Tebliğ ve Parti

Tebliğ 'büluğ'dan gelme bir kelime olup, cem'i tebligattır. Türkçesi "bildirme, açık ve anlaşılır bir şekilde bildirme"dir. Yine aynı kökten olan "büluğ" kelimesi ise kadınlığa veya erkekliğe erme, genel olarak erginlik manasındadır. Tebliğ; bitiştirme, eriştirme, yetiştirme manasına geldiği gibi, götürme, taşıma (iblağ) manasına da kullanılmakta ve tebliğ şekli ile de bildirmenin mübalağalı olarak ifade edilmesidir.

11-03-2010


Tebliğ ve Parti

Tebliğ 'büluğ'dan gelme bir kelime olup, cem'i tebligattır. Türkçesi "bildirme, açık ve anlaşılır bir şekilde bildirme"dir. Yine aynı kökten olan "büluğ" kelimesi ise kadınlığa veya erkekliğe erme, genel olarak erginlik manasındadır. Tebliğ; bitiştirme, eriştirme, yetiştirme manasına geldiği gibi, götürme, taşıma (iblağ) manasına da kullanılmakta ve tebliğ şekli ile de bildirmenin mübalağalı olarak ifade edilmesidir. Yani en belirgin şekilde bildirme, en iyi açıklama manasındadır. Lügat olarak bu manaya gelen tebliğin, İslam’da daha özel bir anlamı olagelmiş ve "tebliğ" denildiğinde özel olarak İslamın açık açık, anlaşılır şekilde anlatılması, muhataba iletilmesi anlaşılmaktadır. Tebliğ peygamberin ve ümmetin görevidir.

Açık açık anlatılması gereken şeyin öncelikle açık açık anlaşılmış olması gerekir. Kendisi bir şeyi açık açık anlamamış olanın, başkasına açık açık anlatabilmesi mümkün değildir. İyice bilinen ve açık açık anlatılacak olan şeyin, karşıdaki muhataba açık açık anlatılabilmesi için öncelikle anlatanın bildiği dilden anlatmasının yanında, kendisine anlatılanın da iyice bildiği, anlayabildiği dilden anlatılması gerekmektedir. Yani anlatılırken kullanılan dilin anlatan ve anlatılan tarafından iyi bilinmesi gerekir. Zira anlatılırken kullanılan dilin içinde geçen kelimelerin, kimi kelime anlamlarının yanında, muhteva anlamı, kavram anlamının da anlatan ve anlatılanın beyninde aynı olması gerekmektedir. Anlatanın kullandığı kelimenin, dinleyenin kafasındaki manasının farklı olması anlamının tam olmasına engeldir. Anlatan, anlattığını sanırken, anlayan da anladığını düşünürken, sonuçta anlatılmak istenilen şeyin gereği gibi anlaşılmadığı ortaya çıkar. Fakat bu ortaya çıkana kadar kaybedilen zamanda taraflar birbirileri hakkında pek de iyi olmayan şeyler düşünürler ve birbirileri hakkındaki boşlukları zannlarıyla doldururlar. Zannın girdiği yere ise gerçek girmez, giremez. Bu sebeble de birbirilerini anladık sananlar, pek de uzun olmayan bir zaman sonra birbirilerini anlamadıklarını anlarlar. Ama bunu anlayana kadar da zann yapacağını yapar ve tarafları birbirinden uzaklaştırır. Birbirileri hakkında hiç de iyi olmayan şeyler kuruntu halinde ortaya çıkar ve ikinci defa biraraya gelmelerine ve birbirilerini dinlemelerine de engel olur. Bunun içindir ki taraflar birbirilerini iyi dinlemelidirler. Taraflar birbirilerini iyi anlamalıdırlar. Anlayabilmek için anlatım sırasında sorular sormalıdırlar birbirilerine. Ve daha da ileriye giderek "Ben şu dediğinizi şöyle anladım, siz öyle mi demek istediniz" diye birbirilerine söyleyebilmeli, sorabilmelidirler. Bu basit görünen şeylerin yapılmaması halinde taraflann birbirilerini gereğince anlayabilmeleri gerçekten zordur, hatta mümkün değildir. Birbirilerini gereğince anladıklarını sanırlar, fakat maalesef anlamadan birbirilerinden ayrılırlar.

