Hüseyin ALAN
GERÇEĞİN YÜZÜNÜ GÖRMEYE DAİR!
Taksim gezi parkı vesilesiyle meydana gelen olaylarda sis perdesi aralanmaya, bilinmeyenler açığa çıkmaya başladı. İlk bakışta masum ve kendi başına bağımsızmış gibi bir görüntü veren olaylar, kısa sürede yaygınlaşması ve çaplı etkisiyle dikkatlerden kaçmadı. Dikkate değer bir gelişme, farklılığına rağmen birçok çevrenin ortak talepler çizgisinde buluşmasında yaşandı. Muhalefetin Erdoğan’ın şahsına ve ailesine hakarete, özel ve kamusal mülke saldırılara, can emniyetine yönelik şiddete dönüşmesi, işin rengini gösteriverdi birden. Bu gelişmeler sessiz ve tepkisiz çoğunluğun vicdanını zedeledi, siyasal tercihlerini değersizleştirdi. Protestoların masumiyeti, meşruiyeti ve haklılığı kamuoyunda karşılık bulamazdı artık.
Bu gibi etkin ve yaygın toplumsal olaylar ani bir patlamayla ortaya çıkıyorsa, bu işler, arka planda başka bir gerçeğin varlığına delalet eder. Bu gerçek, genelde hesap edilmeyen güçlü ve büyük bir aktörün varlığıdır. Halen %50 toplumsal desteğe mazhar olan, demokratik çoğunluk iktidarını temsil eden, 11 yıldır ülkeyi tek başına başarıyla yönetme becerisi gösterdiği için siyasi muhalefeti ve alternatifi de olmayan bir iktidardan ve siyasi iradeden, daha güçlü bir iradedir bu.
İlk yapılması gereken tespit şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun böylesi çaplı ve hızla organize olmuş ani gelişmeler, önceden planlanmış ve hazırlıkları yapılmış iyi bir çalışmanın ürünüdür. Bu nedenle, ülkede toplumsal gruplar arasında var olan memnuniyetsizlik, normal şartlarda ve sınırlarda sürdürülebilir muhalefet, bir anda patlamaya hazır bir potansiyele dönüşüyor. Onca farklı talepleri, kimlikleri ve amaçları olan muhalefet yelpazesi bir anda ortak bir “düşman” profiliyle bütünleşiyor, meydanlara çıkıyor. Söylenen sloganlar tümüyle “diktatör” olarak nitelenen tek bir “aktöre” yöneliyor.
İkinci yapılması gereken tespit de şudur: Bu olay vesilesiyle, bu ülkede, zikredilen aktör tarafından öteden beri “uyuması” söylenen eğitimli, örgütlü ve yaygın paramiliter güçler aldıkları yeni bir işaretle harekete geçiyorlar. Olaylarda “figüran” olarak rol alan bireylerin bir şeylere ve bir yerlere karşı varolan normal muhalif tutumları, böylece, bir anda kalabalıkların ortak talebine ve tek bir yere odaklanmasına dönüştürülüyor. Bu nedenle olayların toplumsal çatışma noktaları kullanılarak daha büyük çapta devam ettirileceği yahut istenilenin alınacağı söylenebilir.
Bu aktör, gelişen olaylarda doğrudan ve kendi varlığıyla öne çıkmıyor ama toplumsal hassas noktalarla temas ederek nasıl bir sonuç üreteceğini iyi biliyor. Bu konularda engin tecrübelere ve güçlü ittifaklara sahip olduğu da anlaşılıyor. Bir komplo teorisinden değil, anlaşılması gereken bir gerçekten bahsettiğimizi aşağıda nedenleriyle açıklayacağız. Ama önce bir durum tespiti yapalım...
