Ömer İSLAM
22 Nisan 2008
TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE MÜSLÜMANLAR
Modern hayat tarzı, dünyayı dolayısıyla insanlığı öylesine kuşatmış ki, çoğu insanın hayatı doyumsuz bir kazanma ve tüketme çabası ile geçip gidiyor.
İnsanlar eğer başarılı, gelişmiş, uygar olmak istiyorlarsa böyle yaşamaları gerektiğine inandırılmış durumda. Bu yanıltıcı gerçeği bir öykü ile anlatalım:
Amerikalı bir işadamı, seyahati sırasında küçük bir Meksika kasabasına uğrar. Limanda, balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Yanına yaklaşır ve sorar, “Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı ?”
Balıkçı, tümünü iki-üç saate yakaladığını söyler. İşadamı niçin daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler.
Amerikalı, merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. Balıkçı anlatır, “Sabah erkenden balığa çıkarım. gelince çocuklarımla oynarım, öğleyin de biraz uyurum. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp, eğleniriz.”
Amerikalı gerinerek, “Ben Harvard’dan mezunum, sana yardım edebilirim. Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa surede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balıkları aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip Mexico City’ye, daha sonra holdingini genişletebileceğin New York’a yerleşirsin. Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın! Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!”
Balıkçı düşünceli vaziyette sorar, “Peki bayım, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır?” Amerikalı cevaplar, “20 yıl kadar” Meksikalı, “Eee…sonra bayım?”
Amerikalı, “Ondan sonra emekli olursun. Küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarla oynayacak, öğleyin uyuyabilecek zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla gitar çalar eğlenirsin. Nasıl, mükemmel değil mi?” Meksikalı başını sallamış: -İyi güzel de, zaten ben şimdi onları yapmıyor muyum? 20 yıl neden bekleyeyim.
Batılı hayat tarzı, tüm insanları kendi gibi düşünmeye, kendi gibi hissetmeye, inanmaya ve kendi gibi yaşamaya zorluyor.
Bunu 500 yıl önce işgal ederek, sömürerek ve katlederek başlattı. Sonra öyle bir sistem kurdu ki, insanlığın ulaşmış olduğu en ideal yaşam tarzının bu olduğu yalanına tüm dünyayı inandırdı.
Şimdi bunu nasıl başardığını anlatmaya çalışacağız. Ve hayatımızın her dakikasında bizleri kuşatan, varoluş amacımızdan uzaklaştıran, bizleri yapay gündemlerle oyalayan bu yaşam tarzına karşı kendimizi ve çocuklarımızı korumanın ve alternatif geliştirmenin imkanları üzerinde duracağız.
Daha on yıl önce bir alışveriş için dükkanlara giren insanlar, müşteri iken artık “tüketici” oldu. Bu kavram, bir şey satın alan, harcayan, ihtiyaçlarını gideren anlamında kullanılmamaktadır. Tabi ki siz bu amaçlarla alışveriş yerlerine gidiyorsunuz ama sizlere bir şeyler satmak amacıyla ürünler üretenler, bu ürünleri pazarlayanlar size maalesef bu gözle bakmıyorlar artık.
Harcamak, bitirmek anlamında olan tüketim, bir dünya görüşü haline getirildiğinde; karşısına ne çıkarsa tüketen, yok eden, bozan, zulmeden bir insan tipi oluşturdu.
Karşısında ne varsa sorumsuzca ve iştahla tüketen bir insan. Bilgi, insan, değerler, yaşam, nimetler, dostlar, doğa.. vb her şey kişisel çıkarlar ve anlık zevkler için harcanır hale geldi. Herkesin, her şeyin bir fiyatı vardı artık.
Tarihin her döneminde bu tip insanlar ve topluluklar oldu şüphesiz. Kuran’ın 2/3 ‘si geçmişte yaratılış amaçlarının dışına çıkarak haddi aşan toplumları anlatır bize ibret olsunlar diye. Ama bu yüzyılda insanlığın tümünü saran bir virüs gibi yayıldı bu kültür.
Şimdi, insanlık bu hale nasıl geldi ona bakalım.
1500’lerde Batı Avrupa özelde İspanyollar ve Portekizliler, sonra İngilizler, keşfederek istila ettikleri bütün Amerika kıtasındaki kıymetli madenleri köle yaptıkları yerlileri çalıştırarak Avrupaya taşıdılar.
Avrupalılar, kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan kuzey, orta ve güney Amerika halklarını sistematik şekilde katlettiler.
Avrupalılar, kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan kuzey, orta ve güney Amerika halklarını sistematik şekilde katlettiler.
Sadece İspanyollar tarafından işletilen Bolivya'daki gümüş madenlerinde 1650 yılına kadar geçen dönemde yaklaşık 8 milyon yerli öldürüldü. Meksika'daki 'yerli halkın' nüfusu yüzde 90 oranında azalarak 25 milyondan 1.5 milyona düştü, aynı şekilde Peru'daki yerli nüfusu da yüzde 95 oranında azalarak yok olmanın sınırına yaklaştı.
İşte bu aşamada 'atlantik üçgeni' denilen ticari ağ oluştu. Avrupa'da üretilen sanayi malları gemilere yüklenip Afrika'ya, afrikalı köleler Amerika'ya, Amerika'nın madenleri ve şekeri de Avrupa'ya taşınıyordu.
1700’ler İngiliz, Fransız ve Hollandalıların dünyanın geri kalanındaki bir çok bölgeyi sömürgeleştirdikleri bir yüzyıl olmuştu.
1700’ler, batı avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı.
1700’ler, batı avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı.
Devlet destekli teknik gelişme hızlanmıştı. Bu yüzyıl, ticari ve askeri girişimleri destekleyen ve onlarla bağlantılı olarak gelişen "bilimsel devrimler" çağıydı.
Yine 1800'lü yıllarda İngiltere, etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'ın içi boşaltıldıkça İngiliz imparatorluğu da şişiyordu.
Büyük kapitalist işletmeler, sömürgelerden ucuz hammadde sağlıyor, üretim yapıyor ve dünyanın her yerine ihraç ediyordu.
Fakat İngiltere yalnız değildi. Fransa , Almanya,ve Abd'de hızla gelişiyordu ve pazar kavgası kızışıyordu.
Yine 1800'lü yıllarda İngiltere, etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'ın içi boşaltıldıkça İngiliz imparatorluğu da şişiyordu.
Büyük kapitalist işletmeler, sömürgelerden ucuz hammadde sağlıyor, üretim yapıyor ve dünyanın her yerine ihraç ediyordu.
Fakat İngiltere yalnız değildi. Fransa , Almanya,ve Abd'de hızla gelişiyordu ve pazar kavgası kızışıyordu.
1800'lerde, sömürgeci emperyalist ülkelerin doğrudan veya 'yarı-sömürgesi' olmayan bir dünya ülkesi hemen hemen kalmadı. İngilizler Güney Asya'ya (Filipinler,Y.Zelanda, Avusturalya) Fransızlar Hindi Çini'ne, Hollandalılar Doğu hint adalarına , Rusya kuzeyde sibirya, doğuda orta asya'ya doğru yayılmasını sürdürdü. Afrika (osmanlı imparatorluğunun biçimsel hakimiyeti altındaki sınırlı bölgeler dışında) Fransızlar, İngilizler ve belçikalılar tarafından paylaşıldı. orta ve Güney amerika önce İngilizlerin, arkasından da abd'nin sömürgesi durumuna geldi. Osmanlı toprakları da emperyalist batı'nın bir yarı-sömürgesi haline geldi.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşti. nitekim, 1800 yılında 'zengin ülkelerle' 'yoksul ülkeler' arasındaki fark (1'e 2) iken, şimdilerde (1'e 60)'tır. bu fark hızla büyümeye devam etmektedir.
Dünyanın batı avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması, kültürlerinin tahrip edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunuldu...
1900’lere gelindiğinde, kapitalist işletmelerin ölçeği büyüdü, karteller, tröstler biçimindeki büyük tekeller dünya pazarında etkinliklerini artırdılar.
Dünya, emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı ama pastadan pay alamayan 'yeni gelişen güçler'de (Almanya, Japonya) 'paylaşılanı yeniden paylaşmayı' dayatıyorlardı. Bu da dünya savaşlarının çıkmasına sebeb oldu.
Küreselliğin öncülüğünü büyük birkaç yüz dev şirket yapmaktadır. Ford’un ekonomisi Suudi Arabistan ve Norveç’inkinden büyüktür. Philiph Morris’in yıllık satışları Türkiye dahil bir çok ülkenin gelirinden kat kat fazladır.
Bu kurumlar, dünyayı kapsayan teknikler bularak herhangi bir yerde üretilip herhangi bir yerde satılabilecek ürünler geliştirerek, kredilerini dünyanın her yerine yayıp, her mahalle ve köye ulaşarak, 21. yy’da dünya imparatorlukları haline geldiler.
Ve artık şirketler; hükümetleri, kendi çıkarlarına uygun politikalar üretmeye zorlamaktadırlar.
Üstüne üstlük, her şeye rağmen kar etmek, ne olursa olsun kazanmak arzusu ile yeryüzünün güzelliklerini yoketmeye başlamış ve ekolojik dengeyi tahrip etmişlerdir. denizler kirletilmiş, hayvanlar ve bitkiler zehirli atıklarla öldürülür olmuş, ormanlar pervasızca yağmalanmış, çevre kirliliği yaşamı tehdit etme noktasına gelmiştir.
Dev şirketler fabrikalarından çıkan kimyasal zehirli atıkları gelişmemiş ülkelere, özellikle Afrika ülkelerinin topraklarına atmaktadırlar. Bugün karşı karşıya olduğumuz çevresel felaketler, Afrika’daki açlık, Irak işgali, Filistin’de yaşanan zulüm tüm bunlar tamamen batılı değerlerin ve batılı yaşam tarzının insanlığa bir armağanıdır.
Kapitalizm, serbest piyasa sistemi ile kendi içinde sürekli yenilenen, güçlenen bir yapıya sahiptir. Bu canlılık, kapitalist sistem için tek yaşama yoludur. İnsanlar tecihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıklarında kapitalizmin sonu gelmiş demektir.
Bu nedenle kapitalistler, bu canlılığı sürekli diri tutmanın çabasındadırlar. Bunu da medyayı kullanarak “reklam” ile yapmaktadırlar.
Ortalama bir ailenin günlük ihtiyaçları 150 kalem ürünle karşılanırken sunulan üretimler 40 bin kaleme ulaşmıştır.
Pazarlama taktiklerinin asıl amacı, tüketiciyi ürünün niteliğinden ambalajına, gerekliliğinden imajına yöneltmektir.
Medya, tüketim kültürüne “özendirme görevi ile katkı” sağlar. Günümüzün önemli pazarlamacılarından Jack Trout:
“İnsanlar çoğunlukla gerçekte kendilerini yönlendiren güdüleri bilmiyorlar. Deneyimlerime dayanarak diyebilirim ki, insanlar ne istediklerini bilemezler. Öyleyse onlara neden soralım ki. İnsanlar çoğunlukla almaları gerektiğine inandırdığımız şeyleri alırlar. Onlar bir ölçüde sürüye kapılıp giden koyunlara benzerler….”
Dolayısıyla medya “duygularımıza” yön verir. Çünkü gerçek reklamcılık, “benim şu özelliklerdeki ürünümü al” demekten ziyade, “bu ürün sana şu deneyimi yaşatacaktır./ Seni şu zümrenin mensubu yapacaktır.” duygusunu hissettirmektedir.
Maruz kaldığımız reklamlar, sanki “sevginin, aşkın, güvenin, cesaretin, özgüvenin” bir sembolüymüş gibi kendilerini bize sunarlar.
Reklamların, toplumun duygu dünyasında yaptığı çarpıcı etkiyi bir hikayeyle anlatalım:
Kalabalık bir caddede, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılı imiş. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Ve onunla ilgilenen, para veren kimse de yokmuş. Bir REKLAMCI bunu görmüş. Tabelayı almış üzerine bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa olmuş... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya para atmaya...
Onca kişiyi etkileyen ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına sebep olan o cümle şuymuş:
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM..."
Reklamcıların, bir başka taktiği de insanların taklit etme duygusunu kullanmalarıdır. Özenilen bir sanatçının bir ürünü kullanması o ürünü almanız için yeterli olabiliyorsa tüketim kölesi olmuşsunuz demektir.
Bir diğer taktikleri de, insanların çoğunluğa uyma yönelimlerine hitap etmektir. “Herkes alıyor ben niye almayayım. Herkes aldı ise bu ürün iyidir.” Yaklaşımı reklamlarda sıkça kullanılır. Yoğun bir reklam bombardımanı da sık kullanılan taktiklerdendir. Mesela, Coca Cola’nın bir reklamı bir günde 160 ülkede 560 milyon kez gösterilmektedir.
Yine topluma moral değerler olarak bol bol sunulan eğlence, belki de en fazla tüketilen ama tüketildikçe de etkisi artan bir metadır.
Farklılaşma tüketim kültürünün en önemli silahıdır. Her tabaka için belirli tüketim kalıpları oluşmuştur. Her tabakadan insan kuşatılır. Zenginler otomobil, müzayede, tenisten; yüksek kültürel sermayeye sahip olanlar galeri ziyaretlerinden, sanat festivallerinden, klasik müzikten; düşük seviyede olanlar ise futboldan, cipsten, koladan hoşlanır hale getirilmiştir.
Toplumun sinir uçlarını körelterek bir çok konuda duyarsızlaştırıp sürekli bir tüketici konumu yaratmak istenmektedir.