Yine taraflar birbirilerine birşey anlatırlarken, kullandıkları kelimelerin kavram manalarına da dikkat etmek zorundadırlar. Zira örneğin anlatanın, anlatırken kullandığı bazı kelimelerin kavram manaları, dinleyen tarafın birikim farklılığından ötürü başka ise, bildikleri aynı kelimeleri kullanmalarına rağmen birbirilerinin ne dediklerini anlayabilmeleri mümkün olmaz. Çünkü dinleyen dinlediği kelimenin kendi kafasındaki karşılığında kullanıldığını sanırken, anlatan da kendi kafasındaki karşılığını düşünerek karşı tarafın onu anladığını sanacaktır. Sanılar, zannlar ile de bir yere varmak ve birbirilerini anlamak mümkün değildir.

Basit görünmesine rağmen yukarıda açıklamaya çalıştığımız gerçekler göz önünde bulundurulmadan birbirilerini dinleyenler, birbirilerine bir şeyler anlatanlar çoğu kez yanılmakta, anlaşıldıklarını sanmakta, karşı taraf da anladığını sanarak konuşma sona ermekte ve fakat iki taraf da bir şey anlamadan birbirilerinden ayrılmaktadırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi aradaki boşluğu tarafların zanları doldurmaktadır. Bu sebeble de emekler boşa gitmektedir. Buna meydan vermemenin tek yolu vardır: O da mutlaka ne anlatıldığının, neyin anlaşıldığının sağlamasının yapılması gerektiğidir.

Bu açıklamadan sonra değinmek istediğimiz asıl mesele İslam’ın açıklanması yani TEBLİG edilmesidir. İslam’ın tebliğ edilebilmesi için mutlaka İslam’ın gerektiği gibi bilinmesinin gerektiğidir. Zira bilmeyen açıklayamaz. İnsan hiç değilse bildiği kadarını açıklamalıdır. Bilmediğini bilmenin de bir ilim olduğunu bilmelidir. Bunun bilinmesi, bilinmeyenlerin de bilinmesine yardımcı olur. Zira insan bilmediğini bilirse bu takdirde bilmediğini öğrenmenin yolunu tutar ve bilmediğini öğrenir. Bilmediğini bilmeyenin ise öğreneceği bir şey yoktur. Zira bilmediği halde bilmediğini bilmemektedir.

İnsan bildiklerini, muhatabına muhayyer olarak söylemelidir. Böyle yapması halinde bilmediklerini öğrenebileceği gibi, yanlışlarını da düzeltebilme imkânını kaçırmamış olur. İslam’ın iyi bilinmesi, bizlerden önce gelip geçenlerin bildiklerini bilmek olmayıp, bundan öteye Kur'an'ı doğrudan öğrenmekle mümkündür. Sünneti doğrudan öğrenmekle mümkündür. Elbette başkalarının da ne bildiklerini, ne kadar bildiklerini bilmek insanın her ne kadar ufkunu açar ve geniş düşünebilme imkanı verirse de sonuç olarak insan kendi ne demelidir, nasıl demelidir, bunu bilmek ve bunu söylemek zorundadır. Doğruların bütünü olarak yalnızca başkalarının ne bildiklerini bilmek ve söylemek insanın ancak ezberciliğinin işareti sayılırken, bunlara ilaveten veya bunlardan ayrı olarak da kendisinin bir şeyler söylemesi, düşünmesi ise kendisi açısından ilimdir, bilgidir. Başkalarının görüşlerini aktarma, aktarmacılıktır. Her konuda insan, kendisine verilen aklı devreye sokmalı, onu çalıştırmalı ve mahsulünü teyakkuz ile muhatabına aktarmalıdır. Kanaatlerinde tutarlı ve daha doğrularıyla karşılaşmadığı müddetçe de sebatkar olmalıdır. Kişilik böyle oluşur.