Peki, ne oldu da toplumsal ve siyasi dengeler biranda kırılganlaştı ve muhalif fay hatları çatışma rotasına sokuldu? Genel çerçevede kimlik ve kültürel aidiyetiyle farklılıklara tahammüllü Müslüman-muhafazakar-demokrat camia ile farklı talepleriyle kendi içinde çatışmalı da olsa kültürel aidiyetiyle Batılı-modernist-demokrat temelli camia, nasıl oldu da iki cephe olduğu hissine kapılıp karşı karşıya geldi? Hemen ardından toplumun etnisite ve mezhebi farklılıkla yeni çatışma rotasına sokulabileceği düşünülmeye başlandı.
Burada Türkiye’nin kendine has tarihsel mirası, iç siyasi çekişmeleri, toplumsal kamplaşmaları ve sosyal statü erkleri nedeniyle, nerelere dokununca denge halinden dengesizliğe dönüşeceğini iyi bilen bir uzmanlık söz konusudur.
Bir adım daha ilerleyelim: AKP iktidarı dönemi boyunca askeri “vesayet” rejimi tasfiye edildi. Oligarşik iktidar grubunun güçlü müttefikleri olan yargı ve bürokratik erkin gücü kırıldı. “Tetikçi” mafyatik çeteler dağıtıldı. Medya tekeli geriletildi ve iktidarı destekleyenlerle çeşitlendirildi. Bireysel, toplumsal, siyasal ve ekonomik alanda yapılan reformlar yasal değişimlerle teminata bağlandı. On yıllardır süren iç “savaş”ta barış sürecine girildi. Devlet toplum ilişkisinde daha rahat bir dönem yaşanmaya başlandı.
Ekonomik kalkınma hamlelerinde hissedilir başarılar sağlandı. İç ve dış ticaret hacmi katlanarak büyümeye başladı. Kişi başına düşen ulusal gelirde rekorlar kırıldı. Ülke bir baştan bir başa duble yollarla sarıldı. Ortalama gelir grubunun özel araç ve konut sahibi olması erişilebilir maliyetlerle kolaylaştırıldı. Raylı sistem ve hava yolları ile ulaşım imkanları alabildiğine yaygınlaştırıldı ve ekonomik hale getirildi. Sağlık hizmetleri, olmadığı kadar bireyselleştirildi ve kolaylaştırıldı. Eğitimde fırsat eşitliği sağlandı ve hemen her kente bir üniversite kuruldu. Genelde alım gücü ve emekli ücretleri yükseltildi, çiftçilere ek gelir imkanları sağlandı, özürlü yurttaşlar ve işsizler sosyal güvenceye kavuşturuldu… Tüm bunlar iktidar partisine olan halk desteğini artırdı ve siyasi mücadelede kendisini rakipsiz ve hatta alternatifsiz kıldı.
Peki, bütün bu gelişmelere, hemen herkesin hissettiği toplumsal alanda gözle görülür iyileşmelere rağmen ne oldu da ahalinin sesi gür çıkan kısmı galeyana geldi ve ortalık birden bire karıştı? Her toplumsal grubun kendi paradigmasıyla getirdiği bir açıklama biçimi var elbet. Medya günlerdir çoğu açıklama biçimini öğretiyor da. Özet olarak Erdoğan’la “yatıp kalkan” ve bir “kör döğüşüne” dönüştürülen izah tarzları, işi yönetenlerin istedikleri tepkileri yansıtıyor olabilir mi? O halde propagandanın dışında kalan doğru açıklama biçimine dair ne söylenebilir?
Tüm bileşenleriyle Müslüman-muhafazakar-demokrat camia bu işi çözümleyebildi mi dersiniz? Kalabalıkların tepkisine ve onları yönlendirenlerin açıklamasına bakarak, hissiyat noktasında beklenen reflekse odaklandırılmış olabilirler mi? Bu arada başından beri iktidarla kurduğu yanlış ilişkiden dolayı zihinleri karışan “İslamcıların” verdiği tepkiyi ve düştükleri durumları nasıl izah edeceğiz? Gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyenler, son düğmeye geldiklerinde şaşakaldılar desek ileri mi gitmiş oluruz? Buradan bir ders çıkartırlar mı dersiniz?
Bu arkadaşların durdukları zemin kaymış, anlam dünyası karışmış olmalı. Bu takdirde etkiledikleri çevreye verdikleri zihinsel hasarın tazmini nasıl sağlanacak? Bu değerlendirmeye çok mu kızarlar? O halde bir iki şey: Neden-sonuç ilişkisini “hamasete” bağlayıp iktidarla kurdukları pragmatik ilişkilerini “maslahat gereği” savunanların öne sürdüğü açıklama biçimi neydi? Kemalist vesayet rejimi geriletiliyor, siyasi iktidar cunta kumpasından ve oligarşik yapısallıktan bağımsızlaşıyor, hukuki reformlar yapılıyor, özgürlüklerin önü açılıyor, demokrasinin olumlu niteliği herkese serbest faaliyet imkanı sağlıyordu!
Bu ilişkinin yanlış olduğunu söyleyerek kendilerini eleştirenlere karşı, bunların soğuk savaş döneminde kaldıkları, ideolojik saplantıdan kurtulamadıkları, vahyi bilince ve istişari zemine ulaşamadıkları için sosyal okumayı beceremedikleri ve dolayısıyla dikkate alınmamaları gerektiği söyleniyordu!
Şöyle bir çerçeve çizelim şimdi: Erdoğan son Amerika seyahatinde Beyaz Saray tarafından olağanüstü bir itibar gördü mü? Gördü. Avrupa Birliği tarafından ülkede demokratik standartı yükselttiği, bireysel hak ve özgürlükleri genişlettiği, ifade ve örgütlenme haklarını kolaylaştırdığı için övgüler alıyor muydu? Alıyordu. İsrail’le girdiği diplomatik çatışma nedeniyle İslam dünyasında karizmatik lider oldu mu? Oldu. Hatta CHP liderinin yakın zamanda gerçekleştirdiği Avrupa seyahatinde Erdoğan için kullandığı “diktatör” tabirinden dolayı “azar” işittiği ve yüksek makamlardaki randevularının iptal edildiği biliniyor mu, biliniyor.
Ülke içinde siyasi iktidar, devlet, en büyük irade ve güç idiyse, bu gücü, vesayet rejimini tasfiye ettiği ve halk iradesini arkasına aldığı için AKP ve Erdoğan temsil ediyor mu? Evet. Arkasında hala en büyük halk desteği olan lider midir? Evet. Mevcut şartlarda ve orta vade gelecekte alternatifi olmayan siyasi bir aktör müdür? Evet. Tüm kurumlar, istihbarat birimleri, kolluk güçleri, bürokrasi dahil aktörleri ve imkanlarıyla birlikte Erdoğan’a tabi midir? Evet. Demokratik sistem dolayısıyla çoğunluğun iradesini temsil eden iktidar mıdır? Evet… Ee, üç fesatçının bu işi nasıl becerdiğini söyleyerek rahatlamak size yetecek mi?
AKP kadroları dillerine dolayıp durdukları demokratik rejimi kutsayıp durdu mu? Evet. İslam devleti gibi bir inancın yanlış olduğunu anladıklarını ve böyle bir anlayışla geçirdikleri yıllarına üzüldüklerini itiraf ettiler mi? Evet. Müslüman coğrafyada laiklik savunusu yapıp onların da din devleti gibi bir iddiadan vazgeçmeleri gerektiğini tavsiye ettiler mi? Evet. Batılı ekonomik birlikteliği ve kalkınmışlığı yüceltip dururken, din temelli birlikteliği değersizleştirip çağ dışı ilan ettiler mi? Evet. Yukarda özetlediğimiz ve ülkede gerçekleştirilen sosyo ekonomik ve siyasi gelişmeler demokrasi adına meşrulaştırıldı mı? Buna da evet.
O halde muhafazakarlara ve İslamcılara soru şudur: Taksim gezi parkıyla başlayıp giderek derinleşeceği gözlenen gelişmelerin bilinen sıra savunmalar dışında ikna edici bir açıklamasını yapabilir misiniz? Yüksek siyaset bilgileriniz, toplumsal tahlilleriniz, vahyi anlama ve sosyalleştirme bilincinizle, Erdoğan’ın bu kadar güçlü, muktedir olduğu bir devrede nasıl bu kadar “aciz” duruma düştüğünü izah edebilir misiniz? “İslamcı gruplar” olarak ortak deklarasyon ve eylemlerle iktidar politikalarına verdiğiniz desteklerde yaptığınız ittifak, bu olaylarda neden farklı pozisyona düştü? O halde yeniden düşünmeye ve sorunun ne olduğunu anlamaya ihtiyaç vardır. Aksi halde demokrasiyi toptan savunan pozisyona itileceksiniz!
*****************
Şimdi, yazının başında bahsettiğimiz o güçlü iradeye ve egemen güce dair kanaatimize gelince; bu irade kurumsal olarak “sermayedir”. Postmodern veya küresellik çağında devlet, siyasi otorite, nihai karar verici ve belirleyici egemen olma yetkisini yitirmiştir. Devlet, iktidar, diktatörlük veya demokratik siyasi erk, bu dönemde değersizleştirilmiş, egemenlik yetkisinde geri plana düşmüş, hiyerarşide ilk sırasını kaybetmiştir. O nedenle küresel dünyada örgütlü ve rakipsiz tek güç artık sermayedir.
Sermaye ve Pazar, serbest Pazar politikasıyla bu dönemin örgütlü iktidar iradesini, egemen gücünü ve hakim erkini temsil ediyor. Ağızlara pelesenk edilip duran demokratik siyasal sistem de bu gücün örgütlenmesine ve yayılmasına hizmet ediyor. Ekonomik ilkelerde toplumsal yapıyı düzenleyici özelliğiyle belirleyici oluyor. Bu nedenle devletler, sermayenin çıkarını temsil eden, koruyan ve kollayan bir araca dönüşmüştür… Devlet, bu pozisyona nasıl düştü?
Devleti güçlü kılan ordular özelleştirildi veya Nato gibi ittifaklara bağlandı. Özel güvenlik unsurlarıyla savaş yapma ve asayişi koruma gücünden soyutlandı. Böylece en güçlü tarafı çözüldü. Özelleştirmeler nedeniyle ekonomik ve kamusal alandan çıktığı için patronaj ilişkilerini yitirdi. Ulusal egemenlikler sınırlandırıldığı için önemli konularda karar verme yetkilerini ulus üstü veya “uluslarası” kurumlara devretti. Hükümet işleri karmakarışık mevzuatlar ve çapraşık ilişkiler dolayısıyla “uzmanlara” bırakıldı. Temsili demokrasiden katılımcı demokrasi aşamasına geçildiği için bireyler toplumsal ve siyasi yeni aktör olarak ortaya çıktı.
Artık seçme ve seçilme hakları, ifade ve örgütlenme serbestisi, parlamenter demokrasi eliyle iktidarı ve yöneticiyi seçme ve değiştirme özgürlüğü, ahaliyi oyalamaya yönelik tiyatral bir oyuna dönüştü. Ulusal çıkarları koruduğu sanılan hükümetlerse, uzmanlar eliyle sermayenin çıkarlarını kollayan, muhtemel toplumsal muhalefeti izole etmeye ve dikkatleri dağıtmaya çalışan kurumlara dönüştü…
Müslüman coğrafya ve toplumlar, bir sıralama ve planlama dahilinde bölgesel olarak kuşatılıyor ve bir şekilde dönüştürülerek sisteme entegre edilmeye çalışılıyor. Erdoğan’ın bizzat ifade ettiği gibi Türkiye, “Arap baharına” AKP iktidarıyla çoktan geçmiş yani sisteme girmiş bulunuyor. Diğerleri içinde yaşadıkları kendi sosyo ekonomik kötü şartlarının ve siyasi rezil yönetimlerinin cenderesinden kurtulacaklarını umut ederek aynı rotayı takip ediyor. Nihai olarak varacakları yerde, küresel sisteme eklemlendiklerinde başlarına ne geleceği konusunu düşünmüyorlar. Mevcut şartları buna engel oluyor.
