Kemal SONGÜR
KUR'AN'A DAVET SORUMLULUĞUMUZ
Vahyin tanımına göre bir mü‘minin, vahyin hayatı tümüyle kuşatan ve inşa eden bir ilahi öğreti olduğuna, hayatın her sahasına ve safhasına kılavuzluk eden ilahi bir hitap olduğuna, vahye sadık kalan ve vahyi insanlara kendi örneklikleriyle tebliğ eden resullerin canlı rehberliklerine ve yaşanılabilir modelliklerine şeksiz/şüphesiz iman etmesidir.
Vahiydeki bu mü'minlik tanımına ulaşmak ve iman etmek bir insan için muhteşem bir nimettir. Bu nimetin farkında olanlar, sahip oldukları bu nimeti insanlarla paylaşmaları ve insanların Allah'ın kitabıyla ve onun inşa ettiği pak diniyle karşılaşmalarına canhıraş bir şekilde ve merhametle vesile olmaları, öncülük yapmaları ve örneklik sergilemeleri yükümlülüktür.
Hz. Nebi'nin irtihalinin üzerinden daha bir asır bile geçmemişken, vahyin üzerine örtülmüş kaba-kara örtüler neticesinde ve hegemonya sahiplerinin büyük çabaları, yönlendirmeleri sonucu din algısı-tasavvuru, hayatın tümüne müdahale eden, yönetenden yönetilene kadar ilişkileri tanzim ederek müdahil olan işlevinden uzaklaştırılarak ve Kur’an’i kavramların içi boşaltılarak ya da tersyüz edilerek sultalara-sultanlara-zalimlere ses çıkarmayan ve sadece ritüellerle yoğrulmuş ve de detaylandırılmış bir işleve indirgenmiştir.
Bu gerçeklikten yola çıkarak maalesef binüçyüz yıldır ve de elan insanlar hegemonya sahipleri ve onların sadık elçileri olan bel’am’lar tarafından aldatılmakta-kandırılmakta ve yönlendirilmektedirler. İnsanlarla ilahi mesaj arasına ses ve görüntü geçirmeyen kalın duvarlar örülmüş ve örülmeye devam edilmektedir.
Örneğin, sorumsuzluğun, iradesizliğin, vurdumduymazlığın ve acziyetin adı kader telakki edilerek Allah’a ve vahye iftira atılmıştır. Emir sahiplerine itaatin olmazsa olmaz şartı olan Allah’a ve Resulüne kesin itaat vurgusu-emri (4/59) göz ardı edilerek insanlar arasında sürü psikolojisi inşa edilmiştir.
Vahyin, mübin olan (hem açık hem de açıklayan) anlaşılması kolaylaştırılmış, kendi kendini açıklayan/tefsir eden vasfı görmezlikten gelinerek, belli bir zümrenin ve ruhban sınıfının tekeline bırakılmıştır, ürettikleri indi ve menfaatlerine dönük çarpık çıkarımlarla dini ‘religion’ inanç ve ritüellerden ibaret bir konuma indirgemişlerdir. Yani toplumsal hayata müdahale etmeyen, hayat projesi önermeyen/emretmeyen, kalplerde ve bireysellikle yaşanılmasına mahkûm edilen ve bundan dolayı da zalimleri asla rahatsız etmeyen bir işleve indirgenmiştir.
Oysa vahiy, her okuyanın kendi kafasına, çıkarlarına, beklentilerine, sahip oldukları çarpık düşünceleri destekleyen bir nesne olarak görülen kapalı ve sündürülebilir bir kitap değil, bilakis ilahi muradı taşıyan apaçık ilahi bir hitaptır-beyandır. Hayatın her alanına dair kıstaslar/ölçüler koyan, kalkış noktası değişmeyen-değiştirilemeyecek olan formülasyonlar, ana ilkeler (kırmızıçizgiler-hudutlar) vaaz eden kapsayıcı-kuşatıcı ve bütüncüldür. Doğruyu yanlıştan (hak ile batılı) ayıran Furkan’dır. (25/1)
Vahiy, düşünsel ve eylemsel olarak hayatın tümünü kuşatan bireysel-toplumsal bütün yönelişlere dönük kıstaslar vaaz eden ve buna uyulduğu takdirde de adaletle, onurla, izzetle yaşanılabileceğini ve ebedi hayatın da kurtulacağını bildirmektedir. Vahye rağmen üretilen beşeri hiçbir yönelişin adalet getirmeyeceği, nefislerden ve indi çıkarımlardan adalet üretilemeyeceğini beyan etmektedir.
Beklenti, çıkar, kayırma, korkma, istikbal endişesi, ego, yanılma, şaşırma, unutma, tekâmül zorunluluğu/ihtiyacı, zafiyet, kin-nefret, acziyet, mutlak ilimden yoksun olma, gaybı bilememe, hayatın tümünü görememe-okuyamama, duyguları kontrol edememe, imtihanı gereği fücur ve takvayı aynı bünyede taşıma, ölümlü ‘fani’ olma, kısaca ‘haza’ beşer olan insanın sahip olduğu-olamadığı donanımlarla vahye rağmen ve onu yok sayarak ürettiği-üreteceği her ne varsa zulüm üretmektedir ve hüsranlığa gitmektedir-götürmektedir.
Yeryüzü ve onun akıllı/iradeli/sorumlu sakinleri olan insanlığın yaşadığı ifsad-zulüm-vahşet-sömürü-adaletsizlik ve bozuluş hep vahye rağmen üretimlerin kaçınılmaz sonucudur. Davetin öncü/öncelikli konusu vahiy ve onun inşa ettiği ‘tevhid dini’dir. Bunu da Rabbimizin seçimiyle-yönlendirmesiyle insanlara ulaştıran insan/beşer olan elçilerdir. Bu dine iman edenler hem davetin konusuna hem de davetin biçimini/dilini icra eden-örneklendiren nebilerin sünnetine/yoluna tabi olmak durumundadırlar.
Davetin konusu, öncelikleri, aşamaları ve davete muhatap olanların konumu ve algı seviyeleri bir bütün olarak görülüp idrak edilerek davetçinin titizlikle görevini yerine getirmesi, davet ettiğine titizlikle önce kendisi sadakat göstererek ve şahsında örneklendirerek davetini temsil etmesi gerekmektedir. Temsil edilmeyen hiçbir davetin muhatabında makes bulması söz konusu değildir.
Davetçinin amacı-hedefi Rabbin rızasını gözetmek ve bedeli-sonucu-getirisi-götürüsü ne olursa olsun bu kalkış noktasına asla gölge düşürmemesi ve bütün aidiyetini-beklentisini Allah’a ve O’ndan gelecek olan takdire-ikrama-rızaya-hayra muhtaç olduğunun bilinciyle hareket etmesidir.
Davetçinin derdi-tasası-sorumluluğu (hadi ‘hidayet edici’ olanın Allah olduğuna iman ederek) ’emri bil maruf nehyi anilmünker’ yükümlülüğünü en güzel bir şekilde yerine getirmesidir. "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir’’ 16/NAHL/125
Davete muhatap olanlardan umut kesilmemesi, davetin zaman, zemin, ortam ve muhatabın konumuna, algılama seviyesine göre en uygun bir biçimde yapılması öğütlenmektedir. Muhatabın anlayabileceği bir dilin/seviyenin kullanılması ve nezaketle, hikmetle öğüt verilmesi istenmektedir. Aslolan ötekileştirmek, uzaklaştırmak, zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak, kazanmak ve kucaklamaktır.
"Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.’’ 5/MAİDE/6
Tabi olduğumuz dinin anlaşılabilir-yaşanabilir, güç yetirebilir bir din olduğunu içselleştirerek ve asla Allah’ın çizdiği hudutları/sınırları genişletme/artırma veya eksiltme/daraltma hadsizliğine düşmeden insanlara daveti götürmek ve cehd etmektir.
'‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır’' emri Hz. Nebi’nin şahsında bütün mü’min davetçilere verilen bir emirdir, usuldür. Hikmetli ve güzel öğütle davette bulunabilmek için vahyi okumak ve nebiyi takip etmek zorundayız. Hikmetli ve güzel sözlerle yapılan öğütlerin ve nezaketle yapılan davetlerin, muhatapların ruhlarına-gönüllerine hitap ettiği unutulmamalıdır.
"Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır.’’ 14/İBRAHİM/24..26
Rabbimizin güzel sözlerini-mesajlarını insanlara hatırlatırken ve bu güzelliklerin insanlara ulaşmasında vesile olacak olan bir mü’minin kullanacağı dil de güzel ve anlaşılır bir dil olmalıdır. Rahman’ı ve vaaz ettiği dini tanımayan bir kişiye İslami davet götürülürken takip edilmesi gereken zaman, zemin, ortam, muhatabın konumu ve algı seviyesine göre kullanılacak dil ve sıralamaya dikkat edilmezse, davete muhatap olan kişinin bu dini doğru anlamamasına, sırt çevirmesine, uzaklaşmasına neden olmak gibi bir vebali-sorumluluğu göz ardı etmemeliyiz. Davetçi, mesajı hassasiyetle temsil edendir, muhataplar nezdinde davetin-mesajın reddi asla DAVETÇİNİN KİŞİSEL ZAAFLARINDAN, KURUNTULARINDAN, KABA/SERT/SOĞUK MUAMELESİNDEN, İTİCİ-GEREKSİZ-YANLIŞ-ZAMANSIZ-USLUBUNDAN kaynaklı değil, mesajın-davetin konusundan-içeriğinden kaynaklı olmasına hassasiyetle özen gösterendir. Yani davetin reddi davetçiden değil davetin konusundan olmalıdır. Tıpkı nebileri reddedenlerin kaygısının nebilerin örnek/muhteşem kimliklerinden değil de getirdiği hayata müdahale eden dinden olması gibi.
Davet konusunun sıralamasına örnek olsun için İslam’ı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü, toprağa tutunan kısmı sırasıyla akidedir/imandır, bu da Tevhid’dir, Allah’tan başka ilah olmadığına iman etmektir, nübüvvettir, maaddır, adalettir. Ağacın gövdesi de emir ve yasaklardır (farzlardır ve sakınılması gereken mutlak haramlardır), dalları ve yaprakları da nafileler, müstahaplar ve sakınılmasında fayda olan mekruhlardır. İslam’ı bilmeyen-tanımayan bir kişiye bu ağacın dallarından, yapraklarından başlayarak din anlatılmaz, çünkü dalların-yaprakların yeşerebilmesi için ağacın köküyle toprağa temas etmesi ve bu temastan sağlanan hayatla-canlılıkla dallara-yapraklara sirayet etmesi mümkün olabilsin. Dinin emir ve yasaklarını isteyerek-severek yapabilmenin ve daha da önemlisi emir ve yasakların uyulmasının anlam kazanabilmesi için, ağacın köküne toprağa tutunan kısmına yani şeriksiz/ortaksız bir akidenin/imanın oluşması gerekmektedir.
Örneğin, Rus çarını İslam’a davet ederken önce İslam’ın içki yasağından başlayarak davet edilmesi ve içkiyle yatıp kalkan Rus çarının bu daveti hemen ve şiddetle reddetmesi gibi.
Daveti götüreceğimiz muhataba önce bu dinin akidesi anlatılacak ki, kabul edilen bu akideyle kulluğun yerine getirilmesi hem anlamlı hem de kolay olabilsin. Uyulan emir ve nehiylerin ya da yolun/dinin nasılından önce nedeniyle başlamak (namazın nasıl kılınacağından önce namazın neden kılınacağı, infakın nasıl yapılacağından önce neden yapılacağı, tesettürün nasıl olacağından önce neden olması gerektiği v.b.)vahyin ve onu şahıslarında örneklendiren nebilerin usulüdür.
Davetçilerin önderi-örneği-rehberi olan nebilerin ortak özelliği-kimliği-kişiliği EMİN olmaları ve davetlerine karşı hiçbir dünyevi/ücret beklememeleridir.
Davetçinin sorumluluğu ve olmazsa olmaz vasfı olan emin/güvenilir bir kimlikle ve dosdoğru duruşuyla adaletin, izzetin, şerefin, erdemin, onurun, dünya ve ahirette felahın yegâne adresi olan ilahi öğretiye hikmetle ve güzel bir öğütle insanları çağırmak-davet etmektir.
Davet hatırlatmadır, (Kur'an'a davet aslında kişiyi kendisine fıtratına davettir, çünkü Müslüman olmak kendine gelmektir) öğüt vermektir, öğüt vermenin-hatırlatmanın yarar sağlayacaksa ya da yararlanmak isteyenlerin öncelenmesine dönük ilahi ikazla yapılan bir usuldür."Şu halde, eğer 'öğüt ve hatırlatma' bir yarar sağlayacaksa, 'öğüt verip hatırlat.’’ 87/A’LA/9
"Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın.’’ 88/ĞAŞİYE/21
"Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.’’ 51/ZARİYAT/55
"Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver.’’ 50/KAF/45
"Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azap vardır.’’ 6/EN’AM/70
Yaratılış gayesini-gerçeğini, hayatı, ölümü, tekrar dirilişi ve yapıp-ettiklerimizden dolayı mutlaka hesaba çekileceğimizi bütün nebiler bıkmadan usanmadan hatırlatmaktadırlar. Bu hatırlatmalara rağmen ayak direten inatçı inkârcıları da kendi hallerine bırakılması gerektiğini vahiy bildirmektedir. 6/70 ayetinde bırak ve hatırlat emirleri birlikte geçmektedir. Çünkü ‘hatırlat’ emrine (davetine) muhatap olmamış hiçbir kimse ‘bırak’ emrine muhatap kılınmamıştır. ‘Bırak’ emrine muhatap kılınanların, kendilerini müstağni gören, elçilerin bıkmadan-usanmadan hatırlatmalarına rağmen ayak direten inatçı inkârcılar olduğu ve artık hatırlatmaların onlara fayda vermeyeceği beyan edilmektedir.
"Surat astı ve yüz çevirdi; Kendisine o kör geldi diye. Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak? Veya öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak. Fakat kendini müstağni gören (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını sanan) ise, İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya’ çalışıyorsun. Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne? Ama koşarak sana gelen ise, Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır; Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun. Hayır; çünkü o (Kur'an), bir öğüttür. Artık dileyen, onu 'düşünüp-öğüt alsın.'’ 80/ABESE/1….12
Hz. Resulullah (a.s.) Kureyş’in ileri gelenlerinden bir topluluğa İslam’ı tebliğ ederken yanına ağma olan İbn Ümmü Mektum gelir ve Hz. Nebi’nin meşguliyetinden habersiz olarak Allah’ın bildirdiği ilahi vahyi kendisine anlatmasını ister. Hz. Nebi inatçı inkârcılarla meşgul olduğu için İbn Mektum’a suratını asar ve yüzünü çevirir. İşte bu ayetler vahyedilerek Hz. Nebi ikaz edilerek uyarılır.
Ve sonraları Hz. Nebi İbn Ümmü Mektum’u her gördüğünde, ‘’Gel ey Rabbimin kendisi yüzünden beni azarladığı adam’’ diye karşıladığı rivayet edilmektedir.
Bu uyarı Hz. Nebi’nin şahsında bütün iman edenlere kıyamete kadar yapılan bir uyarıdır, davet usulüdür.
Hatırlatmada ve öğüt vermede öncelik sırası muhatabın sınıfı-konumu ve toplum içindeki payesi değil, öncelik sırası arınmak isteyen, öğüt almak isteyen, ahiret endişesiyle korkan/sakınan kişilere aittir.
Kendilerini müstağni gören inatçı inkârcıların toplum içindeki payeleri ne olursa olsun kurtuluş trenine binmedeki öncelik ve birinci sınıf yolcular ağma da olsa, fakir de olsa, tanınmayan köşede kalmış biri de olsa birinci sınıf yolcular ve Allah’ın değer verdiği-önemsediği-sevdiği ve razı olacağı yolcular, arınmak isteyen, öğüt almak isteyen bu yolculardır.
Rabbimizin indinde/nezdinde, çöp toplayarak rızkı peşinde koşan, dağda çobanlık yapan, sırtındaki elbisede onlarca yama bulunan, yalınayaklı ama arınmak isteyen-arınan bir kul/insan en değerli-en aziz-en şerefli-en üstün insandır. Yalın ayaklı arınmak isteyen bir insanla, kendini müstağni gören (kıralların/sultanların-iktidar ve güç sahiplerinin) iki ayaklı insan müsveddesi olan mahlûkların kıyası bile mümkün değildir.
İşte Rahman’ın değer verdikleri olan arınmak isteyen-öğüt almak isteyen insanlar, Rahman’a iman eden biz mü’minlerin de değer vermesi gereken ve daveti götürürken öncelememiz gereken öğüt almak isteyen insanlar olmalıdır. İnsanların değer yargıları değil vahyin değer yargıları öncelenmelidir.
İnsanların değer yargılarında sınıf-ırk-renk-aşiret-güç-zenginlik-soysop-cinsiyet ve benzeri öncelemeler olurken, Rabbimizin öncelediği insan için üstünlüğün yegâne adresinin arınarak ulaşılan sorumluluk bilinci ‘takva’ olduğudur.
Hatırlatmak ve öğüt vermek fayda verecekse öğüt ver, çünkü zaman akıp gitmektedir ve kurtuluş trenine arınmak isteyenler, sakınanlar, kendini-yaratılış gayesini-gerçeğini sorgulayanlar, soru sorma zahmetine katlananlar, sorularının ardı sıra koşanlar, akledenler-düşünenler binebileceklerdir ve davette öncelik öğüt almak isteyenlerindir.
Davete muhatap olanlar İslam’ı bütünüyle bilmeyenler-tanımayanlar-reddedenler olduğu gibi kendilerini İslam’a nisbet ederek kendi algılarına-kabullerine göre bariz emir ve nehiyleri de yerine getiren fakat vahiyle örtüşmeyen düşünsel ve eylemsel yönelişlerde bulunan/bulunabilen, bilgisizlik ya da yanlış bilgilerle-yönlendirmelerle hayatlarını sürdüren ve kendilerini ümmeti-Muhammed olarak adlandıran büyük bir çoğunluk vardır. Özelde yaşadığımız coğrafyada genelde "İslam ülkelerinde’’ ve bütün yeryüzünde kendilerini aidiyet olarak İslam dininden yana tanımlayanlar dünya nüfusunun dörtte birini oluşturmaktadır.
Bu coğrafyanın sakinleri olarak daveti götüreceğimiz muhatapları ve düşünsel serüvenlerini-yönelişlerini-etkileşimlerini bilmek-tanımak zorundayız…
Davete mıuhatap olanların algı seviyesi, etkileşimleri, yönelişlerindeki kasıtlar (kalkış noktaları), zihinsel serüvenleri, bulundukları ortamlar, doğru bilgiye ulaşamamaları ya da yanlış bilgilerle karşılaşmaları, tabi oldukları öncülerin din adına yanlış yönlendirmeleri, geleneğin-kültürün ve modernitenin etkileri bütün bunlar, ister kişilere dönük olsun, ister toplumlara dönük olsun analizlerimizi-yorumlarımızı yaparken ve davette kullanacağımız dil açısından önemlidir.
Muhatapları ihanetle/satılmışlıkla/küfürle/şirkle suçlamadan-tanımlamadan önce yapmamız gereken şey, muhatapların doğru bilgilere ulaşıp-ulaşamadıklarını, söylemleriyle eylemlerinin uyuşup-uyuşmadığını, yöneldikleri şey yanlış bile olsa doğru zannettiklerinin bile arkasında dürüstçe/içtenlikle durup durmadıklarını, doğrulara açık ama henüz ulaşmamış-ulaşamamış olanları, amacı-hedefi Allah’ın rızası olmasına rağmen ve bu hedefe giderken bildikleriyle-bilebildikleriyle amel edenlerin, bilgisizlikten ya da yanlış bilgilerle karşılaşıp doğru yapıyorum kastıyla yanlış yapanların, ahiretini asla heba etmeyi göze almayan-alamayan ve almak istemeyen muhataplarla bunun tam tersi ahiretini hiç dikkate almayanların ve ahiret gibi derdi-tasası olmayanların arasını tefrik etmemiz gerekmektedir.
