Serdar EFE
“VAY MUBAREK” MANTIĞINDAN “HADSİZ ELEŞTİRİ”YE
-Benim şeyhim insanın aklından geçeni biliyor.
-Vay mubarek!
-Benim hocam sabah namazını Mekke’de, öğleyi Mescid-i Aksa’da kılıyor.
-Vay mubarek!
-Benim üstadım hiç hata yapmaz, benim hocaefendim sürekli Rasulullah’la istişare ediyor.
-Vay mubarek vay!!!
Bu “mubarekleri” abartma işi gele gele buralara kadar geldi. Bazı kesimlerce adeta dinin kaynağı olarak görülen zatlar “gaybı biliyorum” diyorlarsa elbette doğruydu! Zaman ve mekan üstü olduklarını iddia ediyorlarsa haklıydılar! Hatasız oldukları aşikardı, çünkü biz onların hata yaptığını hiç görmemiştik! Vefat etmiş olan ve diğer tüm ölenler gibi hesap gününü bekleyen Rasulle görüştüklerini söylüyorlarsa inanacaktık. Bütün bunlar Kur’an’a aykırıymış, kimin umurunda. Daha doğrusu kim farkında. Zaten Kur’an’ı da “Mubarekler”in anlattığı kadar biliyorken nasıl olur da eleştirebilirdik onları. Hem bunlar işin Kur’an, kitap boyutunu çoktaaan aşmışlar. Doğrudan Allah ve Elçisiyle bağlantı kuruyorlar. Gözlerinin içine bile bakamadığımız, aklımızdan geçenleri bildiklerinden emin olup, karşılarında el pençe divan durduğumuz bu zatlar bize ahiret garantisi de veriyorlardı ki başka ne isterdik. Onların şefaatleriyle doğrudan doğruya cennete!
Vay mubarekler vay!!!
Kur’an’la tanışıp, dini aracısız kavrayıp yaşayabileceğimizi fark ettiğimizde; bunların ipliği pazara, foyaları meydana çıkmıştı. Artık gözümüzde beş paralık değerleri kalmamıştı. Allah’ın apaçık ayetleriyle “mubarekler”in çoğunun kendilerini ve çevrelerini ateşe sürüklediğini anlıyor ve kulak verenlere anlatabiliyorduk artık. Gerçi “vay mubarek” mantığından insanları sıyırmak kolay değildi. İslam’a aykırı pek çok hareketlerini gösterseniz bile insanlar bu gördüklerinin “zahir” olduğunu iddia ediyorlardı. “Batın”da kim bilir bu mubarekler ne haldeydi (!). Onları içki sofrasında görseler bile, akıllarına kötü şeyler getirmemeliydiler. Verdikleri emirlere “ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi” bir teslimiyetle itaat etmeliydiler.
Her neyse… En azından bizler kazın ayağının böyle olmadığının farkındaydık. Bizim gibi düşünen insanlarla bir araya gelip Kur’an üzere cemaatler oluştururken biz böyle yapmayacaktık. Bizlerde “mutlak itaat” söz konusu bile olamazdı. Ne kadar bilgili olursa olsun, İslami mücadelede ne kadar eski olursa olsun biz iki kitap, üç ayet okuyunca allame olup onları kıyasıya eleştirebilirdik. Abisiz, üstadsız, hocasız bir cemaat… Lüküs hayat, oh ne rahat! Şeyhlerinin yanında ayakta bekleyen, otursa bile iki dizi üstüne oturanlara inat, biz, beraber Kur’an öğrendiğimiz büyüklerimizin yanında sırtımızın üstüne oturduk, yayıldıkça yayıldık. Geleneksel cemaatlerdekiler hocalarının gözlerine bakamıyorlardı ya, biz hocalarımızın gözlerini çıkartmaya çalıştık. Kimsenin görüşüne katılmak zorunda değildik, bizler farklıydık ya (!) her konuda kendi görüşlerimiz vardı ve her konuya muhalefet etmek zorundaydık.
Bütün bunları yaparken kendimizi Kur’an üzere sanıyorduk ama ne kadar tepkisel davrandığımızın, ne kadar kitaptan uzaklaştığımızın farkında değildik. Bizden fazla “bir bilen”in olabileceğini, konuşulan ortamda daha bilgili birisi varsa susmamızın hayırlı olacağını kavrayamadık. Kimselere söz hakkı vermeden atıldık ortaya. Bizden önde olanları eleştirirken yapıcı olmayı denemedik, “kör kadı, kör gözüne parmağım” oldu metodumuz. Bizden sonra gelenler, yani bizim öğrencilerimiz de bize aynı şeyi yaptılar.
Sonra da hep dert yandık: “Bize ne oluyor da, sayımız azıcık artınca hemen bölünüyoruz” diye. Körü körüne itaati reddederken, bizim asıl derdimiz “körü körüne” kısmıylaydı. Fakat nedense hep “itaat” ile uğraştık. Neye itaat ettiğini bilmeyen insanları değiştireceğiz derken, hiçbir şeye itaat etmeyen gruplar çıktı ortaya. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. İfrattan tefrite sıçradık. Gerçi bir kısım Müslümanlar Kur’an’a dönüşle birlikte eski alışkanlıklarını da bırakamadılar. “Hocamı eleştirmem ve eleştirtmem!” diyerek, Kur’an okuyan modern şeyhler ürettiler.
Orta yolda olmaktı beceremediğimiz. Kimseyi putlaştırmamalıydık, herkesin insan olduğunu, hata yapabileceğini bilmeliydik. Ama bu hataları saygılı, düzgün bir üslupla, delilleriyle götürmeliydik büyüklerimize. Onları bozmak, küçük düşürmek için değil, Allah rızası için uyarmalıydık. Vahye uygun işlerinde ise hoşumuza gitmese bile destek olmalı, hatta itaat etmeliydik. Eleştirilenler ise komplekse düşmeden eleştirileri kabullenmeli, hataları varsa kendilerini düzeltmeliydiler.
Bunlar ütopya mı diyorsunuz?
Zaten sorumluluktan kaçmanın kılıfı oldu her şeye “ütopya” demek.