İslam’ın tebliği, açıklandığı gibi İslamın açıklanmasıdır. Ki İslam öncelikle TEVHİD AKİDESİ üzerine kurulu bir dindir. Bu sebeble önce TEVHİD'i bilmelidir. Tevhid; Allah'tan başka Allah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve son elçisi olduğuna, öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, meleklerin varlığına, cennet ve cehennemin bulunduğuna, rızka yalnızca Allah'ın kefil olduğuna, ecelin yalnızca Allah'ın takdiri ile olduğuna, gaybı yalnızca Allah’ın bildiğine ve ilahlığına kesin olarak inanmayı gerektirir. İnanmak, iman etmek, emin olmak, şüphesiz hale gelmek demektir. İnsanın bir hususta şüphesizleşmesi ise yalnızca iyi araştırma, gereğince tahkik etme ve her türlü şüphesinin yok edilmesi sürecinin iyi işletilmesine bağlıdır. Zira Allah Kur'an'ın birçok ayetinde "EY İMAN EDENLER VE SALİH AMEL SAHİPLERİ..." buyurmaktadır. Yani "Ey emin olanlar" diye başlamaktadır. Nelerden emin olanlar hususu ise Kur'an'da insandan amel değil, yalnızca emin olunmasının taleb edildiği ayetlerde açıklanmaktadır ki biz bazılarını yukarıda sıralamaya çalıştık TEVHİD AKİDESİ bu demektir. Tevhid Akidesi, arı duru tutulmalı, korunmalı, üzerine herhangi bir kirlilik kondurulmamalıdır. Ki Tevhid Akidesinin bozulmaması, ifsad olunmaması arı duru korunması böyle mümkündür. Tevhid Akidesi'nin üzerine konabilecek her türlü kirlilik ya şirki veya küfrü ifade eder. Böyle olması halinde ise Salih Amellerin herhangi bir faydası görülmez. Kendilerinden önce gelip geçenlerin her ne ki buyurmuşlarsa haktır ve doğrudur olduklarını sananların akidesi arıduru olmaktan uzaktır. Zira gelenekseldirler. Zira kendilerine intikal eden bütün mirası herhangi bir tahkikten geçirmeden olduğu gibi kabul etmek, bir insanın yapabileceği en büyük kusurdur. Böyle olunca da mirasın eğrisini doğrusunu seçme diye bir şey söz konusu olmaz. Bu olmayınca da insan doğru eğri demeden kendisine intikal eden mirasın tümünü savunur. Böylece yapabileceği yanlışların en büyüğünü yapmış olur. Bu sebeble akıl hep devrede bulunmalı, hep işler halde bulunmalıdır ki insan okuduğu Kuran ile, kendisine intikal eden bilgilerin hangilerinin doğru, hangilerinin egri olduklarını seçebilsin, ayıklayabilsin ve doğruları alıp, eğrilerini atabilsin. Bunu yapmak her müslümana vacibtir. Bunu yapmayan vacibi terketmiştir. Terkettiği bu vacib ise kendisine nice vacibleri terkettirir. Zira usüli bir vacibdir bu vacib.

Tebliğin ne olduğunu açıkladıktan sonra Parti konusuna değinmek istiyoruz. Parti, bilindiği gibi latince kökenli bir kelimedir. Arabça karşılığı ise HİZB'dir. Kur'an'da HİZBULLAH ve HİZBUŞŞEYTAN olarak kullanılmakta ve Allah'ın Partisi ve Şeytanın Partisi manalarına gelmektedir.

Burada açıkça anlaşılmaktadır ki Parti, yani Hizb Kuranda geçmektedir. Parti, yani SİYASİ PARTİ demek ise bir dünya görüşüne göre toplumun daha iyi düzeye çıkarılacağı kanaatini taşıyan insanların örgütlenmesi sonucu meydana gelen organizmadır. Partiler legal, illegal diye de ikiye ayrılırlar. Legal partiler mevcut düzenin kanunlarının kanuni kabul ettiği, mevcut kanunların varlık hakkı tanıdığı partilerdir. Mesela yakın zamana kadar Sovyetlerde legal parti olarak yalnızca KOMÜNİST PARTİ var idi. Şimdi başka partilerin de kurulması legalleştirildi bildiğiniz gibi. İllegal partiler ise mevcut düzenin kanunlarının resmen kabul etmediği ve yasa dışı saydığı partilerdir. Ki uzun zamandan beri örneğin Türkiye'de Komünist Partisi'nin bulunduğu herkesçe bilinir. Mevcut kanunlar tanımadığı halde bulunan bu partinin herkesin bilebildiği bir yerde Genel Merkezi veya İl Başkanlıkları da bulunmasına rağmen açıkça bilinmemektedir. Yani bu örgüt kapalılığı yasa dışı olmasından, illegalliğinden kaynaklanmaktadır.

