ve sahih sünnet ile amel etmenin artık tarih kitaplarının bir iddiası sayan keşifçi yaklaşıma değinmek istiyoruz. Cemaat veya tarikat önderi, rüyasında, “mana âleminde” veya yüz yüze Rasulullah ile düzenli olarak görüştüğünü iddia etmekte, elçiden aldığı direktifler doğrultusunda tüm mensuplarını bu yönde amel etmeye çağırmaktadır. İtaat ve hayranlık kültürüyle yetişmiş mensuplar ise bu tip menkıbeleri duymakla, adeta “şeyhini içki sofrasında kadınlarla âlem yaparken gören ancak bunun üzerine hatayı kendinde arayan ve şeyhe bağlılığı artan mürit” misali liderine olan tazimini ve teslimiyetini bir kat daha artırmaktadırlar. Bir kısmına göre ise hakimiyet kayıtsız şartsız şeyhindir (!,haşa), o dilerse istediği kimseyi çarpar, dilerse dünyayı parmağında oynatır(!).

İnsanın gizemli ve mistik bilgilere merak duyması fıtri bir olgu olarak elbette anlaşılabilir. Ancak hayatın hakikatini algılamak ve Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak niyetini taşıyarak bu bilgilere teşne olmak hatta bu bilgileri belirleyici kılarak hayatı tanzim etmek büyük bir kayıptır. Öyle ki ‘açık’ ve ‘anlaşılması için kolaylaştırılmış’ olan dinin asli kaynağına rağbet etmemek insanı hüsrana götürecektir.  Elinin altındaki hidayet rehberini yok sayması, onu farklı amaçlarla okuması ve anlaşılmazlık yaftasını yapıştırması neticesinde yolunu bulamayacak ve neticesinde kaybedenlerden olacaktır.

Vakıadır ki, maalesef insanlara vahyi bilgi ile amel etmek cazip gelmiyor. Öncelikle bu bilgiyi edinmek ikincisi ise buna uygun yaşamak zor geliyor. Bu insanların vahyi öğrenip buna uygun yaşamaları için öncelikle sürü psikolojisini kırmaları gerekiyor. Hâlbuki Rabbimiz “Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar; Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve sadece yalan uydururlar.”(En’am,6/116) ve benzer ayetlerle kalabalıkların hakikatte ölçü olmayacağını ifade ediyor. Ancak maalesef görüyoruz ki zihinler menkıbe ve teslimiyet kültürüyle yoğrulmuş, üstüne bu kültür Allah’ın emriymiş gibi sorgulamadan içselleştirilmiştir. Bu nedenle böylesine İslam’dan uzak din algılarını gerçek İslam zanneden ve inancının sıhhatini sorgulama ihtiyacı hissetmeyen geniş halk kitleleriyle karşı karşıya bulunuyoruz. Allah’ın razı olacağı bir hayat için insanımız, aklı ve vahyi rafa kaldırmalarını kendilerine öğütleyen bu düşünce zorbalarının ahirette kayba götürecek tasallutundan kurtulmalıdır. “Dinde müteşabihat”tan kaçınmalı, dini asli kaynağından öğrenmeli, hakkı batıldan ayıran bu kaynağı ‘terkedilmiş bırakmamalı’, esasa uymayan her nevi düşünce ve eylemi dışlamalıdır.

Rabbimizin, kendisini tanımamız ve tam bir itaat ve teslimiyetle kendisine ibadet etmemiz için bizlere sunduğu imkânları yok saymamalı, hayvandan da aşağı düşmemeliyiz.

Cehennem için de insanlardan ve cinlerden pek çok kimse yarattık ki onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler ve kulakları vardır onlarla duymazlar. Bunlar hayvanlar gibi hatta daha aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerdir. (Araf,7/179)

Bu imkânları yok sayarak gerçekleştirilecek bir teslimiyet, ancak batıla ve sahte ilahlara yapılmış olacaktır. Bu sahte ilahların rehberliği ancak ziyana götürecektir. Hakikate iletmek, ‘Âlemlerin Rabbi’nin işidir, dolayısıyla kaynağı ilahi olmayan ve ilahi ilkelere uymayan hiçbir bilgi tabi olunmaya layık değildir. Vahyin yerini hiçbir şekilde tutmayan bilgiler ancak dalalete iletir.

De ki: ‘Sizin ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mıdır?’ De ki: ‘Allah hakka iletir. Öyleyse hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır yoksa kendisi yöneltilmedikçe doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz!  Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi bilendir.’(Yunus,10/35-36)

Kur’an’da el-ilm kavramı vahyi de kapsayacak şekilde kullanılmakta, kavramın kapsamına vahiyden başka bir bilgi kaynağı dâhil edilmemektedir.

Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve hristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: ‘Gerçek hidayet Allah’ın hidayetidir.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan Allah’tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin. (Bakara,2/120)

Bu sebeple mutlak bilgi ancak vahiyle sınırlıdır, başka hiçbir kaynak bu kapsamda değildir. Bizim ilahi bilgi diyeceğimiz bilginin nasıl iletildiği konusu çok açıktır. Keşifler ve kuruntular âlemi ‘marifet’ten bir şey içermez ve bu tanımın elbette dışındadır. Bu konuda Allah’tan bir söz almış da değillerdir.

Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir. (Şura,42/51)

Bu kapsamda tanımlanmış vahiyden başka muhkem bir kaynak arayanların hayat ve ahiret tasavvurları bilgisizce ve zanna dayalıdır.

Hem müşrikler dediler ki: “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler.(Casiye, 45/24)

Kur’an, mü'mine düşenin zandan uzak durmak olduğunu söylerken, zan üzerine bir dini yaşayarak Allah’ı razı edeceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Rabbimiz bırakın insanın hayatını ‘müteşabihatlar’a dayandırmasını, birbirimiz hakkında düşünürken dahi bizleri zandan sakınmaya davet etmektedir.

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Şüphesiz bazı zanlar günahtır…”(Hucurat,49/12)

Yine sahih bilgiye dayanmadan zan üzerine konuşmak isabetsiz bir görüş ve hatta bir yalan olarak nitelendirilmektedir.

Bir de “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.(Nisa,4/157)

Onlar: “Eğer Rahman olan, Allah dileseydi, biz o meleklere tapmazdık.” dediler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar. (Zuhruf,43/20)

Kur’an’dan yüz çevirmenin neticesinde zanna ve hevaya uyulmakta, bu ise kalplerin mühürlenmesi, dinden sapmak ve ahirette hüsran ile neticelenmektedir.

Onlardan seni dinleyenler vardır. Ancak senin yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olanlara: ‘Az önce ne söyledi?’ derler. İşte onlar Allah’ın kalplerini mühürlediği ve arzularına uymuş kimselerdir.(Muhammed,47/16)

Her ne kadar doğrudan beslenmeseler de dolaylı olarak vahye bağlı olduklarını düşünen insanlar şeytanı yakın dost edinmeye adaydırlar. Öyle ki onlar vahiyle irtibatlarını kesmiş oldukları halde kendilerini doğru yolda zannetmektedirler.

Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. (Zuhruf, 43/36-37)

Hüsrandan kurtulmanın yolu vahyi önce zihnimizde sonra hayatımızda doğru yere oturtmaktır. Kur’an’ı ilahi hidayet rehberi kabul etmek, onu hayatımızın temel belirleyicisi kılmak Rabbimizin rahmetini doğuracaktır. Ümmet, ancak ‘topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla’ kurtulacaktır.

Dipnotlar:

  1. Ragıb el-lsfahani. Müfredat. Çıra Yayınları, y.t.2010, s.537
  2. A.g.e. s.302