İslamcılık sınır aşma hareketidir!

Cihan Aktaş: İslamcılık, ulusçuluk üzerinden tasarlanan modernleşmenin dayattığı tek tip hayat tarzına karşı modern dünyada Müslüman olarak yaşama azmini, bu alandaki ifade ve keşif çabalarını yansıtan bir eleştiriyi dillendiriyordu... İslamcılığın metaforik olarak bir sınırları aşma ve yeniden belirleme hareketi olduğunu da söyleyebiliriz.

16-01-2010


Kadın ve erkek okuyucuların cinsiyetine bakmadan okuduğu ender yazarlardan biridir. Bugüne kadar ortaya koyduğu yaşam öyküsü onu İslamcı kültür içinde yadsınamaz bir noktaya taşıdı. Siyasal ağırlıktan edebi ağırlığa geçişi önemli ve kendisine kalıcı bir mevzii edindi. Özellikle kendisi gibi edebi yönelimi ağır basan kadın yazarlarla birlikteliği ve dayanışması, erkek egemen İslamcı kültürün kadın naifliği ile buluşmasını sağlamakta ve bu konuda önemli açılımlar yapılmaktadır. Son yıllarda Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Sibel Eraslan ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, yazdıkları ve söyledikleri bir gündem oluşturmayı başarıyorlar. Faklı kesimlerin kulak kesildikleri isimler olarak öne çıkmaktadırlar. Öykülerinden ve araştırmalarından tanıdığımız Cihan Aktaş ile siyasallıkla harmanlanmış bir edebi söyleşi gerçekleştirdik. Zevki okumalar…

İslamcılığın serencamını en derinden yaşadığını düşündüğüm yazarlardansınız. ‘Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık’ kitabının yazarısınız. İslamcılık, bir hayat tarzını oluşturmuş mudur sizce? Bugün yaşanan yozlukların sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

İslamcılık, ulusçuluk üzerinden tasarlanan modernleşmenin dayattığı tek tip hayat tarzına karşı modern dünyada Müslüman olarak yaşama azmini, bu alandaki ifade ve keşif çabalarını yansıtan bir eleştiriyi dillendiriyordu. Kitabımda yer alan yazıların çıkış noktası budur. Bu açıdan bakacak olursak, İslamcılığın hem bir hayat tarzı arayışıyla, hem de teorik olarak ortaya koyduğu eleştirinin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü artık o tek tip hayat tarzının mutlaklığı, biricikliği inancı eskisi kadar kabul görmüyor. Buna karşılık dinin sadece özel alanla sınırlı olamayacağı gerçeği daha aşikâr hale geliyor.

Baskılar insanları güdükleştirir ve yozlaştırır

Bir yozlaşma varsa, baskılar yüzünden vardır, diye düşünüyorum. Osmanlı’nın dağılmasının getirdiği travmanın izlerini hala üzerimizden atabilmiş değiliz. Baskılar insanları güdükleştirir ve yozlaştırır. Devletin halkı vesayet edilecek bir tebaa gibi görmesi, “kurtarıcı” olma iddiasındaki hareketlere yansıyor. Kurtarma amacı o kadar her şeyin önüne geçiyor ve ufukları örtüyor ki kurtarılacak olan kayboluyor göz önünden. Kurtarmaya niyetlendiği insana ve topluma bir mesafeyle bakan, aslında o insanı veya toplumu nesneleştiren kurtarıcı, Yunan mitolojisindeki Prokrustes’u hatırlatıyor. Prokrustes, düzenlediği baskınlarda yakaladığı yolcuların boylarını yataklarına uydurmak için kollarını ve bacaklarını kıran ya da çekerek uzatan bir hayduttur.

İslamcılığın beklemediği bir zamanda modernleşme ile yüzleştiğini söylüyorsunuz ve İslamcılığın modern olduğunu belirtiyorsunuz. Peki, İslamcılığın ıslah faaliyetleri ile bir bağı olduğunu düşünmüyor musunuz? Islah hareketlerinin tarihsel olarak kökü geçmişte saklıdır. Bu paradoksal olguyu nasıl yorumluyorsunuz?

Modern olan aynı zamanda geleneksel bir yüze de sahiptir, doğal olarak. Hiç bir fikir veya akım gökten zembille inmiyor. Mesela Sibel Eraslan Çöl/Deniz’de Hazreti Hatice’yi farklı bir dil ve duyuşla anlattı. Bir yanıyla modern olan bir kadın yazarın, diğer yanıyla kendini kaynakların sunduğu ışıkta tanıma, kaynakların duru sularını günümüze taşıma arzusunu gösteriyor böyle bir kitap. Arketipleri, temel değerleri, kodları, tarihi bilmezseniz, bu bilgiyi taşıyan ve bu bilgi tarafından taşınan hayatları ve tarihi özümsemezseniz, çağdaşlığınız da eksik kalır. Çağdaş olmak demek, gökten zembille şimdiki zamana düşmek değildir.

Hayat karşısında yenik düşmenin bitmez tükenmez bir edebi değeri olmalı değil mi? Bugüne kadar İslamcılığın yaşadığı duygusal ve düşünsel travmaların edebiyata izdüşümü pek görülmedi. Sizce Müslüman edebiyatçıların bu konudan uzak duruşu neye bağlıdır?

Sizin Kimliğiniz Bastırılırken Yapılanan Bir Edebiyat Var

Bir yenilgiden söz etmek o kadar da kolay olmamalı. Türkiye’de Müslümanlıklarını ciddiye alan yazarlar öncelikle siyasal açıdan varlıklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Varlığınız çok sağlam sebeplere dayanıyor, yine de nâmevcut olduğunuz varsayımı üzerine inşa edilmiş bir hayat sürüyor dışarıda. Sizin kimliğiniz bastırılırken yapılanan bir edebiyat var. Onun baskısını da bir bilinç kazanımıyla aşmak için okurken ve yazarken iki kat mesai sarfetmeniz gerekiyor. Edebi kamu dediğiniz faaliyet alanı içinde görünmeme, yok sayılma pahasına yazmayı sürdürmek, büyük bir sadakat ve istikamet bilinci gerektiriyor. Edebiyatın talep ettiği adanmayı gerçekleştirmek bir hayli zor, bir bakıma var olma meselelerinin konuşulduğu zeminlerde. Buna rağmen yine de eser verilemez değil, veriliyor. Bu eserlerin beklentilerimizi karşılamamasının sebebi, İslamcılığın ister istemez siyasal açıdan yüksek olan sesidir. Bu sesin gücü oranında etkileyici ve sahici eserlerin beklentisi içindeyiz. Bu beklentiye karşılık vermekte olan edebi türler öncelikle şiir ve hikâye. Şiir sağlam bir gelenekten beslendiği, hikâye ise mesela mahremiyet meseleleriyle derinden derine sınanmaya ihtiyaç duymadığı, ayrıca o kadar da büyük bir sabrı gerektirmediği için ilerliyor. Romanın istediği adanmaya yavaşça hazırlanıyoruz, başka sorulara da cevap ararken.

Edebiyat ve düşünce arasındaki bağı ve kimliğin oluşumundaki katkısı inkâr edilemez. Ancak Müslüman edebiyatçıların İslamcılığın kimliğini oluşturmadaki katkıları üzerine olumlu şeyler söylemek zor olsa gerek! Bunu kendi zaviyenizden nasıl yorumluyorsunuz?

Edebiyat bir taraftan önceler bir hareketi, diğer taraftan ise durur ve geriden izler, daha derinden kavramak üzere. İslamcılık kendi zamanı içinde gelişirken edebiyattan beslenmiştir elbet. Bir Sezai Karakoç’un, Cemil Meriç’in, Nurettin Topçu’nun toplumcu duyarlığa dönük etkileri nasıl yadsınabilir? Nuri Pakdil’in şiir ve düz yazının dili alanında açtığı yol, İsmet Özel’in şiiriyle varettiği büyük eleştiri ve anlam dünyası nasıl görmezden gelinebilir? Hareket ekolünün daha sonra Dergâh çatısı altında süren, İslamiyeti sağ çatı altında tanımlayan yaklaşımlar karşısındaki toplumcu açma çabasında edebiyata düşen pay az mıdır? Belki bir imparatorluk bakiyesi olmaktan gelen bir duyguyla, İslamcılığın bu bakiye olma konumuna koyduğu şerhe karşılık, genellikle bir hezimet ve eksiklik duygusu içinde değerlendiriyoruz varlığımızı. Oysa olumlu gelişmeleri de görebiliriz. Mesela kadın edebiyatçıların sayısal ve niteliksel artışını olumlu bir gelişme olarak kaydedebiliriz. Bu alandaki gelişme, kadın varlığının bastırılmasına karşı bir tepkiyle ilişkili olduğu kadar, İslami hayat tarzının kadınlar üzerinden konuşulmasının getirdiği sarsıcı deneyimlerden de kaynaklanıyor. Benzeri bir gelişme şiir alanında da görülüyor. Çok sağlam şiirler yazan İslami duyarlığa sahip şairlerimiz var. Üstelik İslami duyarlığa sahip kadın şairler kendilerinden söz ettirmeye başladı. Bir Hayriye Ünal, bir Fatma Şengil, yirmi yıl önce mucize gibi algılanmaz mıydı?

İslamcı Hareket, Batı Medeniyetini Reddetmiyor, Tanıyıp Bilerek Aşmayı Amaçlıyor

Bu konuda değinmem gereken bir husus da İslamcıların beslenme kaynaklarının enginliği. İslamcı hareket, Batı medeniyetini reddetmiyor, tanıyıp bilerek aşmayı amaçlıyor. Dolayısıyla Batılı yazarlardan da besleniyor. Bu bir çelişki olarak da görünmüyor bana, çünkü kültürlerin ve medeniyetlerin böyle bir döngüsü var. Asıl bu ihtiyacın farkına varılmadığında zaafa düşer insan bilinci. Batı’da öyle yazar ve şairler var ki, başka türlü bakışları, gözün içinden görme başarılarıyla adı müslüman pek çok yazardan daha fazla katkısı olabilmekte İslami bir duyarlığın gelişimine. Kazancakis, Tolstoy, Knut Hamsun, Thoreau, Baudelaire, Eliot, Blake, Merleau-Ponty, hatta Nietzsche...

İslamcılığın Türkiye serüveni belli bir tarihsel sürece sahip olduğu bilinmektedir. Öncelikli olarak tercüme eserlerin ağırlığı olmakla birlikte yerli telif eserlerin varlığı da yadsınamaz, ancak ağırlığın tercüme eserlerde olduğu yargısı doğrulanabilir bir önerme midir? Bunun nedenleri üzerine neler söylemek istersiniz?

Dikkatimiz Her Zaman Sınırlarımızı Aşıyor

Çünkü baskı ve kısıtlamalar nedeniyle insanlar dini ilimler alanında daha ziyade imanı koruma çabasına yoğunlaşmışlar. Harf devrimi gerçekleşmiş, kütüphaneler geçersiz kılınmış. Osmanlı dönemi kütüphaneleri ancak Osmanlıca bilen kişilerin istifadesine açık. Çocuklara Kur’an öğretmek büyük mesele haline gelmiş. Toplumun dini eserler alanında bir açlık içinde olduğu bildiriliyor. Müslüman toplumlardaki islami hareketlerin etkinliğine bağlı olarak sürüyor tercüme furyası. Mevdudi, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Hamidullah gibi isimlerin eserleri böyle bir ihtiyaçla çevrildi. Gerçi aynı dönemde bir Said Halim Paşa, bir Akif de okunmuyor değildi. Belki ihtiyaç duyulan daha ziyade modern dünyaya İslami bir dille seslenmeyi ve bu bağlamda teklifler sunmayı konu edinen, bu açılardan tazeleyici olacak düşünceler ve analizlerdi.

Bunun yanında gerçekten de Türk toplumuna özgü bir çevre ilgisi de bu tercümelerde etkili oldu gibi geliyor bana. Yine, imparatorluk bakiyesi olmaktan kaynaklanan ruh haliyle veya ihtiyaçla ilgili olabilir, bizlerin dikkati her zaman sınırlarımızı aşıyor. Bu açıdan bakacak olursak, İslamcılığın metaforik olarak bir sınırları aşma ve yeniden belirleme hareketi olduğunu da söyleyebiliriz.

İslamcılığın zihinsel gelişmesi edebi gelişmeye tam olarak yansımış mıdır? Yansımadığını düşünüyorsanız bunu neye bağlıyorsunuz?

İslamcılığın Edebiyata Yansımaları

İslamcılık kültürel boyutu ağırlık kazanan bir hareketti, fakat zaman içinde İslam’ı yaşamanın önemli olduğu söylenirken, bu sanki kitaplara ve kültüre mesafe koymak olarak anlaşıldı. Batı’nın yeni gelenekselci yazarlarından da etkilenmeyle, bir kültür düşmanlığı aldı yürüdü. Estetik varoluş kültür ve sanatta değil de eylemde (amelde) aranmalıydı. Bu elbet doğru bir tespit, ama salih amel niye kitabi bilgiyle karşı karşıya getirilmeli? Sadece şu nedenle olabilir: Yeni, devrimci bir diğer kültürel cevap üretilebilirdi. Aydınların ihanetinin, garbzedeliğinin konuşulduğu yıllardan söz ediyorum. Masa başına oturup çalışmak, bir atelyeye kapanıp resim yapmak fantazi gibi görülüyordu. Bu aşırılığı başka bir aşırılık izledi: 90’larda, belediyeler kanalıyla iktidara bir kapı aralanırken İslamcılar hayat tarzı alanında yeni keşiflerin sarhoşluğuna kapıldılar. Sonra da insanlar İslamcı veya Müslüman değil, muhafazakâr olduklarını söylemeye başladılar. Bütün bu yaşananlara edebiyatın kayıtsız kalabileceği düşünülemez. İslamcılığın edebiyata yansımaları konusunda konuşmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Sizi 1980’lerin ilk yıllarından beri takip etmeye çalışıyoruz. Aylık dergideki yazılarınız, hikâyeleriniz ve yayınlanan kitaplarınız, ilk dönemde birçok İslamcının el kitabı olarak okunmuştur. Ancak İslamcılığın düşünsel ve zihinsel gelişimi gibi yazarların da bir gelişimi vardır. Kendinizi değerlendirirken bu gelişmeyi okuyucularınızla nasıl paylaşmak istersiniz?

Öğrenciyken, Ev Kadını Olma Düşüncesi Beni Korkuturdu

Ben her zaman iyi bir öğrenci olmaya çalışıyorum. Söylenecek en yerinde sözün, yazılacak mükemmel metnin her zaman uzakta olduğu gibi bir inancım var. Benliğimde de her zaman kimlik arayışına özgü o çatışmanın seslerini duyuyorum. Bir yanımla modern, bir yanımla gelenekselim. Bir yanımla Batılı, bir yanımla Doğuluyum. Bir yanımla muhafazakâr, başka bir yanımla devrimciyim. İçimdeki kasabaya sığmayan çocuk, geçen yıllar içinde metropollere de sığamaz oldu. Nerede yaşarsam yaşayayım, dilde bir yurt edinmeyi öğretti bana hayat. Ortaöğrenimim yatılı okullarda geçti. Bu nedenle ev hayatını benimsemem kolay olmadı. Öğrenciyken, ev kadını olma düşüncesi beni korkuturdu. Oysa artık kendimi bir ev kadını olarak da tanımlayabiliyorum. Bir evi çekip çevirmeyi uzun zaman içinde öğrendim. Eskiden daha ziyade kitapları öğretmenim olarak görürdüm. Şimdi insanlardan öğrenmeyi daha fazla önemsemeye başladım. Başlangıçta yazı içimden taşardı. Roman yazmaya başladığımdan bu yana yazarlığım bir disiplinle yürüyor. Hikâye yazarken yine aynı taşma hissine yakalanıyorum gerçi. Dini duyarlığım ve edebi serüvenim bana daha empatik, anlayışlı ve sabırlı olmayı öğretti. Ne kadar az bildiğimi de her zamankinden daha çok biliyorum, çoktandır.

İkinci romanınız Seni Dinleyen Biri’nde 12 Eylül sonrası İslamcılığın bir kesitine ayna tuttunuz. İslamcılığın 28 Şubat sürecinde yaşadığı travmatik süreci öykü, roman ve denemelerinizde işlemeyi düşünüyor musunuz? Bu konuda bir boşluk olduğunu sizde kabul ediyor musunuz?

Benim Açımdan Bir Roman En Az Beş Yıl İstiyor

Bu alanda bir boşluk var açık ki, aslında edebiyat söz konusu olduğunda her dönem ve her olgu pek çok açıdan incelenmesi gerektiği için boşluklarla maluldür. Yine de karamsarlığa kapılmak için erken, roman konusunda. Bir roman en az beş yıl istiyor benim açımdan. 28 Şubat sürecini anlatan bir roman yazar mıyım, emin değilim. Bu, aklıma düşecek hikâyenin beni ne kadar kuşatacağına bağlı olur.

(Söyleşi: Abdulaziz Tantik / Özgün Duruş)

Etiketler : #İslamcılık   #sınır   #aşma   #hareketidir!   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN