Hikmet ERTÜRK

14 Ocak 2015

ONLARIN İŞLERİ ARALARINDA DANIŞMA İLEDİR

Arapça'da şura, şe-wa-ra kök harflerinden türetilmiştir ve bu harflerden türetilen kelimelerde; balı yerinden çıkarıp almak, elle ya da bakışla işaret etmek anlamındadır. İslami ıstılahta ise kazandığı anlam da benzer şekilde farklı düşünceleri alıp onların içlerinden güzel olanı bulup çıkarmaktır.

Müminlerin yapacakları işlerde birbirlerine danışmaları gerektiğini Kur’an bize haber vermektedir. Bu davranış Müslümanların özelliklerinden biri olarak sıralanmış. Kur’an, yönetim ve diğer işlerinde müminlerin birbirlerine danışmalarının, onların ayrılmaz niteliklerinden birisi olduğunu belirtmektedir:

"Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında şura(danışma/istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." (Şura-42: 38).

Şura emri, iman ve namazdan sonra, infaktan ise önce zikredilir. Ayetten açık bir şekilde anlaşılır ki şura iman, namaz, infak gibi önemli bir vazifedir. Sanki ayet şahsi ve toplumsal hayatın vazgeçilmezlerini sıralamıştır.

Mümin olmanın bir takım vasıfları var. En önemli vasıflarından bir tanesi de kabul ettikleri onayladıkları Rablerinin sözlerini yaşantılarında tatbik ediyor olmalarıdır. Sözlerinde samimi olduklarının göstergesi olarak Şura Suresinde namazlarını dosdoğru kılmaları, işlerini kendi aralarında danışma ile yapmaları ve kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcamaları istenmektedir. Öyleyse bizler iman iddiamızın doğruluğunu böylesi amelleri yerine getirip getirmediğimize göre ölçmeliyiz.

Aslında bu ameller bir birleri ile iç içe birlikte yapılması gereken amellerdir. Fakat bizler yaşantımız içerisinde bu ibadetlerden birini yaparken çok dikkatli davranıyorken diğer yapılması gereken ibadetin yapılması gerektiğinin bile farkında olmuyoruz. Mesela namazlarımızı düzenli ve dikkatli ikame ediyorken konuşup danışmamız gereken işlerimizde mümin kardeşlerimizle istişarede bulunmuyoruz. Hatta istişarede bulunmayı bırakalım bir araya gelip birbirlerimizi bile görecek vakti ayırmıyoruz. Yani namaz nasıl Allah’ın bizlerden yapmamızı istediği bir ibadet ise işlerimizi birbirlerimize ya da takvalı olanımıza danışmakta yapılması gereken bir ibadettir. Namaz kılmadığımızda nasıl bundan rahatsızlık duyuyor isek işlerimizi danışmadan kendi başımıza yapıyor her işimize kendimiz karar veriyorsak bu da rahatsız olmamızı gerektiren çirkin şeylerdendir.

Bizler Allah’a teslim olmuş Müslümanlarız. Ve bizlerin işleri aramızda danışma iledir. Buna herhangi bir itirazımızda söz konusu olamaz. Çünkü bunu bizlere söyleyen Yüce Allah’tır.

"Onların işleri aralarında danışma iledir."

“İfade onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor. Böylece tüm hayatlarını şura boyası ile boyuyor. Bu ayet, bir İslam devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu nitelik müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu, bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman cemaatin temel bir niteliğidir, karekteristik özelliğidir.”1

O yüzden danışma istişare sadece yönetim ile ilgili konuları içermez. Çünkü Müslümanlar aynı zamanda cemaattirler. Ve toplum içerisinde yaptıkları hal ve hareketler tüm kardeşlerini etkileyecek şekildedir. İslam adına yanlışa düşmemek için Müslümanlar geneli ilgilendiren işlerde birbirlerine danışmalı ve çıkan sonuca göre hareket etmeliler. Çıkan sonuç bazen kendi aleyhlerinde olsa bile bu sonuca rıza göstermeliler. Bu hali ile yapmaları gereken işleri de böylelikle önceden planlamış olurlar. Bu az hata yapmamızı sağlayacaktır. Aslında Müslümanlar fark etmedikleri bir şekilde seküler (hayatın dinden bağımsız hale getirilmesi) bir hayatı benimsedikleri için yaşantıları içerisinde İslami yaşantıları olmayan o konu ile ilgili diploması olan bazı yetkili kişilere oldukça fazla danışıyor onlar ile istişare ediyorlar. Mesela psikologa gidip özelleri de dahil bir çok şeyi paylaşıyor o kişiden öğütler alıyorlar. Ya da iş yerlerinin muhasebesini İslami durumlarına değil yetkinliklerine bakarak İslami yaşantısı olmayan kişilere vererek bazı mesleki sırlarını onlara açmış ve onlardan fikir almış oluyorlar. Aslında bu ve benzeri şeyler İslami bir sistemde yaşamadığımız için kontrol edilemiyor. Burada Müslümanların kendilerinin bir bilinç üretmeleri gerekiyor. Böylesi meslekler ile ilgili İslami şahsiyeti olan kimseleri tercih etmeliler.

Çünkü Yüce Allah; “Ey müminler, kendinizden başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz…” (Al’i İmran-118) diyor.

Bu yüzden Müslümanlar birbirleri ile istişare etmeli sırlarını da ancak birbirlerine vermelidirler. Bunun parasal karşılığı olmamalı değerler/ilkeler adına hareket edilmelidir.

Al’i İmran suresindeki yukarıda ki ayet açıkça şunu da gösteriyor ki istişare edemeyeceğimiz bizden olmayanların bizleri yönetiyor olması da düşünülemez. Bu konu günümüzde “adalet devleti” bahsinde tartışılıyor olsa da “İslam siyaset tarihinde hiç bir fakih kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur'an'la sabittir ki kâfirlerin müminler üzerinde velayet hakkı yoktur.

"Allah kâfirlere müminler üzerine asla velayet hakkı tanımamıştır.”(Nisa,141)”2

Evet, bizler Rabbimizin davetini kabul ediyoruz. Birbirlerimize danışmayı önemli bir ibadet olarak görüyoruz. Ve kazançlarımızın eksilmesine razı oluyoruz. Zaten Müslümanlar bu konuyu başka bir şekli ile düşünemezler.

Çünkü;

"Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında şura(danışma/istişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar." (Şura, 42: 38).

Bu ayetleri şöyle de anlayabiliriz.

Allah’ın davetini kabul edenler namazı dosdoğru kılarlar. Namazlarını kılmıyorlarsa Allah’ın davetini tam anlamıyla kabul etmiş sayılmazlar. Onlar işlerini kendi aralarında danışma ile yaparlar. Eğer birbirlerini veli/dost edinemiyor birbirlerine danışmadan iş yapmayı normal görüyorlar ise Allah’ın davetine tam olarak icabet etmiş sayılmazlar. Onlar kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcarlar. Eğer kazançlarını Allah yolunda harcayamıyorlar, kazançlarını paylaşmaya yanaşmıyorlar ise gerçek manada Allah’ın davetine icabet etmiş sayılmazlar.

Davalarında samimi olan kardeşlerimiz/bizler mal/mülk sevgisini bir an önce yenmeli ve Allah yolunda sağlam adımlar atmalılar/atmalıyız. Hiçbir şeyimizi kaybetmeden eksiltmeden davamızı başarıya ulaştıramayız. Allah’ın dinine davet için birçok fedakârlıkta bulunmamız gerekir. O yüzden “Allah'ın dinine davet için maddi harcamada bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın ifade ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir. Ayrıca bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve paylaşma bazen hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde kapsamlı olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar ortadan kalkıp durum normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti..”3

Allah Resulü (S) buyurdu ki; “İçinde oturamayacağınız evler yapıyorsunuz, yiyemeyeceğiniz şeyleri topluyorsunuz, ulaşamayacağınız emeller besliyorsunuz. Nefsin heva ve istekleri sizi ayrılığa düşürmesin, başkalaştırmasın.

Dünyada misafir gibi olun. Mescidleri kendinize ev edinin. Kalplerinizi incelik ve yumuşaklığa alıştırın, çokça tefekkür edin ve ağlayın.”4

Bu halimizle Allah Resülü’nün (S) tavsiyelerine uyuyor gibi görünmüyoruz. Dünya kazançlarına dair isteğimiz gerçekten de bizleri ayrılığa düşürebiliyor. Kardeşler olmayı bir türlü başaramıyoruz. Kalplerimizde birbirlerimize karşı incelik ve yumuşaklık yok.