Reklamı yapılan bir çok şey insanın temel gereksinmelerinden çok uzaktır. Ekonomik durum ne olursa olsun insanlar lüks tüketime yönlendirilir.
Bir reklamcının bu konudaki görüşleri ilgi çekici.
“Reklamcıyım, Evet kainatı kirletiyorum. Asla sahip olamayacağınız o şeylerin hayalini kurduran benim. Zar zor biriktirdiğiniz paralarla, son kampanyamda itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önden gidiyorum ve her zaman sizi hüsrana uğratmanın bir yolunu buluyorum. Cazibe, attığınız her adımda, sizden biraz daha uzaklaşan o masal ülkesinin adıdır. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı, hiçbir zaman yeni kalmamasıdır. Her zaman bir öncekini eskitecek yeni bir yenilik bulunuyor. Salyalarınızı akıtmak, işte benim kutsal görevim bu. Benim mesleğimde kimse huzurlu olmanızı istemez, çünkü huzurlu insanlar tüketmezler.” (Frêdêric Beigbeder)
Son yıllarda hızla hayatımıza giren ve hayatımızın olmazsa olmazı olan cep telefonları herhalde en güzel örnek olur. 20 YTL haftalık alan sanayi çıraklarının bile ellerinde 7oo YTL’lik telefon var artık. En yenisi veya en özelliklisini yakalama şansınız hiç yok. Tasarımcılar sizin 3 adım ötenizdeler. Her gün daha yeni modelleri piyasada .
Tüketim kültürü özünde bireyciliği barındırdığından, üretme ruhunu ve paylaşımcılığı körelterek toplumsallaşma ruhunu boğmaktadır.
Ve ortaya çıkan insan tipi; nemelazımcı, bencil, yalnız, mutsuz olduğu için eğlence merkezlerinin veya tv’nin bağımlısı, tekdüze, çevre ilişkileri zayıf, dostu, sırdaşı olmayan, güvenmeyen ve güvenilmeyen, bir kişilik.
Ve tabiî ki cinsellik. Cinsellik bir reklam aracı olarak sıkça kullanılarak toplumların hem ahlaki çöküşü hızlandırılmakta hem de bozulan, kokuşan topluma uygun yeni ürünler pazarlanmaktadır.
Ve tabiî ki cinsellik. Cinsellik bir reklam aracı olarak sıkça kullanılarak toplumların hem ahlaki çöküşü hızlandırılmakta hem de bozulan, kokuşan topluma uygun yeni ürünler pazarlanmaktadır.
Ne Yapabiliriz:
Alışverişine bir anlam, ahlak ve sorumluluk bilinci yükleyen kişi, kendisine sunulan ürünü dikkatlice inceleyecek ve kandırmacalara boyun eğmeyecektir. Alışverişini bilinçli tercihlere dayandıracaktır. Bugün gerek gıda maddelerindeki gerekse diğer ürünlerdeki kullanılan malzemelerin insan sağlığına etkilerini inceleyen araştırmalar giderek yaygınlaşmaktadır. Bunlar takip edilerek alışverişlerimizde daha bilinçli davranılabilir.
Bize dayatılan, ideal gibi gösterilen tüketim alışkanlıklarına karşı “almıyorum” diyebilmeliyiz. Bir ürünü almamanın, bir markayı reddetmenin ötesinde bir hayat tarzını reddetmeliyiz. Ayrıca bugün Amerikanın ve İsrail’in işgalci ve zalim politikalarını destekleyen uluslarası firmaların ürünlerini boykot etmek bize bir muhalif duruş kazandıracaktır.
Daha önce demiştik ki: İnsanlar, tercihlerini daha az seçeneğin üzerinde yapmaya başladıklarında kapitalizmin sonu gelmiş demektir.
Her önümüze geleni almazsak seçersek, eskiyene kadar kullanırsak, tamir edersek, paylaşırsak bu sistemin kökünü dinamitlemeye başlamış oluruz.
En azından kalbimizi, ruhumuzu tüketim kültürünün yozlaştırıcı etkisinden uzaklaştırmış oluruz.
Bizler Müslüman olarak, dünyanın geçici ama aynı zamanda önemli olduğunun bilincinde olmalıyız. Unutmamalıyız ki, ebedi olan ahiret yurdundaki durumumuzu bu dünyadaki tercihlerimiz belirleyecektir.
Bu dünyada, Rabbimizin bizden istediği yaşam tarzını anlattığı Kuran’ı okuyup anlamaya çalışır, hayatımızı onunla tanzim edersek, insanlarla bunu paylaşırsak ve Rabbimizin imtihanı olarak karşımıza çıkardığı sorunlara sabredersek, O’nu razı ederek kurtuluşa erenlerden oluruz inşaallah.