Hüseyin ALAN

22 Kasım 2012

HİCRET

Hicret, “hecr” kökünden gelen, Kur’an’da çeşitli türevlerle 31 yerde geçen bir kelimedir. Bunların tümü bir şeyden, bir yerden ayrılmak ve onları terk etmek anlamındadır. Buradaki terk, başka bir yere bağlandıktan sonra gelen bir terktir. Ayetlerdeki kullanımlarda ortak anlam, tüm gönül bağlarını, düşünce yapısını ve hayat tarzını cahiliyyeden, şirkten, tuğyandan, hevadan ve tağuttan koparıp onun yerine sadece Allaha ait kılma, itaati ve teslimiyeti sadece Allaha döndürmedir… Bu bağlama ve çözme işi, kişisel olarak başlayıp nefiste olanları değiştirme anlamında haramların terki, farzların ikamesi ile devam eden; toplumsal olarak cahiliye yapısından kopup İslam temelli kardeşlik topluluğunu inşa etmeye; belirli bir aşamadan sonra da hicret ederek devlet olmaya kadar giden bir sürecin aşamalarıdır… Bu aşamalardan hicret önemli bir dönüm noktasıdır. O nedenle Kuran’da hicret edenler övülür; hicret edenler hakiki mümin olurlar (Enfal 74-75); Allahın rahmetine mazhar olurlar (Bakara 218); günahları affolur (Ali İmran 195); hem dünyada hem de ahrette büyük mükâfat kazanırlar. (Tevbe 20, Nahl 41, Hac 58, Nisa 100)

Hicretin dil ve kalp ile yapılanından bahseder Kur'an. Bu hicret, inandığını söyleyen her kişi için ilk aşamadır. Kalp ile yapılanı, Allah’a tam olarak teslimiyet bağlamında, her zaman onu hatırda tutarak her şeyde sadece onun rızasını gözetmektir. Bunun için niyetin, amacın ve varlık gerekçesinin değiştirilmesi, dünya hayatında diğerlerinden farklı şekilde yaşamanın hedeflenmesidir. Dil ile yapılanıysa, diğer insanlara bunun duyurulması, tüm ilişkilerde uyulacak şartların önceden beyanıdır. (Müzemmil 10, Nisa 34) Bu bağlamda Ankebut süresi 26’da, benzer biçimde sadece Allah’a yönelme hicretinden bahsedilir… Bu açıklamalara göre bir Müslüman zaten, ölünceye kadar her zaman hicret halindedir. Kötülükten iyiliğe, şerden hayra, batıldan hakka doğru gelişen bir süreçtir bu. İşte bu sürecin belli aşaması, toplu hicrettir. Bu Bakımdan hicretin her türünden kaçınmak, hevayı ilah edinmek ve günah işlemekte ısrar etmek gibidir. Çünkü şer hayra, günahlar sevaba dönüştürülmezse, şer işlenmeye devam ediliyor demektir. O halde hicret hem kişisel-psikolojik, hem de toplumsal-sosyaldir. 

Hicrete anlamını veren asıl ve örnek olay; son peygamberin, kendisine itaat eden ve davasını destekleyen dostlarıyla birlikte yaptığı göç hareketidir. Onlar da şirkin, küfrün, tuğyanın ve fesadın iktidar olduğu yurdundan, ülkesinden, toplumundan koparak; gittiği yeri İslam diyarı yapmak, Müslümanları ayrı bir toplumsal varlık olarak yeniden inşa etmek ve dinlerini tam olarak yaşamak amaçlı hicret ettiler. Bundan sonra başka diyardan İslam’ı kabul edenler de İslam ülkesine çağrılmış, onların da Müslümanlara intikali sağlanmıştır. Bu hicret gerçekte; iman etmenin; Allah’a teslimiyet, güven ve resulüne bağlılık göstermenin; sadece Allah için fedakârlık yapmanın; her şeye rağmen ve her şartta sadece Allah rızasını gözetmenin fiili bir göstergesidir. O nedenle hicret, Kuran’da, imanların sınandığı, gerçeğiyle sahtesinin ayrıştığı bir imtihan evresi olarak anlatılmaktadır… Hz. Peygamberin dostlarının hicreti, Mekke’de risaletin 13. yılına tekabül eden ilk Muharrem ayında (16 Temmuz 622) başladı. Peygamberin kendi hicreti ise 12 rebiyülevvel (23 Eylül 622) de oldu. 53 yaşındaydı. İlk durak Medine’ye 4 km kadar uzaklıktaki Küba’dır. İlk mescit orada yapılır, peygamber ilk cumasını orada kılar. Küba’da 14 gün kalan peygamber, sonra Medine’ye geçti.

Hicret, İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır; çünkü hak dinin ve mensuplarının var olmasına, fiziki bir varlık olarak ortaya çımasına açılan bir kapı, yeniden dirilişi ve gücü ele geçirişin de başlangıcıdır. Dolayısıyla hicret, sırf İslam'ı din olarak seçmekten doğan, sadece Allah’a itaat etmenin gereği belli bir aşamaya gelmenin sonucudur. Bu bakımdan yaşanan ülke şartlarıyla, Müslümanların kendilerini ifade biçimiyle, sistemle kurdukları ilişkiyle alakalı bir aşama olup, Müslümanların sistemden bağımsız cemaat olmasıyla başlayan mücadelenin sistem tarafından kilitlenmesiyle, uygun bir başka ülkede güçlenmesi için arayıştır. Nitekim Mekke’de sürdürülen mücadele tıkanma noktasına geldiğinde Habeşistan, Taif gibi beldeler de denenecektir.  Bu aşamayı başlatan sebeplerle gerekçeler aynı şekilde hicreti de gerektireceği gibi, sonraki aşamayı da belirlemektedir.

Hicret, Peygamber (s) döneminde sadece bir kez olup biten bir göç hareketi değildir. Tarih içinde, Müslümanlar için, yaşadıkları toplumlarda ve ülkelerde benzer şartlar gerçekleştiğinde, her zaman geçerli bir aşama, dönülmesi gereken bir virajdır. Bundan sonra Müslümanların şartları uygun bir melceye yerleşmesi, toplumsal ve siyasal planda güç elde etmesi, kendi devletini kurması, dinlerini tam olarak yaşaması ve oradan tüm insanlığa doğru dal budak salma imkânını elde etmesidir. Hicret bunun için yapılır. Peygamber'in hicreti aynen böyledir. Böyle de sonuçlanmıştır… O nedenle hicret, kötü şartlardan kurtulup daha iyi şartlara bir kaçış değildir. Zulüm ve baskı görülen bir yerden kurtulup daha serbest ve rahat bir yere gidiş değildir. Hele zulümden kaçış hiç değildir. Dolayısıyla huzursuz bir yerden daha huzurlu, dinin daha rahat yaşanabileceği düşünülen bir ülkeye gitmek de değildir. Şayet öyle olsaydı, peygamberin ve geride kalanların da, diğerlerinin ardından Habeşistan’a gitmeleri, orada mülteci sıfatıyla ve daha rahat biçimde yaşamaları gerekirdi. Çünkü oraya gidenler orada rahattılar. Orada kendi içinde adil bir hükümdarın varlığı onlara bunu sağlamıştı. Bu bakımdan hicretin sonuçları, hicretin anlamını da, değerini de doğru anlamak için önemlidir.

HİCRETİN SEBEPLERİ:

Hicretin sebeplerini anlamak için şu tespitin anlaşılması önemlidir; Mekke dönemi, imanda samimiyetin, inanılan şeylere sadakatin, Allah’a ve resulüne güvenin eşsiz bir örneğidir... Mekke toplumsal şartları, günümüz toplumsal şartlarıyla çokça benzerlikler gösterir. Orada yaşanılanları anlamak, her çağın Müslümanlarının gerçekte kendi yaşadıkları toplumsal şartları doğru anlamasında ve dolayısıyla kendilerinin ne yapmaları gerektiği konusunda doğru bir yol haritasına sahip olmaları anlamına da gelir.

Mekke şehir devleti ve oranın zalim, müşrik yöneticileri Müslümanlara eziyet ediyor, işkence yapıyor, zulmediyorlardı. Onların düzeni bozmamaları, toplumu bölmemeleri için eski dinlerine dönmeleri konusunda baskı uyguluyorlardı. Orada ileri gelenler, azgınlar, peygambere inanmış birkaç kişi varken önce pek aldırmadı. Sayı arttıkça onların tepkileri de arttı. Buna bağlı olarak hakaret, alaya alma, sıkıştırma, baskı kurma, fiili işkence ve korkunç derecede etkili ambargo gibi yöntemlerle farklılaştı… Şirk en büyük zulüm, müşrikler de en büyük zalimlerdi. Müslümanlar bu nedenle baskı altında tutuluyor, onlara olmadık eziyetler çektiriliyordu. Mekke ileri gelenleri hemen her konuda onlara müdahale ediyor, kendi sistemlerine uymamaya zorluyorlardı. Bu nedenle Müslümanlar hem dinlerini tam olarak yaşayamıyor, hem de davetlerini başkalarına ulaştıramıyordu. Onların Müslüman’ca yaşamaları engelleniyor, İslam’ın hükümlerini sosyal alanda uygulanmasına imkânı tanınmıyordu. Buna rağmen güç dengeleri nedeniyle Müslümanlar onlara karşılık vermiyor, başlarına gelenlere güzellikle sabrediyorlardı. Allah, bu şartlarda onların karşılık vermesine izin de vermemişti.

Putperest Mekke idaresi, atalarından devraldıkları din ve oradan referansla ürettikleri bir düzenle insanlara hükmediyorlardı. O nedenle Müslümanlar, Mekkeli yetkililer ve idarecilere göre kendilerinin bir parçasıydı. Oradaki sistemin ve devletin kendi düzenlerine uyması gereken vatandaşlarıydılar. Siyasi ve hukuki bakımdan mevcut otoriteye bağlı kabul ediliyorlar, onlardan da kendilerine itaat bekleniyordu. … Oysa Peygamber daveti, onların izni ve kontrolü dışında bir gelişme oluşturdu. Peygamber söylemi onları da hakka çağırıyordu ama onların yönetimlerini ve yöneticilerini meşruiyet açısından eleştiriyor, zulümlerini açık ediyor, haksız olduklarını bildiriyordu. Onların dinini ve dinlerine dayalı hayat biçimlerini bu sebeple reddediyor, onlara itaat etmiyordu. Dolayısıyla peygamber ve ona inananlar, Kureyş’in yönetiminin kontrolünden çıkıyor, bağımsız hareket ediyordu. Diğerleri açısından buna izin verilecek olursa, toplum parçalanacak, birlik dağılacaktı. Nitekim Mekkeliler, peygamberi bu konuda fitne çıkarmakla suçladılar.

İçerde bu gelişmelere rağmen insanlar peygamberi dinliyor, inananlar ona itaat etmeye devam ediyordu. Toplumsal ve siyasal planda Müslümanlar onlardan tamamen kopmuş, karşıdan gelen uzlaşma teklifleri de kabul edilmemişti. İki tarafta pozisyonunu koruyordu ama iktidar gücü elinde olanlar, şiddet derecesi giderek artan ve yoğunlaşan zulümleriyle Müslümanların üzerine çullanmaya devam ediyordu. Mekke’de yeni gelişen dini hareket ve oluşum, toplumsal yapıyı içerden dönüştürme konusunda tıkanıklık yaşayınca bir çözüm arayışı başladı. Habeşistan hicreti bu nedenle yapılan bir çıkış denemesidir. Güdülen amaçlar orada gerçekleşebilirdi ama çeşitli nedenlerle olmadı. Bundan sonra Kureyş yönetimi, Müslüman cemaate karşı boykot uygulamasına başladı. Bu sancılı, acılı süreç üç yıl kadar sürdü. Müslümanlar bu süreçten yüz akıyla, çeliklenerek, arınarak ve kardeşlik ilişkisini daha da pekiştirerek çıktılar. İmanlarına güç kattılar, Allah’a olan güvenlerini tazelediler.

Boykot sonrası davet başka bir aşamaya geçti ve fuarlar, panayırlar ve hac vesilesiyle Mekke’ye dışarıdan gelenlere yönelik çalışmalar başladı. Güçlü, sayıca çok kabilelerin temsilcileriyle ayrıca stratejik ve özel görüşmeler yapıldı. Hicret yurdu aranıyordu. Bu görüşmelerde istenilen gelişme sağlanamadı. Ardından Taife sefer yapıldı ama o da istenilen şekilde neticelenmedi. Nihayet risaletin 10. Yılında (m.620)Medine’den gelenlerle gizliden gizliye her yıl hac döneminde yapılan akabe görüşmeleri başladı ve üçüncü görüşmede şartlar olgunlaştı ve anlaşma tamamlandı. Bu Allah’ın kuluna vaat ettiği ve önceden haberdar ettiği bir yoldu. “Ancak insanlara zulmedenlerin ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhine bir yol vardır” (Şura 42) Bundan sonra açıktan veya gizlice olmak üzere, tek tek veya guruplar halinde Medine’ye hicret başladı.

Şayet peygamber, sadece güvenlikli ve daha serbest bir melce aramış olsaydı, bu görüşmeler başarılı sonuçlar doğurabilirdi. Nitekim kimi kabile reisleriyle o aşamaya da gelinmişti. Ama maksat sadece o olmadığı için sonuç gerçekleşmedi.

Şimdi şöyle bir sorgulama yapalım; Müslümanlar Mekke’de adi suçlular mıydı? Başkalarının malına, namusuna, canına tecavüz eden, haksızlık yapan zalim kimseler miydi? Müslümanlara kimsenin şirretli, haydut, zorba, katil, hırsız diyemediği halde, onların öyle olmadığı bilindiği, düşmanlarının bile bunu söylemediği halde. O halde onların başlarına gelenler hangi nedenleydi? Oysa Mekkeli birisi iman edip peygambere itaat ettikten sonra onun ahlaki yapısı düzeliyor, kötü huylarını terk ediyor, önceden yaptıkları fenalıklardan vazgeçiyordu… O halde onların tek suçları eski dinlerini terk edip İslam’a girmeleri, Allah’ı birleyen, ondan gelenleri üstün tutan, peygamberi tasdik eden tevhid söylemiydi. Bu söz öyle anlamlı ve kuşatıcıydı ki, Mekke toplumu ve oligarşisi için son derece önemli sonuçlar doğruyordu. Bu söz söylendiğinde muhatabında tüyler ürpertici sonuçlar doğuruyordu. Çünkü bu sözü söyleyen bir kişi değişiyor, başka bir insan oluyordu. Önceden kavmine ve Mekke yönetimine gösterdiği bağlılığını koparıyor, itaatten vazgeçiyor, değer verdiği kuralları terk ediyordu. Onun yerine Muhammed’e itaat ediyor, onun söylediklerini yapıyordu. Böylece Mekke yönetiminin çizdiği sınırları aşıyordu. Bu nedenle Müslüman oldum diyenler cezalandırılmalarına rağmen kontrol edilemiyordu. Böylece büyük sorun oluyordu Müslümanlar.

Şartlar Müslümanların aleyhine geliştikçe onlar sabrettiler. Sürecin bir evresinde peygamber yeni stratejisini devreye sokacaktır. Belli olmuştu ki artık orada yapacak fazla bir iş kalmamıştı. “peygamber dedi ki, ey rabbim, doğrusu kavmim bu Kuran’ı mehcur tuttular.” (Furkan 30)

Müslümanlar davalarından vazgeçmeyip her şeye rağmen ısrarlarını sürdürünce süreç karşılıklı saflaşmayı ve ayrışmayı getirdi. Başka bir melce, hicret yurdu arayışı, bu nedenle başladı. Dinlerini tam olarak yaşayacakları, siyasi bir varlık ve toplumsal bir güç olmalarını sağlayacak, insanlara da ulaşacakları bir melce, bunun için gerekliydi. Zaten Allah bunu önceden haberdar etmişti ama gidilecek yer belli değildi. “Ve şöyle dua et, rabbim, gireceğim yere güzellikle girmemi sağla. Çıkacağım yerden de güzellikle çıkmamı sağla. Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” (İsra 78) Ve günün birinde akabe görüşmeleriyle Allah’ın yardımı geldi ve Müslümanlar bir iman yolculuğuna çıktılar. Orada hukuki varlıklarını kurdular, ayrı ve bağımsız toplumsal bir güç oldular. Bu sayede kendilerine saldıran düşmanlarına karşı savaşma iznine de kavuştular.  

Müslümanların hicret öncesi varlıkları fiili bir cemaat iken, hicret sonrası fiziki bir varlığa, toplumsal bir güce ve devlete dönüştüler. Bu nedenle Mekkeliler hicri 6. Yılda Hudeybiye anlaşması yapmak zorunda kaldı. O günün Mekke’si, Arabistan’ın en büyük askeri ve ekonomik gücüydü. Daha önce kendilerini yok etmeye çalıştıkları Müslüman varlığı, bu defa ayrı bir taraf, hukuki ve siyasi bir yapı olarak kabul ettiler. Bu diplomatik zafere Kuran, “en büyük fetih” demektedir. Bundan sonra artık Müslümanlar diğer ülkelere ve insanlara karşı daha rahat, daha emin şekilde ilişki kurmaya, davetlerini yaymaya başladılar. Din artık tüm insanlığa ulaştırılabiliyordu... İşte bu sonucun ve zaferin yolu, hicretle açılmıştır. Bu nedenle şayet hicret olmasaydı, bu tarz büyük bir gelişme olmayabilir, aralarından peygamberleri ayrılınca Müslümanlar kendi kavimleri içinde yok olup gidebilirlerdi. Tıpkı Kuran’ın haber verdiği, peygamber sonrası ümmetlerin başına gelenler gibi. Tıpkı onca sayılarına ve zenginliklerine rağmen çağımız Müslümanlarının düştükleri zillet hali gibi.

HİCRETTE AMAÇ:

Doğup büyünülen bir beldede küfür, zulüm, şirk ve fesat hâkimse, hak olana çağrı engelleniyorsa, Müslüman olanlar belli evreleri geçtikten sonra, İslam’ı bütünüyle yaşama imkânı bulmak için hicret etmelidirler. Çünkü küfrün hâkim olduğu belde de Allah’dan gelenlere iman etme çağrısı, sistem sahipleri ve ileri gelenler tarafından karşı tepkiler doğurur. Müslümanlar iki itaat çağrısıyla yüzleşirler. Birinden kopup diğerine bağlı olma hali burada başlar. Burada suskunluğa, müdahaneye razı olunmaz ve cihad için bir yol aranır. Bu arayışla başka bir belde Ya İslam yurdu yapılır ya da var olan İslam ülkesine intikal edilir… Bu aşamada hicret ümitsizlik ve çaresizlik halinde başvurulan bir hareket değil, sadece başa gelen baskı ve zulümlerden kurtulmak ve daha huzurlu bir yer arayışı değil, ancak daha büyük hedefler için başlayan bir sürecin yeni bir aşamasıdır. Bu aşama öncesi ve sonrası da, ta başından beri bir stratejinin sonucudur. Dünya imtihan alanı olduğu, Müslümanlar da sınandığı için, önceki süreci doğrulukla ve sabrederek aşanlar, bu defa malını, akrabalarını, ailesini de terk ederek daha kuvvetli bir ümitle hicrete soyunur. Burada sayısal faktör ve başka şeyler değil, Müslümanların kopuş ve bağlanışının niteliği, tuttukları pozisyon önemlidir. Nitekim Hz. İbrahim bu nedenle örnek gösterilir Müslümanlara. (Meryem 47-49, Mümtehine 4)

Neresi olursa olsun bir ülke ki, Mekke olsun, Kudüs, Türkiye veya Amerika olsun fark etmez, orada İslam’ın izzeti ve şerefi korunmuyor, Allah’dan gelenler üstün tutulmuyor, Müslümanlar sırf rabbim Allah’dır dedikleri için dinlerini her alanda tam olarak yaşayamıyor, dolayısıyla aşağılanıyor ve eziyetlere maruz kalıyorsa orası, İslam diyarı da olmaz, Müslümanların yaşaması gereken vatanı da olmaz. Orası kuru bir toprak parçasıdır. Bu durumda öncelik, yakından uzağa tüm çevreden ve gayri meşru sistemden, gönülden desteği kesmek, Allahın gönderdiklerine muhalif emredilen kurallara uymamak ve sistemden kopuş yaşamaktır. Müslümanlar kendi varlıklarını böylece ortaya koyacaklar ve koruyacaklardır. Bu davranışlarından dolayı başlarına gelenlere güzellikle sabredecekler, şiddet ve karşı tepkiye yönelmeyecekler, böylelikle sınanarak arınmış olacaklardır. “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahretin mükâfatı elbette daha büyüktür. Onlar rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl 41-42) “Sonra şüphesiz rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Çünkü rabbin, onların bu gayretlerinden sonra elbette çok bağışlayıcı, pek merhamet edendir.” (Nahl 110) "İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah ğafûr ve rahîmdir." (2/Bakara, 218)…

Müşriklerin ve zalimlerin egemenliğinde yaşamayı sürdürmek, inananların dinlerini değiştirmesi, bozması, hakkı batılla karıltırmasıyle sonuçlanabilir. Burada Hz. Şuayb’ın başından geçenler hatırlanmalıdır: Onun kavminden peygamberi tasdik etmeyip azgınlığı sürdüren ileri gelenleri şöyle dedi; “Ey Şuayb, seni ve beraberinde iman edenleri muhakkak ya ülkemizden çıkartacağız, ya da mutlaka bizim dinimize döneceksiniz. Şuayb, yaa, istemesek de mi? Dedi.”(Araf 29)… O nedenle iman edenler, imanlarının sınanacağı belli devreleri geçtikten sonra bir hicret yurdu aramak, kulluklarını tam olarak yapacakları bir aşamaya geçmek durumundadırlar. Çünkü hicret bu manada yeniden diriliş, toparlanış ve güç elde ederek kendi toplumsal varlığını inşa etmektir. Nihayet tüm insanlığa daveti ulaştıracak imkânlara kavuşmaktır… Çünkü çeşitli bahanelerle hicret etmeyi düşünmeyenlere cehennem azabı hatırlatılıp mazeretlerinin geçersiz olduğu bildirilmektedir. “Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz?’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde müstaz’af/çaresiz idik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisâ, 97) Çünkü bunlar Allah’ın emrine karşı çıkmış, İslam’ı tam olarak yaşayabilmek için bir çaba da göstermemişlerdir.

Allah, kendine güvenen ve itaatini sürdürenlere, Allah’ın elçilerinin yolunu takip edenlere, elbet bir çıkış ve yol gösterecektir. Allah vaadinden asla dönmez, kendine güvenenlerin güvenini asla boşa çıkartmaz. “Allah yolunda hicret eden, çok bereketli bir yer ve genişlik bulur. Evinden Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah’a aittir. Allah (onların geçmiş günahlarını) bağışlar ve merhamet eder. “ (Nisa 100)…Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfâtı elbette daha büyüktür. (Onlar,) Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.”  (16/Nahl, 41-42)…

Hz. İbrahim de benzer bir duruma düştüğünde, ona alaya almışlar, ona inanmamış, onu reddetmişlerdi. Kavmi ve ileri gelenler onu tehdit etmişler, hatta ateşe atmışlardı. Onu sadece Lut tasdik etmişti. Kavminin, hemşerilerinin ve ülkesinin bu tutumu karşısında Hz. İbrahim onlara şöyle dedi; “doğrusu ben rabbimin dilediği yere hicret ediyorum. Şüphesiz o en güçlü ve hâkim olandır.” (Ankebut 26) 

Ashab-ı Kehf, kafir ve zalim bir yönetime itaat etmeyip hicret ettiler, toplumlarından kopup mağaraya sığındılar. Allah onlardan razı olmuş, Kuran’da onları “genç yiğitler” olarak övmüştür. (Kehf 13-16) Onlar, “…şu bizim kavmimiz Allah’dan başkasını ilah edindiler. Haklı olduklarına dair ellerinde açık bir delilleri de yok. Oysa bizim rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir. Biz ondan başkasına kulluk etmeyiz. Şayet biz de onlara uyarsak andolsun ki o zaman hakikatten uzaklaşmış oluruz. Sonra birbirlerine dediler ki, madem ki biz onlardan koptuk, Allah’ın dini dışındaki dinlerden de ayrıldık (hicret), o halde mağaraya çekilelim ki (hicret)rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, bu işimizde de bize kolaylık sağlasın…”  Ayetler böyle söylüyor.

Hicrette bir diğer amaç, Müslümanlar arasındaki kardeşliği, dostluğu pekiştirmek buna karşın kafir, müşrik ve münafıklara inanmayıp, onları teşhir etmek, onlarla dostluk bağını kopartmaktır. Çünkü onların amacı, yeryüzündeki herkesin kendileri gibi putperest olmasıdır. Çünkü onlar insanların iman etmesini istemezler. (Nisa 89) Şayet Müslümanlar bunlara aldanırsa yeryüzünde hak batıldan ayrılmaz, iman küfürden ayrışmaz, hak din hakim olmaz, fesat iktidarını hep sürdürür durur. Dolayısıyla Müslümanlar arasında birlik, dostluk kurulmaz, İslami düzen inşa edilmez. Çünkü onlar arasında görüş ayrılıkları çıkar, onları gevşeklik sarar. Oysa kafirler, müşrikler, zalimler ve münafıklar birbirlerinin dostu; Müminler de müminlerin dostudur. Diğerleri inkarda, zulümde ve tuğyanda birlik olurken; müminlerse imanda, teslimiyette, kullukta ve adalette birliktirler. Kuran’da iman kardeşliği hicret etmekle eş değer tutulmaktadır çünkü hicret etmeyenlerin müminlerle dost olamayacağı belirtiliyor. Bu ayetleri, Mekke’deki durumları göz önüne aldığımızda daha anlaşılır buluruz.

Bu kötü durumlara düşmemek ve şartları değiştirmek için, İslam’ın tam olarak uygulama noktasında gereken çaba ve gayreti göstermek, zorluk ve güçlük imtihanı olan hicreti gerçekleştirmek gereklidir. Böyle bir stratejinin gerekliliği, aynı zamanda imanların sınandığı bir iştir. Şayet bunlar olmazsa yeryüzünde bir fitne, bir fesat çıkar. Sorumluları da İnandığını söylediği halde stratejik hareket etmeyen ve sorumluluğunu yerine getirmeyenler olur. Nisa süresi 88-89, Enfal süresi 72-75. Ayetleri bu durumları anlatır. Ayetler aynı zamanda hicretin şartlarını, ilkelerini ve yapılışını da anlatmaktadır.

Hicretin bir diğer amacı, son peygamberin, İslam’ın her şartta ve durumda uygulanması konusunda, herkesi bağlayıcı örnekliğiyle bu işlerin son şeklini ve örneğini göstermiş olmasıdır. İlahi davet doğru olarak nasıl anlaşılacak, nasıl sahiplenilecek, nasıl tatbik edilecek, hangi şartlarda nasıl davranılacaktır, bunun şekli de var onda… Allah’ı inkar edenler yahut ona ortak koşanlar bir yana, iman ettiği halde imanına şirk karıştıranlar, nefislerine zulmedenler de dini gereği gibi anlamıyorlar. Bununsa sebebi, Allah tasavvurunun sahih olmaması, vahiy telakkisi ve elçi algısında olduğu gibi ahiret inancının da sahih olmamasıdır. Buradaki şirk sadece imanla da, itikadi konularla da ilgili değildir. İbadette, ahlaki tutum ve davranışta, siyasi hakimiyet, bağlılık ve itaat ilişkilerinde de geçerlidir. İşte dost ve kardeş olan müminlerin bu tür şirkten kurtulup zaman ve mekan farkıyla birlik olmanın şartlarını üretip cahiliyyeden ayrışması, hicrete kadar giden yolda birlikte ilerlemesi gereklidir. Çünkü her devrin tüm Müslümanları gerçek pozisyonlarını ürettiklerinde, mukadder olan onların da başlarına gelecektir. “Onlar başka sebeple değil, sırf rabbim Allah’dır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac 40)

Kur'an’ın açıkladığı gibi, imandan sonra malları ve canlarıyla imtihan edilme süreci, cihadla sürdürülür ama bu aşamada ancak hicret etmekle mümkündür. Allah’a bağlılığın fiili göstergesi de budur. Tevhid budur, tevhid davası budur. Tevhid mücadelesi budur. Elçilerin ve Salihlerin sahih hattını takip etmek de budur. Cennete de bu yoldan gidilir. Böylece tevhidin kuru bir inançtan, seküler bir tercihten kopup her daim ve her durumda hareketli olduğunu, hayata kendi iradesiyle müdahale ettiğini görürüz. Bilindiği gibi tevhid, Uluhiyeti ve rububiyeti Allah’a has kılmak, yaratılışı, rızkı ve eceli ona havale edip onun yeryüzünde hakimiyetini sağlamaya çalışmaktır. İşte bunun nasıllığı son peygamber örnekliğiyle Mekke’de yaşanmış ve gösterilmiştir.

Hicretin belki de en bariz amacı, hicrete giden süreçte Mekke’de Müslüman olmanın ne demek olduğunu, iman edenlerin nasıl değiştiğini, peygamber davasını nasıl desteklediklerini doğru biçimde anlamaktır. Çünkü Mekke’de şahadet getirip Müslüman olanlar, cahiliye toplumundan, hemşerilerinden, akraba ve dostlarından ayrıştılar. Her türlü riski göze aldılar. Sadece Peygambere itaat ettiler. Bunun sonucunda başlarına gelenlere güzellikle sabrettiler. Dünyevi bir hesapla bir hesap tutmadılar. Sınandılar, sabrettiler, arındılar ve kazandılar. Çünkü orada mümin olmak, gönlünü, desteğini, bağlılığını ve itaatini sadece Allah’a yapmak, peygamberin liderliğine ve rehberliğine tabii olup kendini İslam cemaatine teslim etmekti. Buna karşılık yine gönlünü, desteğini, bağlılığını eşinden, akrabalarından, eski dostlarından, kavminden ve Kureyş’in liderliğinden çekip almak, onlardan kopmaktı. Kan kardeşliği, aile, ulus ve vatandaşlık bağlılığı gibi bağları koparıp iman kardeşliği bağıyla bağlanmaktı.

Bu nedenle ilk Müslümanlar önemlidir. Onlar üstündürler. İzzet ve şerefte öncüdürler. Çünkü onlar bu dini yaşayarak örneklendirdiler, peygambere verdikleri destekle dini ilkeleri canlı ve yaşanır kıldılar ve bize kadar da ulaşmasını sağladılar. Çünkü onlar gerçekten iman ettiler, malları ve canlarıyla Allah için cihad ettiler, hicret ettiler. İmanı küfre, kıyamı zulme, teslimiyeti zillete, hakkı batıla, ahreti dünyaya tercih ettiler. Sadece Allah’a bağlandılar, güvendiler, ittika ettiler. Bu yüzden başlarına gelenlere güzellikle sabrettiler. Hicret ederek her şeylerini kaybetmeyi göze aldılar. Ülkelerini, akrabalarını, eski dostlarını, evlatlarını ve mallarını terk ettiler. Ve canlarını terk etme pahasına cihat ettiler. “Öne geçen muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur”  (Tevbe 100)

Onların şöyle vasıfları var; iman etme sözüne sadakat, küfre karşı koyarken başa gelene sabır, mallardan ve dünyevi bağlarından kopup hicret, canını ortaya sürüp cihat. Dini kuvvetlendirip yayanlar onlardı. Peygamber davasına destek olanlar da onlardı. Ayetler bunları teyit ediyor. Onların bu davranışlarına Allah bir melce ile karşılık verdi. Medine. Orada, kendileri gibi kardeşleri olan ensar vardı. Onlar muhacirleri barındırdılar, mali açıdan fedakarlık ettiler, davalarını ve kardeşlerini korudular. Onlar gerçekten dost, yardımcı ensar idiler… İnsanlık tarihi bu olayın benzerini görmüş değil henüz. Tevbe 20-22, Enfal 72. Ayetler bu durumu açıklar.

Mekkeli müşrikler Medineli Yahudilerle düşmandılar. Medineli Araplarsa hem kendi aralarında hem de Yahudilerle düşmandılar. Fakat Hz. Peygamberin daveti başlayınca onların hepsi birden kendi aralarında dost oluverdiler de Müslümanlara karşı birleşip yardımlaştılar. Allah’ın dediği doğrudur, haktır. Müslümanlar kendi aralarında dost olmazlarsa, kafirler, müşrikler ve münafıklar kendi aralarında dost olurlar. Müslümanlar işe el atmayı düşünmez ve gereği üzere çalışmazlarsa ötekiler yapar bu işleri. O zaman da yeryüzünde kargaşa çıkar, fitne iktidar olur ve büyük bir bozgun başlar. Zalimler, fasıklar yeryüzünde kan döker, fesat çıkarırlar… Bu günkü dünyada, şu anki halimize, Müslüman topluluklara bakıldığında ortaya çıkan fotoğraf, bu durumu gayet güzel açıklamaktadır.

Kafirlerin birleşik kuvveti karşısında zayıf olan Müslümanlar, Allah’a güvenip dayanırlarsa, iman edip hicret yurdu ararlarsa, malları ve canlarıyla cihad ederlerse, imanları test edilmiş olur. Böylece güç ve kudrete ulaşmış, zaferi hak etmiş olur. Tevbe süresi 20. Ayet bu durumu anlatmaktadır. Böylece hem hicret eden Müslümanlar kaybettiklerini tekrar kazanmış olur ve hem de onlara destek olan ensar da kazanmış olur. Haşr süresi 8-9. Ayetleri bu durumu anlatır… Peygamber Ensar’a diyor ki, “isterseniz evlerinizi, mallarınızı muhacirlere taksim edersiniz, benim muhacirlere taksim ettiğim gibi size de ganimetten taksim ederim. İsterseniz ganimet muhacirlerin, evleriniz ve mallarınız sizin olsun.”  Cevap enteresandır, “hayır, biz evlerimizi ve mallarımızı muhacirler için taksim ederiz, ganimete de onlar için iştirak etmeyiz.” (F. Razi’de geçer) Allah’ın vaadi böyle gerçekleşmiştir. Kalpleri telif eden, muhacirleri ve ensarı kardeşler kılan Allah ne yücedir. Bu konuda Allah buyuruyor ki, “haksızlığa uğratıldıktan sonra (iman ettiği için zulüm görmek) Allah yolunda hicret eden kimseleri, andolsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür. Keşke bilseler. Onlar sabreden ve yalnızca rablerine güvenen kimselerdir.” (Nahl 41-42)

“Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara 218. Ayrıca Al-i İmran 195, Enfal 72-74-75, Tevbe 20, Nahl 110) Sadece 'Rabbim Allah’tır' dediği için türlü eziyetlere uğrayan, sabreden ve sonra hicret eden ve Allah uğruna savaşanlara büyük mükâfatlardan bahsedilir. (Hac 40) Burada anlatılanların özeti, iman etmek, iman gereği başa gelenlere sabretmek, hicret etmek ve cihat etmektir. İnanmış ve teslim olmuş bir kul için; Hayat, iman, sabır, cihad ve hicrettir formülü hepimizin ezberinde olan, ne güzel formüldür. İşte hayatını böyle düzenleyenlere hem dünyada hem de ahrette zafer vardır… Bakara 218, Ali İmran 195’de, Bu tür müminlerin altı özelliği sayılır. Çaba ve gayret, hicret, Allah yolunda eziyete uğramak, yurtlarından çıkarılmak, Allah için savaşmak, Allah yolunda öldürülmek.

HİCRETİN SONUCU:

Hicret sonrası Medine’de ilk yapılan işleri sıralarsak:

1-Nüfus sayımı yapılması; 2-sınırların tespiti; 3-muhacir ve ensar arasında kardeşlik anlaşması yapılması; 4-Ayrı bir pazar yeri kurulması; 5-Mescit inşası; 6-seriyye ve gazve operasyonları; 7-Bu devrede çevrede Müslüman olanların Medine’ye çağrılmaları (hicret); 8-Medine’nin stratejik yerlerine nöbetçilerin yerleştirilmesi; 9- Müşrik Araplar ve Yahudilerle Müslümanların otoritesinde, Medine yönetimine ait sözleşme yapılması…

Bu yapılanlar, Medine’ye hicret etmenin nedenini, gerekçesini, amaçlarını ve sonuçlarını gösteren önemli ipuçlarıdır. Buradan da anlıyoruz ki, Medine’ye hicret, şartların zorladığı, görülen baskı ve zulümden kurtulmak maksadıyla mecburen yapılmış, Müslümanların sadece daha serbest olacağı rastgele bir mekân seçimi değildir. Hicreti böyle anlamak, bu büyük olayı anlamamak, doğru yorumlamamaktır. Tersine, bir önceki aşama sonucunda uygun şartları nedeniyle seçilmiş bir belde; bağımsız hukuki ve siyasi bir varlık olarak yeniden dirilişin; toplumsal güç ve devlet olarak varoluşun gerçek bir hikâyesidir. Dolayısıyla yeni şartlara ve duruma önceden yapılmış bir hazırlıktan, orada yapılacak işler için önceden tasarlanmış bir stratejiden, doğru zamanda yapılmış bir aşamadan ve fiili bir hareketten bahsedilmelidir. 

İslam, hicret sonrası Medine’de dirildi, güçlendi ve gelişti. Toplumsal ve siyasi bir güce dönüştü. Böylece inananlar da dinlerini tam olarak yaşamaya başladılar. Bu örneklik o günle biten bir olayı değil, kıyamete kadar geçerliliğini koruyan ilkeleri göstermektedir. O nedenle Müslümanlar dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağında İslam’ı yaşama ve yayma konusunda baskıya ve zulme uğrarlarsa, dinleri ve izzetleri aşağılanır şirke tabii olmaları istenirse,  Allah’ın geniş arzında bir yer bulacaklar ve orada İslam’ı güçlü kılıp tam olarak yaşama ve yayma imkânı bulacaklardır. Bu durum stratejik bir ilkeye tekabül eder. Bu süreçte kendi içlerinde, gönüllerinde ve işlerinde sürekli bir biçimde kötülükten iyiliğe, batıldan hakka doğru kendi hicretlerini yaşayacaklardır. “Şer olanları, günahları terk et” (Müddesir 5). Peygamber nezdinde müminlere, sizi azaba götürecek şeylerden hicret et, onları terk et, söylediklerimi de yap anlamınadır ayet. Allah bu konuda kullarını imtihan edecek, imanlarını sınayacak, sözlerinde sadık olanlara fazlasıyla karşılık verilecektir. “Ey iman edenler, rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. (bulunduğunuz yerde bana itaat edemiyorsanız, kulluk yapabileceğiniz yere hicret edin) Yalnız sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak ödenecektir.” (Zümer 10) Allah’ın yeryüzü geniştir. Sırf kendisi için eza ve sıkıntılara sabreden kullarına, doğru stratejiler güttüklerinde, her şartta bir kurtuluş yolu gösterecek, onlara yardım edecektir. Değişim budur, nefistekileri değiştirmek budur, tezkiye budur, ittika budur, sabır ve arınma budur, kişisel başlayıp toplumsal hicrete dönüşen canlılık ve diriliş budur. Tüm bunlara karşılık Allah’ın vaadi sonucu Müslümanların güç olmaları da budur.

Özetle; Müslümanlar ayrı bir varlık olarak vücut buldular. Toplumsal anlamda bağımsız bir güç, siyasi ve hukuki bir varlık oldular. Kendi hükümranlıklarında bir devlet kurdular. Dinlerini tam olarak yaşama imkânına kavuştular. Allah’ın tüm kullarına hak daveti ulaştırma imkânını elde ettiler. İslam’ın egemenliğinde yeryüzü fesattan kurtuldu, zalimler alaşağı edildi, Allah’ın kulları gün yüzü gördü de gerçek adaleti tanıdılar. Tüm bunlar, Müslümanların hicret ederek izzet bulduğu ve elde ettiği birer sonuçtur.