Böylesi sıkıntılarımız şunu gösteriyor ki Allah’ın ayetlerini anlamak adına ciddi bir uğraşımız yok. Allah’ın bizlerden ne istediğini tam olarak anlamıyoruz. İstenilen bir ameli tam olarak içselleştirip bir parçamız yapamadan başka bir amelin birazını daha yapmaya çalışıyoruz. Kur’an’ın emirleri üzerimizde parça parça bölünmüş bir şekilde duruyor.

Bu anlamda Şura suresinde ki ayetlerin sırasını takip edersek burada ki amellerin/ibadetlerin başlangıcını da yarım yapıyor ya da hiç yapmıyor isek bu ayet ile bütünleşememiş hayatımızın bir parçasına dönüştürememiş isek bizler bir sonraki ayetlerin uygulayıcısı olamayız. Böyle bir istek içimizde zaten var olmayacaktır.

O yüzden; Büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınıp davamız uğruna kızdığımız zamanda affedebiliyorsak (Şura-37), Rabbimizin çağrısına uyup namazımızı dosdoğru kılıyor, işlerimizi istişare ederek birbirlerimize danışarak yapabiliyorsak ve Allah’ın bizlere verdiği rızıktan hayır için harcamada bulunabiliyorsak (Şura-38) İşte o zaman bizlerin Zulüm ile ilgili de kaygımız oluşacaktır. Ve yalnız kendimiz ile ilgili haksızlıklara değil kardeşlerimiz ile ilgili haksızlıklarda da onlarla birlikte yardımlaşarak kendimizi savunabiliriz. Çünkü bu bizlerin en belirgin özelliği olmak zorundadır.

Kur’an bu konuda şöyle söylemektedir;

 “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar.”(Şura-39)

40- Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder, barışırsa onun mükafatı Allah'a aittir. Doğrusu Allah zalimleri sevmez.

41- Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur.

42- İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır.

43- Fakat kim sabreder kendisine yapılan kötülüğü affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

"Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselerin aleyhine bir yol yoktur." "İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır. İşte can yakıcı azap bunlaradır."

“Buna göre zulme uğradıktan sonra kendini savunarak zulmü bertaraf eden, kötülüğe onun gibi bir kötülükle karşılık veren, ama haksızlık etmeyen kişi hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü o yasal hakkını kullanmıştır. Hiç kimse onu sorumlu tutup yargılama yetkisine sahip değildir ve hiç kimse onun karşısına geçip engelleyemez. Karşılarına dikilip engel olunması gerekenler insanlara zulmedenlerdir, yeryüzünde haksız yere azgınlaşanlardır. Çünkü içinde zalimler bulunduğu ve bu zalimler insanların tepkisiyle karşılaşmadıkları, zulümlerinden vazgeçirilmeye çalışılmadıkları sürece yeryüzü ıslah olmaz. Azgınlar diledikleri gibi haksızlık ettikleri ve hiç kimse tarafından engellenmedikleri, direnişle karşılaşmadıkları sürece yeryüzündeki hayat normal akışını sürdüremez. Yüce Allah zalim ve azgın kişileri acıklı bir azapla tehdit ediyor ama insanların da zulüm ve azgınlığa karşı çıkmaları, yolunu tıkamaları gerekir.

Ardından ayetlerin akışı yeniden, dengeli ve ölçülü davranmaya, nefsi kontrol etmeye, kişisel durumlarda sabır gösterip hoşgörülü davranmaya ilişkin konuya dönüyor. Kuşkusuz hoşgörülü davranmanın haksızlığı bertaraf edebilme durumu için geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda sabırlı davranıp hoşgörü göstermek üstünlüğün belirtisidir, küçük düşürülmenin değil. Onurluluğun belirtisidir, aşağılanmanın değil:”5

Şüphesiz zalimler ile hesaplaşmak için daha çok yol kat etmemiz gerekecek. Çünkü önce kendi zalimliklerimiz ile hesaplaşmamız kendimize zulüm etmeyi bırakmamız gerekiyor.

Bütün Peygamberler tüm insanları tevhide davet etmişlerdir. Adalete davet etmek ise ikinci sırada gelmektedir. Adaletin karşıtı zulümdür. Tevhidin karşıtı ise şirktir. Allah’tan başkasını hüküm sahibi sanmak, O’na eş ve ortaklar koşmak buna göre ameller işlemek şirktir.

 Bugün zulüm kavramı insanlar tarafından çokça kullanılmaktadır. Fakat anlamı oldukça fazla değiştirilerek kullanılmaktadır. Arapça olan ve "Za-Le-Me" kökünden gelen bu terim, birçok manayı ifade eden bir kavramdır. Arapça mütehassısları, zulüm terimini "bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymak, eksiltmek, çoğaltmak ve mahiyetini değiştirmek" olarak tarif etmişlerdir.

Zulüm kavramı günümüzde daha çok fiili şiddet, cana mala kast etme olarak anlamlandırılmaktadır. Bu İslami ıstılahta çok dar bir anlamdır.

Mesela İslam’da bir kişinin farzları terk ederek haramlar işlemesi kazandığı günahlar anlamında kendine yapmış olduğu bir zulüm olarak ele alınmaktadır. Müslüman kişi bu hali ile farzları terk edip haram işlediğinde yani kendilerine zulüm ettiklerinde Allah’tan hemen af dileyen kimselerdir. Bir müslümanın bu hali ile zulüm işliyor olması düşünülemez. Zalim birisi aslında tam anlamı ile Müslüman sayılmaz.

Bizler Kur’an’ı Allah’ın adı ile O’nun istediği tarzda düşünerek anlayarak okumadığımız için farzların sayısını da oldukça eksiltmiş durumdayız. Ve Kur’an’da geçen birçok hükümden de habersiziz. Bu anlamda Kur’an’ı başkalarının bilmedikleri anlamadıkları dilde müzikal bir şekilde okumaktan vaz geçerek anlayarak okuyup oradaki hükümlerden farzlardan bir an önce haberdar olmalıyız.

Mesela haksızlık yapmak zulüm olduğu kadar cimrilik yapmakta zulümdür. Hırsızlık yapmak zulüm olduğu kadar hakkı gizlemekte zulümdür. Yani bizler Kur’an’da geçen bir hükmü başımıza gelebilecek bir sıkıntıdan dolayı saklıyor isek buda bizim kendimize ve insanlara yaptığımız bir zulümdür. Bu konular sanırsam çok eksik olduğumuz yanlarımız. O yüzden bizler İslam’ın yaşanırlığını din adına engelleyen ya da onu mecrasından çıkararak farklı bir yorum ile değiştiren, olması gereken yere koymayan, İslami kavramların içini boşaltan bizlerden sandığımız bir takım kişilere karşıda dikkatli olmalıyız. Onların bizlere bu şekilde yapmış oldukları zulmü de görmeye çalışmalıyız.

Bu konuda kendine ve çevresine zulüm yapmadan hakkı ve hakikati konuşabilen takvalı müminler ile istişareler yapmalı onlara danışmalıyız. Bu bizlerin hatalarını azaltacaktır.

Bu halimizden kurtulabilirsek yeryüzünde bozgunculuk yapan kâfirlerin zulümleri ile de başa çıkabiliriz. Kendimiz kendimize zulüm ediyorken bunu başarmamız mümkün değildir. Böylesi bireylerin olduğu bir toplum kendi âlimlerini de çıkaracaktır.

Allah inşallah bunca yıl bunu başaramamış olmamızdan dolayı bizleri affeder. Bizlere gerçek zulüm edicilerin kimler olduğunu kavrayan bir bilinç verir. Hakkı hak batılı batıl görmemize yardımcı olur. Hakta ve adalet üzere toplanmamızı nasip eder. Şura/danışma bilincini kalplerimize yerleştirir. Tavsiye edilen, çıkan sonuçları kalplerimizde şüphe oluşturmadan kabullenmeyi bize nasip eder. İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak etmez. İnşallah bizler Allah’tan gelen davete icabet edeceğiz. Namazlarımızı müstekbir zalimleri rahatsız edecek şekilde dosdoğru kılacağız. Tüm işlerimizde de birbirlerimize danışacağız. Kendimizden olan emir sahiplerine de itaat edeceğiz.

Selam ve dua ile…

Dipnotlar:

1-Seyyid Kutub, Şura suresi 38. Ayet Tefsiri

2-Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar,1996 dokuzuncu baskı, sayfa 239

3-Seyyid Kutub, Şura suresi 37. Ayet Tefsiri

4-(Hılyetu-Evliya 1/358 ,Camiu's-Sağır 6433)

5- Seyyid Kutub, Şura suresi 42. Ayet Tefsiri