Hikmet ERTÜRK
ŞEHİD GAZZE
“…Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın.” (Muharref Tevrat Tensiye Bölümü, Ayet 10–17)
“…Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür." (Muharref Tevrat 1. Samuel Bölümü, Ayet 3)
Herkes kendi dinini yaşıyor değil mi? Tanrıları böyle emrediyor, erkekten kadına, çocuktan emzikli olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldürün diyor. Size vaat edilen topraklarda yaşayan hiçbir canlıyı sağ bırakmayın.
Bu şu demek oluyor: Gazze'de öldürülecek herhangi bir canlı kalmadığı taktirde vaat edilen topraklarda yaşayan Türkiyeli Müslümanların da öldürülme zamanları gelecektir. Sakın olur mu öyle demeyin. Sözde İsrail’in eski Cumhurbaşkanı İzak Rabin’in vaat edilen bu topraklar ile ilgili "Tevrat tapu kadastro metni değil’’ dediği için kendi halkından olan Yigal Amir tarafından öldürüldüğünü unutmayın. İşin daha ilginç tarafı ise İzhak Rabin öldürülünce Ürdün Kralı Kral Hüseyin çılgına dönüyor. Kardeşim dediği İzhak Rabin için bakın neler söylüyor:
“Kardeşimin, dostumun ve arkadaşımın yokluğuna kederleniyorum. Onun bize, bizim de ona saygı duyduğumuz bir askerdir o. Rabin, barış için bir asker gibi yaşadı ve barış için bir asker gibi öldü. Allah seni kutlu kılsın. Bizler ne utanıyoruz, ne korkuyoruz, ne de arkadaşımın aynen dedem gibi uğruna feda olduğu mirası sonuçlandırmak için bu kadar çok kararlıyız. O cesaretin ve vizyonun adamı idi ve kendisine bir adamın sahip olabileceği en büyük meziyetler bağışlanmıştı. Cesurdu, ileri görüşlüydü ve kendini barışa adamıştı. Sizin huzurunuzda, halkımın önünde ve dünyanın önünde söz veriyorum ki; aynı mirasa bizlerin de sahip olabilmesi için azami gayreti göstereceğim.”
Bu adamın babası ise Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’dir. Hani şu İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı askerleriyle savaşan kişi. İşte bu yardımlarından dolayı, İngilizlerin, oğullarından birine bağışladığı ülkelerden birisidir Ürdün. Halkı Müslüman bir ülke.
Kral Hüseyin (şimdi oğlu Abdullah o makamda) ya da Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ya da diğer çoğu İslam ülkeleri(!)nin liderleri... Bunlar sözde İsrail devletiyle kirli ilişkileri, sıkı dostlukları olan işbirlikçiler. O yüzden Müslümanların bu ve benzeri ülke yönetimlerine aldanmamaları gerekir. Bu ülkelerin yöneticilerinin Müslüman kardeşleri için yardımda bulunacağını düşünmek çok safça bir temennidir.
Mısır hükümeti Gazze’deki müslümanlar için tek çıkış kapısı olan Refah’taki sınır kapısından geçişlere izin vermiyormuş. Vermeyecek tabi ki? O da kendi dininin gereklerini yerine getiriyor. Yanlış olan Müslümanların böyle bir istekte bulunuyor olmalarıdır. Şu anda dünya üzerindeki tüm Müslüman ülkelerin bir şekilde güçsüzlüğü, yönetimlerinin halklarından habersiz bir şekilde düşmanlarına olan gizli bağlılıklarındandır. Bunu anlamanın en güzel yolu bu liderlerin söylediklerine yaptıkları duygusal konuşmalarına değil de fiili olarak bulundukları ilişkilere bakmak yeterlidir.
İşgalci İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Gazze’de yaptığı katliamlar karşısında "Dünyadaki imajımızın ya da kimin ne söylediğinin hiçbir önemi yok’’ demesi öylesine söylenmiş bir söz değildir. Tamamen içi dolu, bilerek söylenmiş bir sözdür. Yıllarca bıkmadan çalışmalarının ürünü olarak tüm dünyada elde ettikleri kazanımlarının rahatlığıyla söylenmiş sözlerdir. Bu bağlamda gün onların günü, büyük oranda dünya yönetimleri de onların dostları durumundadır.
Bu yüzden tağuti sistemlerden istekte bulunmayı bir kenara bırakıp, Kur’an'ın bizlere söylediği sözleri dikkate alarak hareket etmemiz en doğru ve tek yoldur. Yeryüzünde çıkan bu kargaşanın çıkış sebebini, bu kahrolasıca müstekbirlerden, münafık devlet başkanlarından değil de Kur'an’dan dinler isek daha doğru yol azıklarını da yakalamış oluruz.
Müslüman ülkeler de dahil tüm dünyanın bu kadar geri durmalarına anlam vermeyen Müslümanlar olayların sebeplerini de anlamakta güçlük çekiyordur. Halbuki tüm bu olayların sebepleri çok açık bir şekilde Kur’an'da belirtilmektedir:
Bütün bunlarla birlikte, [unutmayın ki] hakkı inkâra şartlanmış olanlar birbirleriyle müttefiktirler; siz de (birbirinizle) öyle olmadıkça yeryüzünde fitne ve büyük bir karışıklık baş gösterecektir. (Enfal–73)
İnkâra şartlanmış olanların birbirleriyle müttefik olduklarını zaten gözlerimizle görmekteyiz. Ufacık bir beldeye tüm güçleriyle saldırıyorlar. Fakat ilk dönemde Hz. Peygamber'e karşı çıkan müşrikler ile bugün Müslüman kardeşlerini arkadan vuran, karşılarında duran, onlara zulm edenler arasında önemli farklar var. İlk dönem müşrikleri İslam’a açıkca muhalefet ediyorlar, karşısında duruyorlar ve Peygamber'in elçiliğini kabul etmiyorlardı. Ama daha sonra Hz. Ali ve Muaviye dönemi çok farklı olmuştur. Bu dönemde ise Hz. Ali’ye karşı duranlar kendilerinin daha iyi Müslüman olduğunu söylüyorlar ve böylelikle saltanatları ve işledikleri cürümleri de İslam adına rahatlıkla yapabiliyorlardı. İşte bizler böyle bir dönemde yaşıyoruz. Tıpkı o dönemde olduğu gibi yöneticileri münafık olan Müslüman devletler(!)in türediği bir dönem. Elbette ki yukarıdaki ayette bahsedilen müttefik olma hadisesi müşrik devletlerle işbirliğine giren Müslüman etiketli münafık tipli kişilerle müttefik olmak değildir. İşte bu yüzden bizlerin de yaşadığı beldelerde bu tarz kördüğüm ilişkiler izlenecek yol konusunda karışıklığa sebebiyet vermektedir.
Öncelikle Gazze’deki kardeşlerimizin katledilmeleri karşısında onlara verebileceğimiz en önemli şey bizlerin yukarıdaki ayet çerçevesinde kardeşler olmaya ikna olmamızdır. Şu günlerde meydanları dolduran, kardeşleri için destek mesajları veren kalabalığın kendi gücümüz olduğunu da düşünmeyelim. Bir adım atılacaksa önce soruna bir teşhis konulmalı ve kontrollü hareket edilmelidir. Şunu hatırlayınız ki bir arada meydanlara indiğiniz kalabalığın büyük bir bölümü samimi kardeşlerini en ufak bir baskıda yarı yolda bırakan, müşriklerle uzlaşan, onların sistemlerini meşrulaştıran kişilerden oluşmaktadır. Bu kalabalığı kendi gücünüz zannederseniz yine aynı hayal kırıklıkları ile karşılaşabilirsiz. Benim en çok içimi burkan şey ise bu kalabalık içerisinde gerçekten her şeyleri ile samimi kardeşlerimin hak ettikleri emeklerinin karşılık görmemesidir. Allah onlardan razı olsun. Tabi ki bu eylemleri gereksiz olduğunu düşünmüyorum. Yapılacak şeylerin çok kısıtlı olduğu ve bu tarz şeylerin de Müslümanlara moral vereceğinden hiç kuşkum yok. Benim üzerinde durmak istediğim şey resmi iyi okumak, görünmeyen kısımları da iyice tahlil etmek ve doğru adımlar atabilmektir. Tecrübelerle sabittir ki bu dava duygusallık kaldıracak bir dava değildir.
Sık sık söylenen "ABD ve İsrail mallarını kullanmayalım" ve benzeri boykot söylemlerini söylerken bu söylemin içini de doldurabiliyor muyuz? Ben burada hemen şunu belirtmeliyim ki burada bu tarz bir söylem kullanılırken dikkat etmemiz gereken önemli başka şeyler de vardır. Türkiye'de alınmaması gereken ABD ve İsrail malları yanına İsrail ile ilişkileri olan ülkeler ve bu ülke ve firmaların İsrail ile ilgili yaklaşımlarını da eklediğinizde evinize götürebileceğiniz hiçbir şey kalmıyor. Biz şunu gözden kaçırıyoruz ki yenidünya düzeni kurulurken biz galip olan ülkeler içerisinde değildik. O dönemki savaşı kaybettik. Şu anda batılı ülke ve galip gelen ülkelerin kurdukları oyun sahası içerisindeyiz. Bu işin içerisine Birleşmiş Milletlerden bankacılık sektörüne kadar her şeyi katabilirsiniz. Şu dünyanın haline bir bakarmısınız? İnsan haklarının her gündeme getirilişinde bile binlerce Müslüman’ın kanı akıtılmaktadır. Nato, Birleşmiş Milletler, IMF vb kurumlar karşısında münafık devlet başkanlarının yönettiği 'İslam Konferansı Örgütü' hariç, Müslümanların kendi inançları doğrultusunda ihdas ettiği herhangi bir kurum mevcut değilken, Müslümanlar söz konusu kurumların üyesi konumundadırlar. Gregoryen takvimi, kapitalist finans kurumları, internet, dolar-euro, F16, Mercedes, BMW, Bosch, General Electrıc... Bize ait olan hiçbir yok. İslam Cumhuriyetiyim diyen, Amerika’yı büyük şeytan ilan eden İran bile dünya ile alışverişinde batı ülkelerinin parasını kullanmak zorunda kalıyor. Öyle bir sistem kurulmuş ki eğer Amerika ekonomisi batarsa tüm ülkelerin ekonomisi batmak zorunda kalıyor. Ticari olarak var oluşunun düşmanının elinde olduğu bir dünya düzeninde hareket ettiğin her anın onlar için sermayeye dönüşüyor. Sorun teşkil eden ülkelerin bu güçlerini ekonomik büyüklüklerinden aldığı ve çok büyük parasal değerler ayırarak askeri alanda geliştiklerini düşününce Müslümanların henüz ekonomi ile ilgili düşüncelerinin gelişmemiş olması çok acı bir tablodur.
Dünyada yaşanan finans sorununda ne yazık Müslümanların elinde dünyaya sunabilecekleri alternatif İslami bir ekonomik yapı projesi yoktu. Her katliamda sürekli Müslümanlardan yardım toplamak yerine öz kaynaklarımızın kullanım haklarını bizler elde etse idik tüm bu acılar biraz olsun azalabilirdi. Tüpraş gibi, Telekom, demir çelik fabrikaları gibi getirisi yüksek işletmeleri yine Yahudilerle ilgili şirketler almıştır. Eğer meydanlara inen kalabalıklar tek bir yumruk olabilse idi bu kadar kişi çok küçük miktarlar ödeyerek bu işletmelerin sahibi olabilirlerdi. Evine ekmek götüremeyen milyonlarca Müslüman da iş sahibi olurdu. Müslümanlar buralardan elde ettikleri gelirleri bilimsel çalışmalara harcayabilirlerdi. Bu anlatmaya çalıştığım şeyler en az cephede savaşmak kadar önemli şeylerdir. Bu tabloyu iyi görelim, iyi anlayalım, attığımız adımları da bu bilinçle atmaya çalışalım. Bu resmi hala göremeden adımlar atıyorsanız samimi olmanızın İslami mücadele adına hiçbir getirisi olmayacaktır.
Çok ilginçtir kendi ilk dönemlerime ve şuanki genç kardeşlerimin durumlarına baktığımda çok yüzeysel şeylerle uğraştığımızı görüyorum. Lise döneminde tevhidi bir düşünce ile karşılaşan kardeşlerimin ilk aklına gelen şey okulu bırakmak oluyordu. Fakat hasta olduklarında Müslüman olmayan bir doktora muhtaç hale geldiler. Hiç istemedikleri kardeşlerini katleden ülkelerin teknoloji ve mallarını almak, kullanmak zorunda kaldılar. Tüm bu tablo ile karşı karşıya iken ise tek yapılan şey mahalle aralarına sürekli cami yaptırmak oluyor. Görüyorsunuz ki camileri de bombalıyorlar. Yapılması gereken şey bu bombaları önleyecek silahları üretebilecek bilgiye sahip olmaktır. Bu insanlar işin aslı ile uğraşırken, işi tümden çözerlerken biz gölgelerle uğraşıyoruz. Yaptığımız şey bu şekliyle havaya yazı yazmaktan başka bir şey değildir.
O halde işe ilk önce yenildiğimizin bilgisini alarak başlamalıyız. Çünkü "Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır. Kimilerini yenilgi yıkar, kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşır. Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.’’ (John Steinbeck) ve şunu da iyice anlamız gerekiyor ki; Kutr'an'da "O inananlar ki başka insanlar tarafından, “Bakın, size karşı bir ordu toplanmış, onlardan kendinizi koruyun!” şeklinde uyarılmışlardı, ama bu, onların sadece imanını arttırdı ve “Allah bize kâfidir; O, ne mükemmel bir koruyucudur!” diye cevap verdiler.’’ şeklinde tasvir edilen kişiler de bizler değiliz.
Zaman bu içler acısı halimize ağlama vakti değildir. Böyle bir tablonun varlığından haberdar olmuş isek tek yapmamız gereken şey güçlerimizi birleştirerek her cephede bir şeyler yapma zamanıdır. Şu günlerde ilk yapmamız gereken şey ise Müslüman ülkeler diye tabir edilen sistemlerin neden Gazze’deki Müslümanlara yardım etmediği ağıtını yakmak değil gasıp İsrail’in nasıl böyle güçlü hale geldiğini araştırma vaktidir. Yönelmemiz gereken şey düşmanımızı tanımaktır. Nasıl böyle bir güç haline geldiği konusunda ciddi araştırmalar yapmaktır. "Onlar korkaklar, zafer şehidlerimizin çokluğu ile bizimdir’’ gibi ifadeleri artık bırakmalı zafer endeksli düşünceler ve eylemler içerisinde olmalıyız.
Bu dünya hayatımız bir sınav vesilesidir. Yüce Allah da bu sınav sebebi ile dönemleri sürekli çevirmektedir. Gazze’de yürekleri dağlatan acıları, katliamları görünce insan çok duygusal anlar yaşıyor. Ama bu dönemde hayata gelmeyi biz seçmedik. Allah böyle istedi ve bu günler geçecek inşaallah ve ayakta kalan bu acıya şahid olmuş samimi yüreklerle de mücadele bir ömür boyu sürecektir. Ama bu süreç çok uzun bir süreyi kapsamaktadır. O yüzden kardeşlerimize yapılan şeyleri unutmayalım. Allah vaadini açıkça söylüyor;
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister. (Al-i İmran, 139.140.141)”
Kafamızda artık akidevi konuların netleşmesi gerekmektedir. Başka ülkelerde yaşanan şeylerde gösterdiğimiz duyarlılığı kendi ülkelerimizde de gösterebilme cesaretine sahip olmalıyız. Çalıştıkları yerlerde rızık endişesi sebebiyle İslam adına tek bir kelime bile edemeyen kimselerin risksiz eylemlerde kalabalık oluşturması bizleri aldatmasın. Bu işlerin öncesi ve gerisinde yapılması, sürekli hale getirilmesi gereken kontrollü birlikteliklere ihtiyaç vardır. Kendilerine tevhidi Müslüman diyebilen kardeşlerin normal zamanlarda bir arada olmaktan kaçındıkları bir dönemde uzaktaki kardeşlerinin acıları karşısında meydanda bir araya geliyor olmaları da ayrı bir yazı konusudur. Bu utancı yaşamak istemeyen kardeşlerimizin bir an önce bir arada olabilme şartlarını oluşturmaları gerekir.
Hz. Peygamber bu konuda bakın ne söylüyor; “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)
Bu ifadeleri burada sıralarken çok zorlandığımı itiraf edeyim. Ama ben Filistin’ de yaşanan katliamları her gördüğümde aklıma bunlar geliyor. Oradaki Müslümanlar inşaallah şehid oluyorlar. İşgal altında da olsa bir memleketleri var ve kendi inançları doğrultusunda bir savaş veriyorlar. Ama bizim inançlarımızı özgürce yaşayabileceğimiz bir ülkemiz, bir beldemiz hala yok. Hicreti bile içselleştirememişiz. Gruplara ayrılmışız ve bu gurupların liderleri hiç sıkılmadan geri yaşamında vahdeti sağlamaları gerekiyorken televizyon ekranlarına çıkıp Müslümanların hali için gözyaşı döküyorlar.
Sizlerin ağlamanıza, fakir yalınayaklı kardeşlerimin de sizin gözyaşlarınıza ihtiyaçları yok. Ben yine bu ümmetin onurunu koruyacak tevhid bayrağını yükseltecek olanların fakir kardeşlerim olduğunu düşünüyorum. Mal mülk sahibi olmuş, eline güzel bir mevki geçirmiş ve rahat bir hayatı kendilerine mekân yapmış kişilerin bu işe yanaşacaklarına ihtimal vermiyorum. İnşaallah Allah’ın vaad ettiği iktidar müjdesine fakir kardeşlerim aday olurlar. Tüm ezilen halklar için, Müslüman mazlumlar için kurtuluş ümidi olurlar.
Ben son olarak Gazze’de zor şartlarda mücadele eden kardeşlerim için Talut ve askerlerinin, Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında yaptıkları duayı hatırlatmak istiyorum.
"Talut ve askerleri, Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında; 'Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle' dediler." (Bakara–250) "…Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı." (A'raf-126)
Dünyanın dört bir yanında cihad eden, kendilerine yapılan zulmü ortadan kaldırmaya çalışan ve sırf bu yüzden işkencelere, ölümlere katlanan Müslümanların Allah yar ve yardımcısı olur inşaallah.
Selam ve dua ile…
(Not: Bu yazı 2008-2009 yılı Furkan Savaşı sırasında kaleme alınmış ve bu sitede yayınlanbmıştır.)