Hikmet ERTÜRK

12 Nisan 2010

"ESKİLERİN MASALLARI"

Onların içinde seni dinleyenler vardır, biz onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana "Bu Kur'an, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler. (En’am–25)

Bu ayetin nazil olduğu ortama şöyle bir bakalım;

Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemişler, Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed ne diyor ?" O da : "Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki, ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş.

Malik b. Nadr’ın bahsettiği eskilerin masalları eski Pers Putperestlerinin masallarıdır. Seyyid Kutup bu adam için şöyle diyor; ‘’Nitekim Rüstem ve İsfendiyar gibi eski İran masal kahramanlarının maceralarını ezbere bilen Malik b. Nadr, Peygamberimiz Kur'an okurken yakınında bir yerde oturur, Kur'an dinleyenlerin işitecekleri bir şekilde şöyle derdi; "Eğer Muhammed size eskilerin masallarını anlatıyorsa ben O'nun anlattıklarından daha güzel masallar biliyorum." Böyle dedikten sonra bildiği masalları anlatmaya koyulurdu. Amacı halkı Kur'an-ı Kerim dinlemekten alıkoymak ve onun eskilerden kalma bir masal yığını olduğu yutturmacasını zihinlerde pekiştirip gözden düşmesini sağlamaktı.’’

Kureyş’in ileri gelen müşrikleri söyledikleri bu sözlerin doğruluğuna kendileri de inanmıyorlardı. Yapılan şey, taraftarlarının Kur’an mesajından etkilenip Muhammed’in sözünü dinlemelerini engellemekti. Kur’an'ın sözlerinin eskilerin masalları olmadığını kendileri de çok iyi biliyorlardı. Hatta taraftarlarının Kur’an’ın etkisi altına gireceklerinden korktukları gibi kendileri için de bu korkunun telaşı içerisinde idiler. İşte bu yüzden halkın güçlü nüfusunu sürekli yanlarında bulundurmak adına bir savaş yürütüyorlardı. Üstelik Peygamber’in bulunduğu yerlerde oturum düzenliyor ve aslında Kur’an mesajının sıradan, eskilerin masalları gibi bildik şeyler olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.

Müşriklerin henüz üç-beş kişi bile olmayan bu güçsüz, küçük topluluğa verdikleri tepkileri anlamamız için onların yapıp ettiklerine, nasıl bir iş tutarak zenginleştiklerine ve bu güçsüz, mazlum topluluğun müşriklere verdiği mesajı /rahatsızlığı iyi anlamaya çalışmak gerekir.

"Mekkedeki 7-8 büyük tefeci bezirgan (Kâbe çetesi) şehrin kaderine el koymuştu. Kâbe'nin arka sokaklarında lüks genelevleri işletiyorlardı. Gariban Mekkelilere faizle borç veriyorlar, ödeyemeyenin karısına, kızına el koyuyorlardı. Onları açtıkları gayet lüks döşenmiş fuhuşhanelerde Yemen'den, Habeş'ten, Mısır'dan, İran'dan vs. gelen zengin tüccarlara sunuyorlardı. Kimi Mekkeliler de ileride bunların eline düşmesin diye kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Bu şekilde Mekke'de insanlık dışı, vahşi bir düzen / iktidar (Yeda Ebu Leheb) vardı ve büyük bir dram yaşanıyordu.

Mekke'nin sokaklarında “Ebu Leheb'in iki eli kurusun” (Kahrolsun Ebu Leheb iktidarı, kahrolsun !) sesleri yankılanmaya başlayınca, “Bu kız çocukları hangi suçtan dolayı öldürüldü ?” denilince, bu dramı yaşayanlar, bu düzenin mağdurları bir anda bu sese doğru koştular. Bu sesi yükselten Hz. Muhammed'in (s. a.v) etrafını sardılar. Kılıçlarını çekip arkasında saf bağladılar. Etrafında toplananların daha çok gençler, kabilesizler, yolu kesilmişler (ibnu's-sebil), tefeci bezirgânlara borçlandırılmışlar, köleler, kadınlar, kızlar vs. olması bu nedenle gayet anlaşılabilirdir.’’ (R. İhsan Eliaçık)