Parti (Siyasal Parti); Ortak bir düşünce, görüş çerçevesinde birleşmiş kişilerden meydana gelen ve bir ülkenin yönetimini bu düşünce ve görüşün gerektirdiği yönde yürütmek amacıyla kurulmuş siyasi topluluğa denir. Bu düşünce ve görüşün cinsine göre de partilere demokratik partiler, komünist partiler veya İslami partiler denir. Özellikle bir siyasi partiye İslami bir Parti denebilmesi için gerek düşüncelerinin tümünün, gerekse görüşlerinin tümünün, sıkıca düşünce ve metodunun İslamı olması, Yani Kuran ve Sünnet’in gerçeklerinden oluşturulması gerekmektedir.

Bir parti kendisine İslami bir parti demekle İslami bir parti olmaz. Nasıl ki sosyalist parti, komünist parti veya demokratik parti denilmekle sıfat olarak parti kelimesinin başında kullanılan sıfatlar yeterli değildir. Mutlaka bir sosyalist partinin sosyalizmin gerek ve gerçeklerine dayalı olması gereklidir. Hakeza komünist bir partinin de komünist bir parti olabilmesi için konünizmin gerçek kabul ettiği esaslarından hareket etmesi, tüzüğünü ve programını bu esaslara göre düzenlenmesiyle komünist parti olabilir.

İslami bir partinin de İslami bir parti olabilmesi için tüzük ve programının Kuran ve Sünnet’in esaslarına dayalı olması gerektiği bilinmelidir. Devletler de böyle değil midir? Örneğin Pakistan’ın anayasasında İslam devleti diye yazılı olmasına rağmen bir İslam Devleti olmadığı, Suudi Arabistan'ın ve Yemen'in de anayasalarında aynı şekilde yazılı olmasına rağmen İslam devleti olmadıkları bilinen gerçeklerdir. Partiler de böyledir. Bir partinin adının İslam Partisi olması veya tüzüğünde İslam Partisi diye yazılı bulunması o partinin İslami bir parti olmasına yeterli değildir. Bir partinin adının İslam ismi taşımıyor olmasının da İslami bir parti olmadığına bir kanıt olamadığı gibi. Zira bir partiye bir sıfat yakıştırabilmek, yani İslami bir parti diyebilmek için mutlaka o partinin tüzük ve programının İslami esaslardan oluşturulması gerekir.

Parti olmak, mutlaka mevcut düzenin müsaadesine bağlı değildir. Böyle olunca da parti ister istemez illegal (yani kanun dışı, yasa dışı) parti olacak demektir. Mevcut düzenin kanunen parti saymadığı partiler tabiidir ki seçimlere katılamazlar. Tabiidir ki belli bir adreste genel merkezleri, belli adreslerde il veya ilçe teşkilatları bulunamaz. Zira kanunen yasaktır. Yine bellidir ki yasal partilere tanınan imkanlar yasal olmayan (illegal) partilere tanınmaz ve bu sebeble alenen genel kurul toplantıları yapamazlar. Hiçbir düzeyde legal toplantılar düzenleyemezler. Zira kanun dışıdırlar.

"Ortak bir düşünce ve görüş çevresinde birleşmiş kişilerden meydana gelen ve bir ülkenin yönetimini de düşünce ve görüşün gerektirdiği yönde yürütmek amacıyla kurulmuş siyası toplu1uk"lar, yani siyası partiler öncelikle kendi görüş ve düşüncelerinin doğruluğuna inanan insanlardan ve bu düşünce ve görüşlerden oluşurlar. Eğer böylesi bir siyasi topluluk (PARTİ) İslami düşünce ve görüşlerden oluşmuşsa, bu takdirde mevcut düzende kanuni bir yeri yok demektir. Yani olsa olsa illegal (yaşa dışı) olarak var olabilirler. Aksi halde varlıklarını iddia etmeleri ancak mevcut düzenle uyuşma ve uzlaşma sonucu meydana gelmiştir ki İslam böylesi bir uzlaşmaya kesinlikle karşıdır, kapalıdır. Rasulullah (s.a.) Mekke'de, getirdiği mesaja (çağrıya) kapalı olan mevcut düzenin kendisi ile uzlaşma tekliflerine hep kapalı kalmış, onların uzlaşma teklifleri ayetlerle (Kafirun Süresi) reddedilmiş, daha sonraki bir tek şarta irca edilen uyuşma tekliflerine de kulak asılmamış ve İslamın bütünüyle ve kıl kadarından bile vazgeçilmeden oluşan bir toplu sözleşme (Akabe Biatı) ile İslam Devleti sürgünde teşekkül ettirilmiş ve bir kaç ay içerisinde de Devletin Başkanı (Rasulullah) Medineye giderek fiilen Devletin başkanlığını üstlenmiştir.

Bir devletin İslam Devleti olması o devletin ancak toprakları içinde uygulanan kanunlarının tümünün Kur'an ve Sünnet’in esaslarından çıkarılan hükümlerden oluşması, diğer devletlerle yürüttüğü ilişkilerin (dış işlerinin) İslam’ı ila (yüceltme) esasına göre yürütülmesi ve o ülkedeki iktidarın yalnızca Allah’a ve o ülkede yaşayan müslüman halka dayanmasını gerektirir. Bu üç vasfın kendisinde bulunmadığı devlet İslam Devleti değildir. Olsa olsa en iyi niyetli tanımlama ile "İslam Devleti Olmaya Çalışan bir Devlet" olabilir.

Bir siyası partinin de İslami parti olabilmesi ancak tüzük ve programının Kur'an ve Sünnet’ten çıkarılmış sağlıklı anlayışa dayanması ve o partiyi oluşturanların düşünce ve davranışlarının aynı esaslar üzerinde birleşmesi halinde mümkündür. Başkası değil. Bu hizbin Allah'ın Hizbi olması, bu partinin Allah'ın Partisi olmasının en belirgin örneğini, Rasulullah'ın (s.a.) Mekke'de kendisine vahiy geldiğinden itibaren oluşturduğu (aynı zamanda) siyası birliktelikte görmek mümkündür. Ki O'nun önderliğinde ve İslami fikrin (vahyin) liderliğinde oluşan bu siyasi parti, Allah’ın Partisi (İslami bir Parti) idi. Zira üzerinde bulunduğu esasların tümü Vahy'e dayanıyordu. Rasulullah'ın Allah'ın her an düzeltmesine maruz olan uygulamalarına dayanıyordu. Bu sebeble İslami bir Parti idi.

Tebliğ ve Parti konusundaki gerçekler bunlar iken, bazıları kuru zanlarını ilim edinerek şapı, şekere karıştırarak PARTİ METODU DEĞİL, TEBLİĞ METODU diyerek kendisinin bile anlamadığı şeyler söylemektedirler. Dikkat edilirse tebliğ ve parti birbirlerinin alternatifi olan şeyler değildirler ki "Parti Metodu değil, Tebliğ Metodu" gibi şeyler söylenebiIsin. Tebliğ açıklamadır. Parti ise bu açıklamayı kişisel olmaktan çıkarıp, kitlesel olarak ve örgütlü halde yapmanın yoludur. Nitekim bir ayette de "Veltekun minkum ümmetun yedüne ilel hayrı ve yenhevne anil münker... buyurularak denilmektedir ki "Sizden bir topluluk bulunsun ve bu topluluk (örgütlü, görüş, düşünce ve davranışlarında birliktelik sağlamış bir organizasyon) insanları münkerden (tüm kötü şeylerden) uzaklaştırmaya ve hayra, yani tüm iyi şeylere öğütlesin. Yani kısaca hayra çağırmak ve şerrden uzaklaştırmak için ÜMMET (düşünce metod beraberliği bulunan bir grup, parti veya cemaat, ne denilirse denilsin burada fark etmez) bulunsun. Bu uzaklaştırmanın metodu yine Kur'an'da belirlenerek deniyor ki "SEN (SİZ) İNSANLARA GÖNDERİLMİŞ BEKÇİ VEYA VEKİL DEĞİLSİN(İZ)." Yani insanlara hakk (doğru) anlatılarak, insanlar doğrulara özendirilecek, münker de açıklanarak yine insanlar bunlardan uzak durmaya özendirilecektir. Bunu yapacak olan kitle (parti veya bir başka birliktelik)nin görevi, yapacağı işin çerçevesi çizilmiş olmaktadır.

Zaten "Bir kavim (yani topluluk) nefislerindekini düzeltmedikçe, Allah o topluluğun halini düzeltmemekte"dir. Bu Allah'ın, Kendisi tarafından konulmuş bir kanunudur ki onda bir değişiklik de görememekteyiz. Kuran böyle söylüyor.