Bu coğrafyada yaşanan toplumsal hareketliliklerde neye karşı itiraz edildiği ve ayaklanıldığı bellidir. Buna karşı neyi talep ettikleriyse düşündürücü; küresellik döneminin bir gerisinde kalmış siyasal ve toplumsal dönemin değerleri ve açıklama biçimleri: Halk iradesiyle belirlenmiş yönetim ve sivil siyaset, temsili demokrasi, insan hakları ve bireysel özgürlükler, serbest Pazar ekonomisi.
Bu sayede despotik veya oligarşik yönetimlerden kurtulup özgürlüğe kavuşacaklar! Batılı kalkınmış ülkelerle girilecek kurumsal ortaklıklar sayesinde teknoloji transferi, finans ve proje desteği ile patlayacak üretim ve buradan oluştuurlacak istihdam sayesinde ulusal gelir artışı vs gerçekleşecek. Ekonomik kalkınma sonucunda toplumsal iyileşme, sosyal ve siyasi istikrara ulaşılacak. Demokratik siyasetle ulusal sınırlar içinde halk iradesine dayalı bağımsız ve egemen bir devlet biçimi ve toplumsal huzura kavuşulacak… Tüm bu gelişmelerde açıklama biçimi olarak siyasal paradigma belirleyici durumda. Tıpkı Türkiye modelinde AKP tecrübesinde olduğu gibi! Bu açıklamaya dayalı toplumsal tavır alma biçimi ne kadar doğrudur?
********************
Biz Müslümanların, toplumsal olayları ve gelişmeleri açıklama biçimi olarak sadece siyasal paradigmaya yatkınlığımız var. Bunda yüzyıllık despotik veya oligarşik siyasal yönetim biçimleri altında yaşıyor olmamızın etkisi büyük olmalı. Kendi şartlarımızda ve düşünüş biçimimizde haklı olabiliriz. Lakin içine girmeye başladığımız ve pratik olarak hoşumuza giden küresellik döneminde bu açıklama biçimi tek başına gerçeğe tekabül etmiyor. Hayatın diğer alanlarında varoluşumuzu gerçekleştirmeyişimiz de bundan kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu dünyada toplumsal ve siyasal paradigmanın yerini ekonomik paradigmanın aldığını, buradan hareketle yeni bir dünya kurduğunu da göremiyoruz.
Beri taraftan Batı medeniyetini taklit etmeye odaklanırken onların bulunduğu aşamanın hep bi gerisinde kalıyoruz. Onlar toplumsallık dönemini yaşarken biz siyasi dönemi yaşıyorduk. Onlar küresellik dönemine geçtiğinde biz toplumsal döneme geçtik. Bu dönemlerin açıklama biçimleri, toplumsal vaziyetleri, çatışma noktaları, hak ve özgürlük talepleri, sosyo kültürel şartları ve varlık anlayışları, kendi döneminin paradigmasına bağlıydı. Böylesi bir sorunsalla malül olduğumuz için mevcut döneme göre değil bir geri dönemin parametrelerine göre düşünüyor ve tavır alıyoruz. Konuya vakıf olan, işi bilenlerimizse batının ideolojik-fikri ajanlığını yaparak statü sahibi olmaya bakıyor, “uşaklık” ediyorlar.
Tağut, müstekbir, yönetici malik, kendini rableştiren ve ilahlaştıran melik veya meclis gibi kavramlarla düşünürken aklımız sadece siyasi egemene dayalı biçime kilitleniyor. Siyaseti halledince her şeyi halledeceğimizi var sayıyoruz. Olayları ve durumları böyle açıklamaya çalışıyoruz. Egemenin veya nihai karar alıcının sadece siyasi erk olduğunu düşünüyoruz. Firavun, Nemrut veya Kureyş elitleri, rububiyet ve uluhiyet konusunda “habitat” oluyor. Çünkü döneminde nihai karar verici gücünü onlar temsil ediyor, rablik iddiasında onlar bulunuyordu. Oysa bu dünyada toplumsal alanlar birbirinden bağımsız çalışıyor.
Medeniyetimizde çok güzel formüle edilen Firavun-Karun Belam üçlüsü, günümüz şartlarında hiyerarşik sıralamada yer değiştirdiği halde biz bu detayı göremiyoruz. Hayatın sosyo-ekonomik ve kültürel işleyişini dizayn eden otoritenin siyaseti de belirlediğini ve kendi amacı için dönüştürdüğünü fark edemiyoruz. Bu bakımdan tavırlarımızda şaşkınlık göze çarpıyor. Bu şaşkınlığımızın sebebi, her şeyi açıklama biçimimizin siyasal merkezli olmasından kaynaklanıyor… Bu nedenle Türkiye’de askeri bürokrasi geriletilince vesayet rejimi yıkıldı zannedenler gerçek “vasinin” ne olduğunu anlamadıklarını sergiliyorlar! Dolayısıyla yıkılan bir şey yok ama yıkıldığını zannederek kendini rahatlatanlar var.!
Bu çağda Müslümanlar olarak kendi düşünüş biçimimizle toplumsal varlığımızı inşa edemediğimiz, iddiamızı, bir siyasi ve hukuki varlığa dönüştüremediğimiz için söylemlerimiz pratik hayatta doğru karşılığa denk düşmüyor. Zihinsel algıyla pratik arasında yaşadığımız çelişkilerde bu nedenle bizleri zora sokuyor. Bu nedenle olup bitenleri ve yaşadığımız şartları kendi dinamikleriyle açıklamakta zorlanıyor, eleştirip aşamıyoruz. Batılı paradigmanın dinamiklerine müracaat ederek açıklamaya kalkışmamız da güzelim çalışmalar neticeye gidemiyor. Oysa bu dünyada farklı tek ses Müslümanlara ait olmalı çünkü diğerlerinin hepsi hem denendi hem de miadını doldurdu.
**************************
Türkiye’de yaşanan son olaylar bu tür yanlışlarımıza ayna tutan örnek olay olarak iyi bir fırsattır. Zihinlerimizi ve pozisyonlarımızı gözden geçirmeye de iyi bir vesiledir. Mevcut iktidarla yanlış ilişki kuran İslamcıların yahut fasit daire içinde dolanıp duranlarımızın durumu, kendimizi gözden geçirmek için iyi bir vesile olmalı. Muhafazakar iktidar sayesinde oligarşik vesayet rejimini gerilettiğini ve özgürlük alanlarının genişlediğini düşünenler, siyasi iktidarın belirleyici olmadığını, onlarla girilen ittifakların büyük hasarlara sebep olduğunu bundan daha iyi nasıl görecektir? Tersinden aynı zemin üzerinde siyasi iktidarı elde etmekle bir şey elde etmiş olunmayacağını görmesi gerekenlerimiz için de önemli bir tecrübe olmalı.
Yaşadıkları siyasi zilletten kurtularak bir umutla ülkesini bir Almanya, bir İngiltere, bir Japonya gibi özgürlükler ülkesi yapmak için hizmet ettiğini sanan muhafazakar dindarların ne kadar boş hayale koşturdukları görülmeli artık. Üç kuruşluk sermayeye, beş paralık statüye kavuşarak rahatlamayı umanlarsa, bunları neyin karşılığında sağladıklarını hesap etmeliler. Bulundukları pozisyonda İslam kültürünü mü temsil ettikleri yoksa seküler kültürün kötü birer kopyasını mı ürettiklerini kendilerine sorarak vicdan muhasebesi yapabilirler! Ulaşmak istedikleri toplumsal aşamanın dahi kalplerin derinliklerine nufüz etmiş cahiliye zilleti olduğunu akletmenin zamanı gelip geçmiyor mu daha? Varlık telakkisi ve varoluş gerekçesine yeniden dönmek için iyi bir ders alındığını ummaya hakkımız var!
Özetle dünyanın geldiği yeni aşamada egemenlik ve iktidar erki artık siyasi yöneticinin, siyasi tağutun elinde değildir. Dolayısıyla demokratik veya başka yollardan sadece iktidarı elde etmekle bir şey elde edilmiş olmayacaktır. Halka hizmetin hakka hizmet olduğu söylenerek kurulan hayal ve düşülen yolda varılacak yer vaat edilen akıbet olmayacaktır çünkü hiç bir peygamber böylesi bir yol göstermedi. Türkiye’de Erdoğan’ın başına gelenler, onu örnek alarak kendi ülkesinde iç savaşla bir yere varacağını sananlara da iyi bir ders olmalı. Ülkenin tek söz sahibi olduğu sanılan Erdoğan ne yaptı da bunlar başına geldi? Bunu anlamaya çalışmak, cümle Müslüman’a ibret vesikası olmalı.
*******************************
Müslümanlar anlamak istemeseler de Erdoğan kötü şeyler yaptı! Yukarda anlatılanlarla bu halka yaptıklarının yanında büyük bir cürüm işledi! O da ne mi? Türkiye’de sermayenin yapısı üzerinde oynamaya cüret etti! İç dengeler üzerinden ana sermaye gurubunu tedirgin etti. İktidarı süresince kendisine ayrılan sınırlarda kaldığı sürece sorun olmamıştı. Hatta ekonomik gelişmelerden en fazla da o ana sermaye gurubu ve onların dış bağlantıları istifade etmişti. Bir yer geldi ki sınırların aşıldığı görüldü. O yer neresiydi?
Mayıs ayında yapılan ihalelerle toplamda 120 milyar dolar gibi uluslararası sermayeyi ve hatta ülkeleri de etkileyecek projeler, dengeleri sarsacak ve yeni sermaye gurubu oluşturacak sürece işaretti. Enerji ihaleleriyle doğacak devasa rakamlarla yeni sermaye gurubunun destekleneceği anlaşılmıştı. Taksim gezi parkında kurulması için niyetlenen AVM’in rantı, bunların da üzerinde bir proje olarak konuşuluyordu. Amerika devlet katı hariç sermaye gurubu dahil Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya gibi devletler ve sermaye gurupları, onların içerdeki temsilcileri eski büyük sermaye gurubu burada dışlandı. Buna karşılık diğer ülke ve sermaye guruplarıyla içerde yeni oluşumu sağlanmaya çalışılan sermaye gurubu ittifakı sağlandı. Kısa süre önce iptal edilen kimi büyük ihaleler, gerginliği başlatmıştı zaten.
Kamusal devasa rantın halka döndürüleceği açıklaması ise sadece kendisine inanmaya hazır taraftarlarını iknaya yönelikti.
Son hamleler bardağı taşırdı. Bu tek taraflı bir savaş ilanından başka bir şey değildi aslında. Tarihi okuması olanlar bilir ki bu tür savaşta siyasetçinin kaderi bellidir. Her ülkede benzer durumlar benzer sonuçlar üretiyor çünkü… Ee, bu savaş verilmesin mi? Elbette verilsin ama kazanmak için AKP gibi olarak değil. Kendini üreten şartlara karşı durulmaz da ondan!
Erdoğan bunları bilmez, sonuçları kestiremez miydi? Etrafında kendisini uyaracak kapasiteli danışmanları yok muydu? Her şeye rağmen kendisinin, bu güne kadar ülkede yaptıklarına, arkasında giderek yükselen halk desteğine ve alternatifsizliğine çok güvendiği belliydi. Son ABD seyahatinde devlet katında gördüğü itibarda onun iktidar sarhoşluğunu beslemişti. Yakın geçmişte ara sıra gündem ettirdiği başkanlık sisteminin de aslında bu günler için bir test aracı olduğu şimdi daha iyi anlaşılır oldu.
Erdoğan, kendisine iktidar yollarını açan şartları yaşamış birisi olarak siyasi gücün nihai karar almaya yetmediğini bilmesi gereken bir siyasetçidir. Bu güne kadar yaptıklarıyla ana sermaye gurubunun çıkarlarıyla ters düşmediği için dolayısıyla işlerin yolunda gittiğini de anlaması gereken siyasetçidir. Buna rağmen bir yer var ki insan iktidar gücüyle her şeye hükmedeceği vehmine kapılıyor demek ki. Sanırım Erdoğan o noktaya geldi ve kendisini bile aştı. Tıpkı kendisinden önceki muhafazakar parti liderleri gibi.
Menderes, cumhurbaşkanı oluncaya kadar Demirel, Özal ve Erbakan, yaptıkları işler, aldıkları halk desteği ve geldikleri yer itibarıyla aynı akıbeti yaşadılar. Demokratik süreçte çoğunluğun desteğini sağlamış olmalarına rağmen onlar da kuralsız şekilde devrildiler. Onları devirenlerin askeri cunta olduğunu, Ergenekon yapılanması olduğunu düşünenler gerçek aktör konusunda şimdi tekrar düşünmeliler; Nato’ya bağlı bir ordu, aynı merkezden yönlendirilen bir yapılanma, ülkeleri için çok şeyler yapan liderleri nasıl cezalandırabilir? Sadece siyasi görüş farklılığı bu durumu açıklamaya yeter mi? Sadece iktidar hırsıyla çok büyük riskler alınır mı? Bu işler çete savaşları değil ki, gözü kara adamlardan bahsetmiş olalım! İç ve dış dengeleri gözetmesi gereken, akla ve stratejik hesaplara dayalı adamların işleridir bunlar. O halde cuntanın ve yan örgütlenmesinin bu işleri kendi başlarına yaptığını düşünmek için çok saf olmalı!
Kennedy gibi bir siyasi, halk desteği güçlü olduğu halde benzer akıbeti paylaşmadı mı? Bu tarz siyasetçiler, sermayenin gücünü öğrendiklerinde iş işten geçmiş oluyor! Liderler, iktidar imkanlarını önlerine açanların işler tersine gitmeye başladığında gerekeni yapacaklarını, demokratik popülizm veya halk desteğinin de bu işlerde yeterli olmadığını bilmeleri gerekmez mi? Şu anda ülkesi içinde telekulak skandalıyla başı ciddi şekilde dertte olan Obama’nın savaş politikasından vazgeçmesi nedeniyle köşeye sıkıştırıldığı bilinmiyor mu? Güçlü karizması ve çoğunluk desteği olmasına rağmen Obama’nın kendi başı dertteyken Erdoğan’ı nereye kadar destekleyeceğini düşünmek gerek!
Özetle, bu günkü dünyada demokrasi oyunu böyle oynanıyor. En güzel oyunun bu olduğu konusunda ikna edilen kitleler, inanmak istediği için bu oyuna severek katılıyor. Oyun buysa, bu oyunu oynarken bazı kazançların sağlandığı bir yerde ben bu oyunu böyle oynamak istemiyorum diyemezsiniz! İşine geldiği zaman öyle gelmediği zaman böyle oynanmıyor bu oyun! Oyunun kuralları arada bir yerde değiştirilemiyor, yok öyle bir şey!
Erdoğan’ın kendi ülkesi ve liderlik gücünü abartarak Suriye politikasında yaptığı hata, siyasi kariyerine malolacak bir hataydı! Limitlerini ve güç dengelerini alt üst ederek BM eleştirileri, güvenlik konseyine akıl vermeler gibi tahammülü zorlayan tutumlar, uygun zamanda görülmesi için bir yerlerde tutulan hesaplardı. Uluslar arası ilişkilerde “samimiyet” diye bir ilke olduğunu sayelerinde duymaya başladığımız Erdoğan’a, birileri oyunun kurallarını hatırlattı! Bu da iyimser bir tahmindir, bizden söylemesi!