Sistemin Tenceresinde Kaynayanlar
Şimdilerde Gazze’de yaşananlar, toplumda yazarlığı veya hatipliği ile bilinen ve iktidara geçmişte çokça destek veren birçok ismin şaşırma taklidi yapmasına veya beklenti yönetiminde kötü sınavlar vermesine neden oluyor… Önemli olan, sistemin tenceresinde kaynamadan çok önceleri bunu fark edebilmek ve hatta mümkünse o tencereye hiç girmemektir.
04-03-2024
Geçmiş zamandır, unutulmuş olabilir gerekçesi ile bir hatırlatma yaparak konumuza giriş yapalım. Abdurrahman Dilipak, iktidara gelişinden itibaren mevcut hükümeti uzun yıllar (bazı icraatlarına şerhler düşse de) desteklemiş ve iktidarın Türkiye’deki demokratik uygulamalarını takdir etmiş bir isimdi. Bu durum, ta ki Akit Gazetesindeki 27/07/2020 tarihli yazısında, Kadın ve Demokrasi Derneği yetkililerini ve pek çok kadını, Anavatan Partisi dönemindeki “papatyalar” oluşumuna benzetene kadar devam etti. 2017 yılından itibaren sistemin yapıcı(!) eleştirmenliğini yapmaya başlamış olsa da, toptan bir sistem eleştirisi veya ‘reddiye’ hiçbir zaman yayınlamadı Dilipak.
Tevhidi duruşunu bozmayan Müslüman çevrelerin yıllar önce görebildiği ‘İstanbul sözleşmesi’ tehlikesini çok sonralardan fark eden Dilipak’ın, doğrudan parti çevrelerini hedef alması ve safını netleştirmesi KADEM olayı ile başlamış oldu. Bunun hemen peşi sıra, Covid-19 salgın sürecindeki aşı karşıtlığı ve iklim değişikliği palavralarına karşı duruşu ile (sistem değil) iktidar muhalifliğini sürdürdü. Ama esasında halen kendisi, ‘sistem muhalifi’ bir isim değil.
İktidar muhalifliğine geçen bir başka isim de, -medyadan takip edenler bilecektir- Ahmet Taşgetiren olmuştu. Yıllar önce Ümraniye’deki bir konferansında yaptığı ‘demokrasi güzellemesi’ sonrası, Taşgetiren’e iktidar yanlısı duruşunu eleştiren bir soru yöneltildiğindeki cevabını keşke siz de duyabilseydiniz.
Şimdilerde Gazze’de yaşananlar, toplumda yazarlığı veya hatipliği ile bilinen ve iktidara geçmişte çokça destek veren birçok ismin şaşırma taklidi yapmasına veya beklenti yönetiminde kötü sınavlar vermesine neden oluyor. Bu isimlere bir yenisi daha eklendi. M. Emin Yıldırım, ‘Diriliş Buluşmaları’ isimli bir etkinlikte; “Biz Cumhurbaşkanı’nı ‘Kudüs Kırmızı çizgimizdir dediği için sevdik, Sisi’ye katil dediği için sevdik. Artık söz bitti” dedi. İnsanın ‘Geçmiş olsun beyefendi, atı alan Üsküdar’ı geçti’ veya ‘Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye!’ diyesi gelmiyor mu? Bu ismin yıllarca siyer çalışmaları ile meşhur olmuş birisi olduğuna inanmak gerçekten güç. Eğer ki Müslümanları aptal yerine koymak değilse bu, kesinlikle yazarlarımızın akıl baliğ(!) olup olmadıkları müphemlik kazanıyor. Zira akıl baliğ demek, aldığı karar ve verdiği sözlerin sorumluluğunu alan kişi demek ya hani…
Bu gibi çıkışlarla ‘nasıl olur da günah çıkarırım’ diye kıvranan ve (artık mızraklarının çuvala sığmadığı herkesçe malum hala gelmiş olan) iktidar ile saflarını ayrıştırmaya çalışan yazar/hatip kesimine sormak lazım; acaba iktidar şimdiye kadar Allah’ın hudutlarını aşacak bir şey yapmamış mıdır? Müslümanların ‘kırmızı çizgisi’ olması gereken başka bir konu daha bu güne kadar olmamış mıdır? Yoksa o konularda iktidar ile hemfikir mi olmuşlardır? Ya da neden ses çıkarmamışlardır. Mesela İstanbul sözleşmesini ilk imzalayan ülke olmamızın bu zat-ı muhteremin Cumhurbaşkanı sevgisi üzerinde bir etkisi nasıl olmamıştır? Allah’ın açıkça savaş ilanı kabul ettiği ‘faiz’ meselesine iktidarın bakışı, hüküm açısından ‘Kudüs’ kadar kıymetli değil midir? Peki sayın Yıldırım şimdiye kadar bütün bunlara, sadece reisi cumhur Sisi’ye ‘katil’ dediği için mi katlanmıştır? Bu söz ustalığı ile devlet başkanının durumu geçiştirmesi kendisine yetmiş midir? İklim sözleşmesiyle ‘ekinin ve neslin bozulması’, eğitim müfredatıyla toplumun sekülerleştirilmesi gibi konularda düşünen hatipler ve yazarlar için örnekler yok mudur?