Samimiyetle ahiretini kurtarmak isteyen ve bu uğurda cehd eden, arayış içinde olanlarla, ahireti göz ardı eden ve hevalarını ilah edinenleri bir tutmak adaletsizliktir. Niyetleri/kasıtları yok/hiç saymaktır. Hayatı boyunca namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, haramlardan şiddetle sakınan, Allah anıldığı zaman içleri titreyen, Allah’ı razı edebilmek için arayış içinde olan, hak gerçeklerle karşılaştığında yanlıştan hızla uzaklaşanlarla, bunun tam tersi vurdumduymaz, samimiyetsiz, çok yüzlü ve pragmatist olanları, bütünüyle dünyayı önceleyen tek dünyalılarla ve hakkı/doğruyu bulma noktasında arayıştan uzak olanları aynı kefeye koymayan bir davet dilini/söylemini geliştirmeliyiz.
Amacımız ve yükümlülüğümüz insanları Rabbimizin pak dinine davettir, bize düşen vahyin kılavuzluğunda ince eleyip sık dokumaktır.Özetle; Davetçilerin titizlikle davranmaları gerekmektedir.
Hikmetle ve güzel bir öğütle Rabbinin yoluna davet,
Nezaketli-yumuşak bir dil kullanılarak yapılan davet,
Nefret ettirmeyen-zorlaştırmayan, kolaylaştıran-sevdiren davet,
Boş konuşmayan boşluğu dolduran davet,
Marufu (ortak iyiyi, vahye gölge düşürmeyen davranışları) destekleyen davet,
Muhatabın algı seviyesine dikkat edilerek yapılan davet,
Buyurgan bir edayla değil, ikramla-merhametle yapılan davet,
Her türlü soruya açık olan ve sorumlulukla cevaplayan davet,
Her ortama-konuma-bireye-topluluğa neyi önceleyerek yaklaşacağını bilen davetçiler tarafından yapılan davet,
Kulları kalas gibi görmeyip farklılıkları farklı etkilenebilmeleri dikkate alınarak yapılan davet,
Bir kişinin kurtuluşuna vesile olmanın bütün insanlığın kurtuluşu gibi görerek yapılan davet,
Bütün nebilerin hayatın içindeki karşılıklarının özde aynı fakat imtihan çeşitliliği açısından farklı olduğunu ve hiçbir kişinin ya da toplumun bundan ayrı düşünülemiyeceği gerçeği dikkate alınılarak yapılan davet, (kıssaların-mesellerin kullanılması)
Aldırmayanın savaş açandan daha zorlu-kötü olduğu bilinciyle yapılan davet,
Tedricilik-aşamalılık-zamana yaymak gibi ilahi hitabın inşa ettiği usulü dikkate alarak yapılan davet,
Süreklilik-devamlılık-ısrar-tekrar bilinciyle yapılan davet,
Ortak noktalar dikkate alınarak yapılan davet,
Eski/eskiyebilen gelenek diliyle değil, her daim diri-yeni-eskimeyen vahyin dilini önceleyerek yapılan davet,
Kur’an’ın uslubunda olduğu gibi soru-cevap şeklinde yapılan davet,
Karşılaştırmalı-mukayeseli yapılan davet,
Çocuk-genç-yaşlı demeden değer verildiği ve dikkate alındığı hissettirilerek yapılan davet,
Merhamet dili kapı aralamaktır, kapı aralanmadan içeri girilmez.''Kur'an'a davet'' sorumluluğumuzdur-yükümlülüğümüzdür.
Müslümanın şiarı, yaşadığı toplumda güvenilir-sözünün eri, ticari alış-verişlerde, sosyal hayatın her alanında yalan söylemeyen, asla aldatmayan, emanete ihanet etmeyen, davet ettiği değerleri titizlikle önce kendisi kuşanan, en sevdikleri anne-baba-evlat-yakın akraba ve dostlarının aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutmaktan ve adaleti savunmaktan asla geri durmayan, insani ilişkilerinde nezaketli olan, insanlara mahçup ve muhtaç olmamanın mücadelesini veren bir kişiliği-kimliği kuşanmaktır.