Üstelik tüm bunlar yetmiyormuş gibi Kur'an öyle şeyler söylüyor ki, bu sözler müşrikler açısından yenilir yutulur cinsten değildir;
Biz istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerinin yerine mirasçı kılalım. Ve onları o ülkede hâkim kılalım. Firavun'a Haman'a ve askerlerine; başlarına gelmesinden korktukları şeyi gösterelim. (Kasas–5–6)
Kur’an açıkça bir yer değiştirmeden bahsediyor. Bu tefeci Kâbe çetesine diyor ki; "Sizlerin yerine, aşağılayıp durduğunuz, kendinizle bir tutmadığınız, mallarına zorla el koyduğunuz bu gariban Mekkelileri iktidar sahibi yapacağım. Şehrin yönetimini onlara vereceğim ve bu zayıflattığınız insanları sizlerin önderleri kılacağım. Kavganın nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyordur umarım. Kur’an'a eskilerin masalları diyen Malik b. Nadr ve arkadaşları bu yüzden Kur’an'ın bu açık vaadinden Mekke’deki garibanların haberdar olmalarını engellemeye çalışıyordu.

Ve Kur’an'ın vaadi her şeylerini pazarlıksız ortaya koyan devrimci müstez'aflar tarafından gerçekleştirildi. Müşriklerin orduları onların eliyle yok edildi. Ebu Leheb’lerin elleri kurutuldu. Bu gariban, zayıflatılmış, fakir, yalınayaklı Müslümanlar, bu müşriklerin önderleri oldular. Halbuki hayata mal-mülk ve sahip olduğu statü ekseninde bakan Ebu Cehil, kendisinden hiç alınmayacağını düşündüğü bu güç ve ihtişamından dolayı “zenci bir köleyle beni bir tutan din olmaz olsun” diyordu. Ama sonunda o da yok olup gitti, üstelik bu hor gördüğü, küçümsediği müslümanlar tarafından öldürüldü. Tabii bocalayanlar, ne bu tarafa ne de diğer tarafa yar olmayan, Allah’ın şaşırttığı kimselerde oldular.

İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın. (Nisa–143)

Böyle bir çelişki içerisinde hicret etmeyen, Hz Muhammed’in (S) ve müslümanların yanında olmayan, müşriklerle bir arada olmaktan kaçınmayıp dünya ile ahiret arasındaki dengeyi kuramayan ama Hz Muhammed’in (S) getirdiği dine inanan bu topluluğun akıbeti de çok kötü oldu. Onlar hakkında ayet indi ve barınaklarının cehennem olduğu kendilerine bildirildi. Elbette vardıkları yer çok kötü bir varış yeriydi.

Melekler, kendilerini zulme mahkûm edenlerin canlarını alırken onlara "Dünyadaki durumunuz neydi?" diye sorarlar. Onlar da "Ezilmiş zavallılardık " derler. Melekler onlara "Peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş değilmiydi ki ?" derler. Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir. (Nisa–97)

Aslında her şey açık ve anlaşılır bir şekilde resmedilmiş. Ayetler Kur'an'ın mesajına karşı sağır olan, Kur'an'ın mesajını eskilerin masalları olmakla itham eden müşriklerden, Kur'an'ı kurtuluş reçetesi olarak gören ve kendilerine vaad edileni almak için ona koşan zayıf bırakılmışlardan, kendilerini zulme mahkûm etmiş, ne o tarafa ne de diğer tarafa yar olmayan, bocalayıp duran zavallılardan bahsediyor. Her bir kesimin kendine göre hesapları var. Şimdi bu şablonu getirip kendi yaşantımız içerisinde anlamlandırmaya çalışalım. Görüldüğü üzere şahıslar, zeminler hatta şartlar değişse bile işin özü, mahiyeti aynıdır. Kur'an mesajı, müşriklerin aşağılayıcı tavırlarına karşı, akılları ve bedenleri köleleştirilmiş müslümanları başkaldırıya teşvik etmektedir. Çünkü Allah, umutlarını yitirmemiş, savaşımlarını sürdüren fakir ellere iktidar ve mutluluk vaad ederken, kendilerini zulme, köleliğe mahkûm eden Müslümanlara ise azabı, cehennemi vaad etmiştir. Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varıştır. Nisa–97 Dikkat ederseniz barınaklarının cehennem olacağı bu kişiler inanmayan kişiler değiller. Aksine burada İslam’ı kabul etmiş Müslüman olmuş kişilerden bahsedilmektedir. Müşriklerin aşağılamalarına, kendilerini zulme mahkûm etmelerine ses çıkarmayarak böylesine rezil bir hayatı kabullenmelerini Allah tasdik etmemekte ve onları sahiplenmemektedir. Çünkü bu kimseler iman ettikleri dinin gereğini yerine getirmiyorlar ve doğru yerde bulunmuyorlardı. Ortada idiler ve bir tarafta yer almaya yanaşmıyorlardı. İstiyorlardı ki, zahmet olmasın, sıkıntılar oluşmasın, hiç kimsenin düşmanlığı onların üzerlerinde olmasın ve bu inanış biçimlerini de Allah Kabul etsin. Her iki tarafı da idare etmeye çalışan böyle bir inanç şeklini Rabbimiz onaylamamakta ve çok net bir cevap vermektedir: Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varıştır. Nisa–97 Bu tarz bir yaşantıya sarılmış olan bu gibi Müslümanların (!) durumları Nisa Suresinde şöyle izah edilmektedir: 143 - İki taraf arasında yalpalıyorlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olmuyorlar. Görüldüğü üzere İslam olmak tek başına bir anlam ifade etmiyor, "Müslüman oldum" demek aynı zamanda doğru yerde bulunmayı da beraberinde gerektiriyor. Bizler çok doğru Müslümanlar olabiliriz, fakat vahyin işaret ettiği yer bulunduğumuz yeri tarif etmiyorsa bu inanış şeklimizin Allah katında herhangi bir geçerliliği olmayacaktır. Üstelik bu halimizle müstez'af kardeşlerimizin gönüllerinde de herhangi bir etkiye sahip olamayız.

Şu anda yapıp ettiklerimiz Peygamberin öğretileriyle çelişen bir durum arz ediyor. İlk tercihimizden sonraki adımlarımızı atmakta zorlanıyoruz. İlk dönem Müslümanların müşriklerle kendileri arasındaki gösterdikleri net ayrışımı bizler günümüz müşrikleri karşısında gösteremiyoruz. İndirilen vahye karşı yaklaşımımız bütüncül bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın tüm ayetlerine eşit mesafede değiliz. Hangi ayetlerin yaşanması gerektiğine bizler değil çağımızın Ebu Cehilleri karar veriyor. Çünkü şu an itibariyle bizler vahyin temel teşkil ettiği bir inanç biçiminden çok kapitalist bir din anlayışının temel teşkil ettiği bir İslam anlayışına sahibiz. İslam adına ileriye doğru atacağımız adımlarımızı büyük ölçüde nasıl daha fazla hayatta kalabileceğimiz, nasıl rahat bir yaşam sürdürebileceğimiz, nasıl daha fazla mal-mülk sahibi olabileceğimiz gibi birtakım meseleler belirlemektedir. Korkularımızı yenebildiğimiz oranda Kur'an’ın diğer ayetlerini gündemimize alabiliyoruz. Kur'an'a karşı gösterdiğimiz bu parçacı yaklaşım, kendisine karşı mücadele ettiğimiz sistemi de tümden reddetmemizi engelliyor. Halbuki yukarıdaki ayette, tümüyle reddetmeyerek her iki kesimle de ilişkileri sürdürmek münafıkça bir davranış olarak nitelendirilmiştir. Yani Allah, cahili kavramların kullanıldığı bir mücadele biçimini onaylamamaktadır. Müşriklerin kurdukları sistem içerisinde, onların kelime ve kavramlarını kullanarak yürüttüğümüz mücadele İslami bir mücadele değildir. Bugün yaşadığımız endişe ile mallarının ve statülerinin ellerinden alınacağı endişesiyle hicret etmeyen Müslümanların (!) taşıdığı endişe ve sergilenen davranış şekli aynıdır. Dolayısıyla bugün müşriklerin kelime ve kavramlarından, onların rızk kapılarında iş-güç sahibi olmaktan tümüyle hicret etmenin ve sistemi bütünüyle reddetmenin yollarını bulmak zorundayız. Aksi takdirde Ebu Leheb’lerin ellerini kurutamayız. Bu daha çok bizlerin vergilendirilmiş hayatlarıyla onların daha da zenginleşmelerine sebep olur. Burada yapmamız gereken ilk tercih, hiç vakit kaybetmeksizin fakir ellerimizi birleştirmek, zalimler karşısında güçlü hale gelmek olmalıdır. Mallarımızdan, hayatlarımızdan, ihtiraslarımızdan, tutkularımızdan vaz geçmeyi göze alarak kardeşlerimizin yanına hicret edebilmeliyiz. Aksi halde bu kararsızlık neticesinde iki tarafa da yar olmayanlar gibi ölüp gideceğiz. Eğer dünyaya olan bağlılığımız, makam ve mevkii düşkünlüğümüz bizleri esir almışsa iş tamamen kördüğüm ifadelere dökülebilir. Bir müslümanın mazlum Müslümanların kanlarını akıtan zalim bir lidere ‘’aziz dostum’’ dediğini bile duyabilirsiniz. Hatta bu müşriklerin kanlarını akıttıkları Müslümanlarla aynı inancı paylaşan bir başka Müslümana ‘’dostluğundan şüphe duymuyorum’’ dediğini dahi duyabilirsiniz. ‘’Aziz’’, 'mağlup edilemez' anlamına gelir ve Allah’ın doksan dokuz isminden biridir. Mekke döneminde müşrikler bu ismi kendi putlarına takmışlardı. Ne acıdır ki, bugün Müslümanlar mazlumları katleden zalim liderlere "aziz dostum" şeklinde hitap ediyorlar. Hatta iş öyle bir boyuta ulaşıyor ki, konu ‘’biz müşrikliğin gereklerini sizden daha iyi yerine getiririz, siz bu işi bize bırakın’’ demeye kadar geliyor. Dolayısıyla bu kavram kargaşasına bir an önce son verilmelidir. Aksi takdirde münafıkça yaşanan bir süreçte Müslümanlık iddiasında bulunmak abesle iştigal olacaktır. (Allah hepimizi bundan muhafaza etsin)

Vurgu yapmaya çalıştığımız şey, mücadelenin kendi kimliğimizle yapılması gerektiği konusudur, müşrikler karşısında kendi kavramlarımızla var olma mücadelesidir. Müstekbirlerin kavramlarını kullanarak yürüdüğümüz yolun İslam olamayacağını artık anlamamız gerekiyor. Eğer bu yolla başarılı olunabilseydi şimdiye kadar toplumun dönüşümünde etkili olurduk. Oysa görünen o ki, toplum İslami değerlere değil batılı değerlere doğru bir dönüşüm yaşamaktadır. Çünkü toplumsal dönüşüm için kullanılan kavramlar İslami değil batılı kavramlardır. Yani bu durumda arpa ekip buğday biçmemiz söz konusu değildir. Eğer kendi kavramlarımız uğruna zulümlere, işkencelere karşı durabilseydik, günümüzün gençleri, kabilesizleri, kimsesizleri, yolu kesilmişleri, faizle borçlandırılıp malları hacizle kaldırılanları, genelevlere satılan kadınları, çağdaş köleleri, işçileri, ürünleri iyi bir paraya sattırılmayan köylüleri, balici çocukları, makinelere dönüştürülüp köleleştirilmiş memurları bizlerin yanında hidayete tabi olur ve Allah yolunda hep beraber kavga vermekten kaçınmazlardı.

Umarım İslam’ın müşriklerden ayrışma gibi bir gerekliliğinin olduğunu fark edebilmişizdir. Ancak her nedense yukarıda anlatılan konularda kendimize karışılmasını istemediğimiz gibi Kur'an'a yaklaşım tarzımıza da karışılmasını istemiyoruz. Yaşantımıza karışmayan bir kitabı sahipleniyor, raftan inmeyen, duvarlarımızda asılı olan Kur'an bizim kitabımız olsun istiyoruz. İşte bu yüzden Ebu Leheb’in, Ebu Cehil’in, Malik b. Nadr’ın rahatsız olduğu, mesajının duyulmasını engellediği kitaptan günümüz müşrikleri rahatsız olmamaktadır. Daha çok rahatsızlık duyan kesim Müslümanların farklı cemaatleri oluyor. Kur'an'ın mesajına en sert tepkiler yine bu kesimlerden geliyor. Zira 'Günümüz Müslümanları' (!) Kur'an'ın içeriğinden, bu ilahi mesajın kimleri tehdit ettiğinden habersiz durumdalar. Onlar Kur'an'ı, cenaze ve düğünlerinde Arapça olarak okunan, sadece törensel işleve sahip bir kitab olarak görüyorlar. Bu düşünce, müşriklerin çıkarlarına dokunmayan, asılı olduğu duvarlardan indirilmeyen, Allah’ın mesajlarını anlamayan hafızların dilinde Arapça olarak okunan garip bir kitap anlayışının ürünüdür.

“Apaçık tebliğin gündeme gelmesi ile, yaşanmakta olan bu muğlak durum elbetteki değişmeye başlayacaktır. Allah'a inanan fakat İslam'ı bilmeyen samimi insanları aldatmak için ellerine Kur'an'ı Kerim'i alarak kürsülerde, minberlerde ve televizyonlarda; "Bu yüce kitab... Bizim İlahi kitabımızda..." diyen müstekbirler ve belamlar, ellerine aldıkları o Kitab'tan yükselen davete şahit olacaklar. Dünyevi çıkar ve menfaatlerine düşkün olanlar, bu ilahi davetten rahatsız olacaklar ve yaşamadıkları o Kerim Kitabı ellerine alarak ne kendilerini ne de çevrelerindeki insanları aldatamayacaklarını anlayacaklar. İşte böyle bir durumda, Kur'an'ı Kerim'e kimlerin sahip çıktığı ve Kur'an'ı Kerim'in kimlerin Kitab'ı olduğu da ortaya çıkacaktır.’’(M. Alagaş) Böylelikle bu bocalama halinden kurtulabilir ve net tavırlar sergileyebiliriz. Sürekli olarak münafıkların tavrını sergileyen, net bir tutum ortaya koyamayan, her iki tarafı da idare etme telaşındaki Müslümanlara da (!) hak ettikleri şekilde yaklaşmış oluruz.

Öyleyse gelin hep birlikte ümmet olma yolundaki engelleri kaldıralım. Dünyaya bağlılığımız sebebiyle geçmişte Malik b. Nadr ve arkadaşlarının Kur'an'ın anlaşılmaması için yaptığı engellemeleri farkında olmaksızın bizler yapmayalım. Uyarıcılara karşı vefalı olalım. Kur'an'ın tavizsiz mesajlarını "dünyalığımızı tehdit ediyor" gerekçesiyle eskilerin masalları olarak görmeyelim. ‘’Biz bunları daha öncede duymuştuk, geçin bunları‘’ türünden ifadeler kullanmayalım. Münafıklar gibi ne o tarafa ne de bu tarafa yar olamama halinden arınalım. Yerimiz güçsüz, fakir, zayıf bırakılmış kardeşlerimizin yanı olsun. Değerlendirmelerimiz Ebu Cehil’in “zenci bir köleyle beni bir tutan din olmaz olsun” yaklaşımıyla benzerlikler taşımasın. İnşaallah İslam’a inanıyor olmakla birlikte durmamız gereken yerin de İslam’ın belirleyeceği yer olması gerektiği bilinci içerisinde hayatımıza yön veririz.
Allah’a emanet olun.

Selam ve dua ile…