Birgün yazarı Cemil Ertem, solun iki korkusunu eleştiren bir yazı yazdı. Bir dönemin patronsuz medyasının Kemalist ve türban karşıtı patronları, yazıyı sansürledi.
Birgün gazetesinin, daha önce yazıları sansürlendiği için çeşitli yayın kuruluşlarından ayrılmak zorunda kalan yöneticisi Ahmet Tulgar'ın da aralarında olduğu yöneticileri, Cemil Ertem'i gazeteye çağırıp, yazısının neden yayınlanmadığını anlatmayla çalıştılar.
Yazısında Türkiye sol ve sosyalist hareketinin iki yanlışına dikkat çeken, 'sol'un devlete, türban yaklaşımına ve ulus-devlet anlayışına eleştiri getiren Cemil Ertem Birgün'ün yazı işleri kadrosunu çok kızdırmıştı.
Birgün yöneticileri "biz hem türbana karşıyız ve hem de kemalistiz" diyerek, Cemil Ertem'e "Bu yazını yayınlamıyoruz, baskıya iki saat var, yerine başka yazı yaz" dediler. Cemil Ertem, Birgün yöneticilerine bunun sansürcülük olduğunu, böyle bir "teklif" i kabul etmeyeceğini belirtince de tartışma çıktı. Tartışma üzerine Birgün yöneticileri"o zaman yazını yayınlamayız, Cemil Ertem hastalığı nedeniyle yazı yazamadı diye not koyarız" şeklinde tavır ortaya koydular.
Cemil Ertem "Yazımı sansürlüyorsanız, hastalandı, yazamadı türünden bir gerekçe de koyamazsınız" diyerek gazete binasından ayrıldı.
CEMİL ERTEM SANSÜRLENEN YAZISINDA NE YAZMIŞTI?
Cemil Ertem yazısında solun yıllardır yaptığı iki yanlışa dikkat çekiyor. Bunlardan birincisinin eşitsizliğin taraflarını fakirlikte eşitlemek olduğunu ve bu yanlışı Sovyetlerde vücut bulan reel sosyalizmin bütün 20. Yüzyıl boyunca bayraklaştırdığını anlatıyor. Solun yıllardır sürdürdüğü ikinci yanlışı ise şöyle özetliyor Cemil Ertem:
"Bizim alanımızda, mahallemizde, köyümüzde, sınıfımızda, işyerimizde bir eşitsizlik var. Ama bu bizim yalnız mahallede, okulda, işyerinde halledeceğimiz sorun değil. Bu memleket, hatta dünya meselesi. Biz bu işleri yapması gereken en üst toplumsal örgütlenme olan devleti zorlarız. Daha olmadı yıkar yerine kendi devletimizi kurarız."
Ve tabii Birgün gazetesinin yöneticilerinin uyguladığı sansürün bir nedeni sol'a getirdiği köklü eleştirinin yanı sıra "türban" konusuna getirdiği çok farklı ve ilginç yaklaşımı.
Ertem'in yazısında bu konuda ise şu görüşler savunuluyordu:
"Solun büyük bölümü türbanı üniter ulus-devleti zayıflatacak bir simge olarak gördüğü için karşı çıkıyor. Yoksa din halkın afyonudur, gericidir söylemlerinin kendileri için bile ikna edici olamadığını onlar da biliyor. Bunun içinde Danıştay'ın, Yargıtay'ın hatta Kanadoğlu'nun din diktatörlüğü geliyor açıklamalarına kesin bir dille karşı çıkamıyorlar. Bu konularda şimdiye kadar en tutarlı tavrı almış olan ÖDP bile Genel Başkan'ın ayaküstü açıklamalarıyla durumu idare ediyor."
(Kaynak: Dünya Bülteni)
BİRGÜN GAZETESİ'NİN SANSÜRLEDİĞİ YAZI...
BU MEMKETETTE SOL NE ZAMAN SİYASET YAPAR?
Cemil ERTEM
Orta öğretimden sonra üniversitelerde güz dönemini bitiriyorlar. Birçok üniversite şimdilerde "çan eğrisi" diye bilinen bir değerlendirme sistemi uyguluyor. Bu sınıf düzeyini öne çıkararak öğrencileri değerlendiren bir sistem. Örneğin o sınıfta en yüksek not 100 üzerinden 60 ise AA alıp geçenler bu not ortalaması seviyesinde belirleniyor. Eğer bilgisayar programına, tersine bir kayıt konmamışsa 100 üzerinden örneğin 40 alanda o dersten geçebiliyor. Bu sistem eğer sınıf homojense yararlı olabilir. Yani eğitimin düzeyini sınıfa göre ayarlayabilirsiniz. Ancak gerçek tabii ki böyle değil. Hayat gibi eşitsiz. Dolayısıyla iyi liselerden gelen ve üniversite okurken bir işte çalışmak zorunda olmayan çocuklar sınıf ortalamasını yükseltip zayıf arkadaşlarını zorluyorlar hatta okulu bırakmalarına bile yol açabiliyorlar. Böyle bir sistemin uygulandığı bir okulda acaba daha adil bir dünya isteyen öğrenciler aşağıdaki sorulara ne yanıt verirler?
1) Sınavlarda çan eğrisinin uygulandığını biliyorsun, doğudan zayıf liselerden gelen ve çalışmak zorunda olan arkadaşlarını gözetmek adına kritik derslerde sınıfın not ortalamasını düşürmek için vasat kâğıt vermek uygun ve adil bir davranış olur mu?
2) Eğer bu davranış uygunsa bu senin aklına geldi mi ve uygulamak için diğer arkadaşlarını uyardın mı?
3) Bu davranış uygun değilse bile ortada bir eşitsizlik olduğu açık. Sen bunu gidermek için neler yaptın ya da yapmayı düşünüyorsun?
Bu soruların olduğu bir anket yapılmış; yaklaşık yanıtlar şöyle: Birinci sorudaki önerilen çözüm ya hiç akla gelmemiş ya da uygun bir davranış olarak görülmüyor. İkinci soruya gelen tüm yanıtlar olumsuz. Üçüncü soru da ise yanıtlar kopyalanmış gibi: Böyle bir eşitsizliği biliyorum ama bunu gidermek bizim değil, devletin (üniversitenin) işi. Biz zaten yalnız bu alanda değil, hayatın bütün alanlarında eşitsizliği kaldırmak için mücadele veriyoruz. Dolayısıyla böyle bir şeye gerek yok.
Tabii burada eşitsizliği gidermek adına, vasatı savunmak ve iyileri de kötüler seviyesine getirmenin yanlış olduğu söylenebilir ki doğru, buna katılıyorum. Burada yapmamız gereken herkesi en iyinin yanına götürmek için çaba sarf etmek.
Bugün eğitim sisteminde, bir devlet okulunda ilk, orta ve üniversitede oluşturulan sınıflar yaşadığımız toplumsal yapıyı bire bir yansıtan modeller. Bütün sınıf farklılıkları ekonomik, sosyal ve kültürel olarak devlet okullarında gözlemlenebilir. Bireylerin beklentileri, hangi ideolojiyi seçerlerse seçsinler, sınıfsal konumlarına göre belirleniyor. Yakarıdaki ankette bir tuzak var. Dikkatli olmayanlar, "toplumsal bir eşitsizlik sonucu bazı bireyler diğerlerinden gerideyse bu eşitsizlik, diğerleri de bazılarıyla eşitlenerek giderilir" yanlış önermesini savunur durumuna düşebilir. Dolayısıyla burada solun yıllardır yaptığı iki yanlışa ulaşıyoruz:
Birinci yanlış: Sorularda gizli. Eşitsizliğin taraflarını iyiler-kötüler, zenginler-fakirler olarak alırsanız eşitsizliği gidermek için yapmamız gereken, iyileri -çünkü onlar daha az- kötü yapmak, zenginleri de fakir.
İkinci yanlış: Yukarıda çocukların yanıtında gizli: "Bizim alanımızda, mahallemizde, köyümüzde, sınıfımızda, işyerimizde bir eşitsizlik var. Ama bu bizim yalnız mahallede, okulda, işyerinde halledeceğimiz sorun değil. Bu memleket hatta dünya meselesi. Biz bu işleri yapması gereken en üst toplumsal örgütlenme olan devleti zorlarız. Daha olmadı yıkar yerine kendi devletimizi kurarız."
İKİ YANLIŞTAN BİR SOL
Şimdi birinci yanlışı reel sosyalizm bütün 20. yüzyıl boyunca bayraklaştırdı. İlk önce herkes eşit olacak. Ondan sonra hep birlikte kalkınırsak kalkınırız. İlkönce herkesin eşit olması için de bütün mülkler hemen devlete. Mülksüzleştirme bir "eşitlik" fetişizmi olarak devlet üzerinden başka bir eşitsizliği inşa etti. Bireyler arasındaki insani farklılıkları bile ortadan kaldıracak başka bir devlet diktatörlüğüyle insanlık "sosyalizm" diye tanıştı. Şimdi bu sosyalizm ve eşitlik meselesinin böyle olmaması gerektiğini yavaş yavaş anlıyoruz; eşitlik için kolay yolu değil, zor olan yolu, yani zenginleri fakir değil, fakirleri zengin yapma yolunu seçmenin kalıcı bir seçim olduğunu anlamaya başladık. Bu birinci yanlış bizim bu topraklarda bildiğimiz ve bunun için de hemen ikna olduğumuz bir yol aslında. Çünkü biz mülkün yalnız devlete ait olduğu, bireylerin mülk edinmesinin yasak olduğu bir imparatorluğun çocuklarıyız.
İşte ikinci yanlış da bunu takip ediyor. Her şeyi devletten bekleyen anlayış. Yani sizin bütün bireysel zenginliğinizi devlete teslim ettiğiniz durumda zaten yapacağız tek şey, her şeyi devletten beklemek olacak.
Şimdi birileri bize yıllardır bu iki yanlışın sol olduğunu yutturdu durdu.
Bunun için de Türkiye'de sol aslında görünürde devlete karşı oldu ama bundan daha fazla da gizlice ona tapındı, ona bir zarar gelmesin istedi. Türkiye'de bunu sağ taraf zaten açıkça yaptı. Sol da gizli yaptı. Tabii şimdilerde solun bir bölümü bunu artık açıktan yapıyor. Ulus devleti ve üniter yapıyı desteklemenin anti-emperyalizm olduğunu sanıyor. Geçen gün-hadi ismini vermeyeyim- bir sol partinin web sitesinde Ergenekon operasyonun aslında ulusalcı dinamiği zayıflatmak için yapıldığı iddia ediliyordu. Yani böyle olsa bile sol için zaten " ulusalcı dinamik" zayıflaması gereken bir şey değil mi? Belli ki bu çeteyi haksızlığa uğramış olarak görüyorlar.
GERÇEKTE BU TÜRBAN NEDİR?
Türban meselesi de aynı bakış açısıyla ele alınıyor. Solun büyük bölümü türbanı üniter ulus-devleti zayıflatacak bir simge olarak gördüğü için karşı çıkıyor. Yoksa din halkın afyonudur, gericidir söylemlerinin kendileri için bile ikna edici olamadığını onlar da biliyor. Bunun içinde Danıştay'ın, Yargıtay'ın hatta Kanadoğlu'nun din diktatörlüğü geliyor açıklamalarına kesin bir dille karşı çıkamıyorlar. Bu konularda şimdiye kadar en tutarlı tavrı almış olan ÖDP bile Genel Başkan'ın ayaküstü açıklamalarıyla durumu idare ediyor.
Bu niye böyle? Çok kestirme olarak sınıfsal tavır denebilir. Yani Türkiye'de sol kadroları, geçmişte de bugün de ağırlıklı olarak okumuş, memur-asker, ya da orta halli esnaf ailelerin çocukları oluşturdu. Dolayısıyla Türkiye'de solun her zaman kaybedecek bir şeyleri oldu. Onlar hiç bir zaman yalnızca zincirleriyle baş başa kalmadılar.
Bu iki büyük gizli korkunun sola yerleşmesine, içselleşmesine yol açtı: Birincisi ulusal pazarın kazaya uğraması, ikincisi ulus devletin zayıflaması hatta maazallah ortadan kalkması.
Şimdi aslında türban meselesi ulusal pazarı tehdit eden bir meseledir. Çünkü birtakım kadınlar çıkıyor ve genel kadın giyiminden ve kültüründen farklı olacaklarını ilan ediyorlar. İşte bu kabul edilebilir bir şey değil. Çok ilginç türbana karşı çıkan kesime bakın ve bir anket yapın, aynı insanlar mesela travestilere de karşı çıkarlar hatta onlardan iğrenirler. Nedeni travestilerin ulusal pazarı ve ekonomiyi tehdit etmesidir aslında. Travestilerin kadın nüfusuna yaklaşmaları teorik olarak mümkündür.
Tabii gerçek korku ulus-devletin ortadan kalkması korkusudur. Bugün Türkiye'de sol küreselleşmenin aslında ulus-devleti ortadan kaldıramayacağını savunur durur. Artık hem teorik hem de pratik olarak hiçbir inandırıcılığı kalmayan bu yaklaşım, ulus-devlet ortadan kalkarsa biz neye karşı mücadele ederiz şaşkınlığından ziyade, ulus-devlet ortadan kalkarsa bizim güvenliğimizi kim sağlayacak sorusunun cevabının olmamasına bağlı olarak gelişmektedir.
İKİ EŞİK
Güncel siyasi gelişmeleri yalnız sınıfsal yanı ele alarak hatta abartarak açıklamak tabii ki yeterli değil, hatta önemli yanlışlara savrulmaya da aday. Ancak bugün içinde bulunduğumuz durum ve şaşkınlığı açıklamak için, ne yazık ki, indirgemeciliği göze almak gerekiyor.
Evet, önümüzde aşmamız gereken çok önemli iki eşik var: Birincisi eşitsizlik iyileri kötü yaparak giderilmez.
Özgürlükçü yeni bir sosyalizmin teorik inşası öyle basit bir şey değil ve ince işçilik gerekiyor. Bunun için şimdiye kadar sol tembellik hakkını kullandı. İkincisi devlete karşı çıkarken aynı zamanda onu gizliden sevme ve yüceltme psikozundan kurtulunması, devletçiliğin de sol değil tam aksine sağ bir yönelim olduğunun anlaşılması gerekiyor. Türkiye'de sol bu iki önemli eşiği aşarsa türbandan, AB sürecine kadar bütün konularda gerçekten günlük siyaset yapmaya başlayacak ve toplumda bir yeri olacak.