Yukarıda verdiğimiz emsallerdeki öznelerinin içine düştüğü durum, “haşlanan kurbağa sendromunu”na kısmen benzetilebilir. Yani; CHP gibi Kemalist seküler bir ateşin içine atıldığında feryat figan içerisinde sisteme lânet edenler, ılık suda yavaş yavaş pişirildiklerini anlamamaktadır. Yukarıdaki saydığımız isimler, geç de olsa (sistemle değil) iktidar ile bağlarını koparabilmiş yazarlardır. -Sistemin İslam ile olan hasımlığını- içinde bulunduğu tencerenin içindeyken bir türlü anlamayanlara örnek ise, kendisini “medeniyet tasavvurcusu” olarak kabullendirmeye çalışan bir isim; Yusuf Kaplan’dır.
Kendisini seven kitlesi tarafından “ittebea’un ileyh” olan bu adamın canlı yayında “ilk defa burada söylüyorum, tarihi bir şey söylüyorum” diye yaptığı açıklamada, Gazze’den arayan ve kerameti kendinden menkul olan “cumhurbaşkanlığı” kod adlı muhatabının kendisine; “Şu an Gazze’deyiz” dediğini iddia etmesi, bir anda Kaplan’ı tepkilerin odağına yerleştirdi. Zira Gazze’de yaşlı kadın ve amcaların “Türkiye bizi şaşırttı. Nerede Kur’an okuyan adam?” diye feveran ettiklerini yakîn olarak görüyorken, yapılan bu açıklamayı edep sınırları içinde dinlemek bir hayli zor idi.
Bu tepkilerin en önemli ilki, Filistinli Gazeteci-Yazar Muin Naim’den geldi. “Gazze’de Filistinlilerin dışında direnen yok. Aksini söyleyen yalan söylüyordur.” dedi. İkinci büyük açıklama, Mikdat Erdem’den geldi. İddia o ki, 2019 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin (muhtemelen) İslam’la olan tezatlığını ve topluma vereceği zararları anlatmak için gittikleri bir organizasyonda, bu şahsın kulağına eğilip “Hocam basın önünde Erdoğan’a fazla vurmayalım” dediği duyuldu. Bu açıklamasıyla Mikdat Erdem sanki, “Bu adam İslam’a mugayir olduğuna bakmadan, gerçekleri örter/karartır. Bir lidere olan sevgisi ona adaletsiz davrandırabiliyor, ben şahidim.” der gibiydi.
“Medeniyet Tasavvurcusu” yazarımız(!) kendini aklama amaçlı kaleme aldığı yazısında, Filistin konusundaki duruşunda samimi olduğuna dair kendini ispata girişti. Yazısında kendisini eleştirenlerin ‘alnını karışlamak’tan bahsedip, onları ruhsuzluk ve iğrençlikle suçladı. Ancak atladığı mesele; Müslümanların kendisinin Gazze konusundaki samimiyetini değil, seküler-muhafazakar iktidarın ‘altını çaldırmayan’ tavrını sorguluyor oluşuydu. Tabii ki de yazarın Gazze konusunda yaşadığı hissiyatı sorgulamak kimseye düşmez. Müslümanların kızgınlığının sebebi, Müslümanların ağzıyla itiraf ettiği bir günyüzü gerçeğini halen görmezden geliyor oluşu idi. Zira ‘Cumhurbaşkanlığı’ Gazze’de değildi. Kendini savunma amaçlı köşe yazısını kaleme aldığı sıralarda, reisi cumhur Antalya’daki konuşmasında; “Gazzelilere karşı sorumluluğumuzu yerine getirememenin mahcubiyetini yaşıyoruz” diyordu.
“Medeniyet Tasavvurcusu” arkadaş savunma yazısında, Türkiye’de Türkiye’yi savunmanın bile zorlaştığından bahsediyor. Ama zaten yazarın da anlamadığı sorun tam olarak bu. Türkiye’de de olsa, Gazze’de de olsa “akıl sahipleri” için aslolan Türkiye’yi değil, İslam’ı savunmaktır. Müslümanlar böyle yapar. Muhafazakar milliyetçi demokratlar da öbür türlüsünü.
Yazarın ustalıkla yaptığı bir diğer manipülasyon da, “kendimi savunacağım” bahanesi ile konuyu İran’a getirmek oldu. Kendisinin haksız yere hedef tahtasına konulduğunu ve bunu yapanların İran destekli veya Fetö’cü tayfa olduğunu pervasızca söylerken, halen Türkiye’yi yere göğe sığdırmayan üslubuyla kimsenin şahit olamadığı yardımlardan bahsediyordu. Aynı satırlarda, Akit TV’deki konuşmasında güya ‘Türkiye derken Türk STK’ları kastettiğini’ ima ettiği cümleler de okuyanların dikkatinden kaçmıyordu. Hiç düşünmez mi acaba, Tel Aviv’i bombalamamakla suçladığı İran, demez mi “Dinime dahleden bari Müslüman olsa!” diye. “Ben en azından gemiler dolusu yük göndermedim”, “Lübnan’daki mücahitler Hamas’a destek oluyor, siz av tüfeği satıyorsunuz”, “En azından biz siyonist askerleri üşümesin diye içlik satmıyoruz”… v.s. demez mi?
“Medeniyet Tasavvurcusu” yazara bizler hakkı hatırlatmaktan başka bir şey yapamayız. Sözlenecek bir söz varsa, ‘Türkiye’de İslam’ı savunmanın artık çok zor olduğu’ gerçeğidir. Bunu söyleyenler olarak Fetö’cü de İrancı da olmaktan beriyiz. Ancak bu gibi yazarların İran kini, İsrail’e desteğini çekinmeden veren Azerbeycan gibi bir Türk ülkesine yok gibidir. Asabiyetçilikleri, gerçeklerin üstünü örtmeyi onlara süslü göstermiştir. Şii milliyetçisi İran’ın, sünni Türk milliyetçisi Türkiye’den bir farkı yoktur. Allah’ın mazlum coğrafyasında yaşananları çözüme kavuşturmak için, ırkını aklayıp başka milletleri yuhalamak, Müslümanların derdine deva olmak bakımından kumda oynamakla eşdeğerdir. Türkiye de, İran da yazarın ifadesi ile “beklenen” değildir. Bu sadece kendisinin ve kafasında kurduğu(!) medeniyeti tasavvur edenlerin kuruntusudur. Gazzeliler maalesef ki (Yemen hariç) yapayalnızdır ve yardımcıları yalnızca Allah’tır. Ticaretini ve siyasetini menfaat uğruna devam ettirenler elbet hesap verecektir. Ama onlar kendi hesabını verirken, toplumları arkasından sürükleyen kişiler de ulusal kanallarda ağızlarından çıkan lafların hesabını verecektir.
Uzun lafın kısası, iktidar rejim içerisinde en ön safta yerini tuttuğu ilk günlerde ‘tevhidi’ perspektifi kendisine ilke edinmiş Müslümanlar eleştirilerini yaparken, onlar ‘gaybı taşlamakla’ suçlanmış ve “muktedir” olunca her şeyin düzeleceği vehmine kapılanlar tarafından yanlış tarafta durmakla suçlanmışlardır. Geldiğimiz noktada, 22 yıllık (peygamberlerin yeni bir toplum kurduğu) koca bir zaman dilimi çöpe gitmiştir. Türkiye’deki İslami mücadele, telafisi çok güç yaralar almıştır. Ancak; yok ‘kızıl elma’, yok ‘kırmızı çizgi’ naraları ile toplumları efsunlayanların maskesini Gazze düşürmüştür. Bütün Dünya halkları yavaş yavaş bir uyanış içerisindedir (Elhamdülillah). Onların bu uyanışı sistemler için bir kriz halidir. Bu kriz şu an Türkiye’de de ufaktan hissedilmektedir. Türkiye’nin düşen -Ortadoğu ağabeyliği- maskesini bir kuytuda denk getirip tekrar takma işi de, bu “medeniyet tasavvurcusu” amcalara kalmıştır. Arkalarından bir gençliği de sürükleyen bu amcaların milliyetçi medeniyet tasavvurunun çökme tehlikesi(!) ciddi bir meseledir. Makyavelist bakış açısı ile (onlara göre) yalan da söylenir, mistik hikâye de anlatılır.
Anlattığımız bu örnekler, akıl sahipleri için içinde çokça öğüt barındırmaktadır. Önemli olan, sistemin tenceresinde kaynamadan çok önceleri bunu fark edebilmek ve hatta mümkünse o tencereye başta hiç girmemektir.
Rabbimizin, Bakara Suresi 204. ayette; “İnsanlardan öylesi vardır ki; dünya hayatına dair söyledikleri senin hoşuna gider/sözleriyle seni etkiler. O, kalbinde olanın (iyilik, güzellik, ıslah) olduğuna dair Allah’ı şahit tutar. Oysa o, düşmanın en beter olanıdır” diye tarif ettiği kimselere karşı Müslümanların artık uyanık olma zamanı gelmemiş midir? ‘Müslüman her seferinde aynı delikten ısırılmaz’ hadisi, elbette sadece vaazlık bir konu değildir. Bu bir gerçekliktir, ders içerir. Rabbimiz hepimize gerekli ibreti alabilmeyi nasip etsin… Amîn, veselamun alel murselîn, velhamdulillahi Rabbil âlemin…
(Venhar)
- Bir 10 Kasım Mağduriyeti: Dr. Mehmet Arslan Tutuklandı
- İktibas’ın yeni sayısı Bangladeş gündemi ile çıktı
- Diken ve Karanfil
- Hayrola Mahmud Abbas
- Bir milyon yahudi, işgal altındaki toprakları terketti
- Ya Eyyühel Müzzemmil
- Son Seyahatimizden Yansımalar
- Husi: Gazze'ye destek için vurulan gemi sayısı 177'ye çıktı
Makaleler
Hava Durumu