Şöyle veya böyle yapacağız diye aslı astarı olmayan şeylerle Allah’ın kullarını Allah’a kul olmaktan alıkoyup, kendilerine kul edenler bilmelidirler ki yaptıklarının hesabını veremeyeceklerdir. Yalnız kendilerini hak üzerinde sayarak kendileriyle birlikte olmayanlan tekfire varan suçlamalarla suçlayanlar bu yaptıklarından yarım yamalak aldıklarıyla, üzerinde hiç düşünmeden Allah’ın kullarını atalarının dinleri üzerinde tutmak için çabalayanlar, bunun için Allahın kullarını O'na kul olmaktan alıkoyanlar gerçekten hesabı veremeyecek olanlardır. Zira gerçekten insanları okumaktan, araştırmaktan, düşünmekten alıkoymaktadırlar. Bunu her yerde görmek, müşahade etmek mümkündür. Bakınız çevrenize, görüvereceksiniz.

İnsanları kendilerine değil, Allaha ve Rasu1ü'ne çağıranlar doğruya çağırıyorlar. Zira doğru, Allah ve Rasulü (s.a.)ndedir. Rasulü, Allah'ın kendisine bildirdiği doğruların üzerindedir. Bütün gayretine rağmen yanılırsa Allah, O'nu düzeltmektedir. Bu itibarla Allah'ın kulları, insanların çağrılarına kulak verirken dikkat ediniz; çağrıldığınız yer gerçekten Allah ve Rasulü müdür, yoksa bazılarının kuruntuları üzerine mi çağırılıyorsuzun? Bu işin içinden sağlıklı olarak çıkabilmenin yolu ise, yani çağrıldığınız yerin neresi olduğunu bilebilmenin yolu ise Kur'an'ı ve Rasulünün hayatını bizzat incelemeniz, okumanız ve düşünmenizden geçmektedir. Dinlediklerinizin hangisinin sizi gerçekten neyin üzerine çağırdığını seçebilmeniz buna bağlıdır.

Kur'an'ın anladığınız dilden yazılmış olanını (türkçelerini) okuyunuz. Tekrar tekrar okuyunuz. Peygamberin hayatını, yaptıklarını, neyi nasıl yaptığını okuyunuz ve düşününüz. Düşünmeyince bir yere varamazsınız. Hep aldanır, aldatılır durursunuz. Dü şüncelerine ipotek koyduranlar, ekonomik değerlerine ipotek koyduranlardan çok daha kötü durumdadırlar. Zira kaybedilen ekonomik değerler yeniden ele geçirilebilir ama kaybedilen akıl, kolay kolay bulunmaz. Akledenlerden olunuz ki yaptıklarınızın hesabını Rabbiniz sizlere verdiği akla göre soracaktır. Onu iptal edenler, akıllarını iptal ettirenler bu işlerinin hesabını gerçekten veremeyecek olanlardır. Unutmayınız. Sizleri yanlış yönlere sevk edenler kendi hesaplarını veremez durumda iken mi sizlerin de hesabınızı vereceklerdir? Hayır. Biliyorsunuz ki HESAB GÜNÜ herkes tek tek hesaba çekilecek ve zerre miktarı da olsa yapması gerektiği halde yapmadıklarının, yapmaması gerektiği halde yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Hesab gününe hazırlanmanın yurdu bu dünyadır. Ahirette kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Kişi için ancak yaptıkları vardır orada. Defteri sağ tarafından verilenlerden olmak isteyenler Allah'ın Kitabı Kur'an'ı okusunlar, onu el kitabı yapsınlar ki ahirette imtihana Kur'an'dan çekileceklerdir.

Okuyunuz Kur'an'ı, bol bol okuyunuz ve ahlak edininiz. Ancak bu ahlak insanı kurtaracaktır. Terkediniz Kur'an'a uymayan davranışlarınızı, inançlarınızı. Ki akideniz arıduru TEVHİD AKİDESİ olsun. Olsun ki ahirette Tevhid üzerinde bulunan ve salih amel sahipleri olarak yargılananlardan (mağfirete mazhar olanlardan) olasınız.

Allah'ın mağfireti üzerinize olsun. Kuran bizler için rahmettir. Bu rahmetten yararlanalım. Ellerimizden düşürmeyelim. Peygamberin hayatı ile birlikte.

İktibas Dergisi/Sayı: 136

 

Etiketler : #Tebliğ   #ve   #Parti   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN