Hüseyin ALAN

05 Haziran 2012

CEMAAT OLMAK

Müslümanlar olarak her gün, defalarca Fatiha süresini okuyoruz. Orada Allah’ı takdis ediyor, yüceltiyor, aziz kılıyor ve sena ediyoruz. Sonra, ancak onu rab bildiğimizi, ancak ona kulluk edeceğimizi ve yine ancak ondan yardım ve destek isteyeceğimizi taahhüt ediyoruz… Ardından çok önemli bir dilekte bulunuyoruz: Ya rabbi, bize dosdoğru yolu ve hidayete erip felaha erenlerin yolunu göster. Biz bu yola girmek istiyoruz. Bu arada, delalette olup da sapanları ve onların yolunu da göster ki bundan sakınalım. Senden bunu samimiyetle istiyoruz…

Kendisinden samimiyetle bu dilekte bulunan kullarına Allah karşılık veriyor: İşte size Kur’an. Bu kitap size dosdoğru yolu ve yolcularını göstereceği gibi eğri yolu ve yolcularını da gösterecektir. Kitap, Salihlerden örnekler verdiği gibi fasıklardan da örnekler veriyor. Sakınmayı öğretiyor, takvayı öğretiyor.

Altını çizmek gerekir ki, bu kitap tüm insanlardan sadece doğru yolu bulmak ve hidayete ermek isteyenlere yol gösteriyor. O halde, samimiyetle isteyenler için, sözüne sadık olanlar için karmaşık bir durum yoktur. Hak bellidir, batıl da bellidir. Tevhid dini bellidir, batıl dinler de bellidir. Öyleyse, Müslüman olanlar, Allah’ın mesajlarına kulak verenler, her daim kendini yenilemeli, kitapta bildirilenleri baş tacı etmeli ve diğerleri nezdinde kitabi ilkelerin yaşayan şahitleri olmalıdır.

Hani diyor ya Kuran, değişik yerlerde tekraren hatırlatıyor ya; elçilerden, Salihlerden ve şahitlerden bahsederek, bu kitapta bunları da “an”. Davud’dan, İbrahim’den, Musa’dan, İsa’dan, Meryem’den vs. Neden böyle diyor Allah? Çünkü anılmasını istediği Salihlerin ve salih toplulukların-cemaatlerin özellikleri anlatılıyor orada. Siz onları anarken, onların özelliklerini, onların durumlarını, kendi şartlarında duruşlarını öğrenin, diyor. Bakın ve görün onları ki, onlar sizin öncüleriniz, onlar sizin yoldaşlarınız, onlar sizin örnekleriniz ve rehberlerinizdir. Siz de onlara benzeyin, onlar gibi olun, diyor. Çünkü onlar hidayet üzere olanlardır. Çünkü onlar, inandıkları, bağlandıkları tevhid dinini ahlak edindiler. Yaşadıkları çağa hidayet götürdüler, kendi neslinde ve döneminde tevhidi ilkelerin pratik şahitleri oldular, dini emirlere uyup tavır aldılar. Bunun için başlarına her ne geldiyse sabrettiler ve sadece Allah’a güvendiler.

Bildiğiniz gibi Allah’ın bir dini, bir yolu ve davası vardır. Bu yol ve dava ile kişiyi, aileyi, cemaati ve ümmeti inşa etmek ister, yönlendirmek ister, yönetmek ister. Bu yola girenleri dünya hayatında hidayete ulaştırmak ister, arındırmak ve sakındırmak ister. Ahirette de ebedi saadete eriştirmek ister… Bunun karşısındaysa Meliklerin, kralların, devletlerin yani tağutların da bir dini, bir yolu ve bir davası vardır. Bunlar da kendilerine itaat ister, kulluk ister, bağlılık ister. Cenneti dünya hayatında kurdurmak ister. Ahireti ise yalanlayıp dururlar ya. İnsanlardan bunlara uyanlarsa kalabalıklardır, çoğunlukta olanlardır. Hani kitap diyor ya; kalabalıklar sapkındır, batıldadır, nankördür, onlar bilmezler ve müşriktirler.

İşte; Fatiha okuyarak samimiyetle Allah’a yönelenler, sözlerinde sadık olanlar, hidayet rehberini ve onda bildirilen salih örneklikleri takip edenler, bu yolla arınanlar ve hidayet bulanlardır. Onlar bu özellikleriyle kalabalıkların arasından seçilmiş, onlardan inançları ve tutumları sonucu ayrışanlardır. Bunlar da bir topluluktur ve bir cemaattirler. Bunlar, hangi özellikleriyle insanlar arasından seçilmiş ve onlardan ayrışmışlardır? Allah’ın dinine, yoluna ve davasına sadık kaldıkları için. Fasıklardan, zalimlerden ve müşriklerden ayrıştıkları için. Tağutların, meliklerin, kralların ve devletlerin dininden, yolundan ve davasından olmadıkları için.

Tekraren söylemeli ki; Allah’ın dini, davası ve yolunda olanlar, kitapta şunları da anın diye bildirilenlerin örnekliklerini ve şahitliklerini takip edenler, Allah’ın dininin şahitleridirler. Diğerleriyse batıl dinlerin ve delalette olan örnekliklerin şahitleridirler. O halde; Allah’a yönelip söz verdiğimiz gibi, batıla dalanlara gittiğiniz yol yanlıştır, bu yol batıldır diyecek olanlar da biziz. Onları uyaracak, dosdoğru yolu ve davayı gösterecek olanlar da bizleriz. Kendimiz doğru yol üzerinde olduğumuz, doğru davayı güttüğümüz, doğru emirleri yerine getirdiğimiz için, tıpkı bizlere bildirilen salih kullar gibi örneklik edecek, onlar gibi doğru pratiklerin şahitliğini yapacağız. Şahitlik de budur, şehitlik de.

Bu girişten sonra şu hususlara dikkat çekmek istiyorum. Bugün yaygın olarak bilinen, giderek daha da etkisi artırılan din (İslam) anlayışı, hak dini temsil etmiyor. Sapkın, batıl ve şirk unsurları taşıyan bir dini algı ve pratikten bahsediyoruz. Teolojik tartışma konularına ayarlanmış, manevi alanlara yönlendirilmiş, ruhani alana sıkıştırılmış ve işi gücü gelenekle kavgaya dönüştürülmüş bir dinden. Dolayısıyla bu günden, yaşanılan hayattan, gerçeklerden ve top yekün dünyevi olandan alakası kesilmiş bir din bu. Krallarla, meliklerle ve devletlerle barışık, fiziki hayattan bütünüyle kopartılmış bir anlayış ve dini topluluklardan bahsediyoruz. Yani giderek etkinleşen ve yaygınlaşan bir dindar yaşamından.

Bu durumda çağımızın bu batıl ve sapkın din anlayışına ve dini temsil eden cemaatlerine karşı, hak olan dini anlayışı ve yaşantıyı gösterecek, sahih ilkelerin şahitliğini yapacak ve diğerlerine de dolayısıyla uyarıcılık sorumluluğunu üstleneceğiz. Bu, tek hak ve üstün olan sahih İslam dininin pratik örnekliğini yaşadığı çağda temsil eden cemaatleri olacağız. Bunu yaparken kendi aramızda dini teolojik tartışma konularından, manevi ve ruhani alemden, gelenekle sürdürülen savaştan çıkartacak, dünyevi alana, hayatın içindeki şahitliğe döndüreceğiz. Bunu yapınca tekfircilikten, siyasi hayatta iktidar veya sosyal hayatta güç elde edince intikamcılıktan kurtulacağız. Gerçek adaleti her halimizde gösterecek, insanların güvenini kazanacağız. Böylece dünyada olup bitenleri, hayatın içinde var olan her alanı ve ilişkileri dini ilkelerle yönlendirmeye başlayacağız. Dini, dini ilkeleri ve kuralları hayata, hayatın içinde var olan ekonomiye, ticarete, sosyal ilişkilere, kültürel atmosfere ve siyasi iktidar alanına sokacağız. Böylece hayat dinileşecek, dini nitelikli cemaatler oluşacak ve dünyayı dini ilkeler inşa edecek. İnsanlardan bu özelliklerimizle ayrışacağız. İnsanlara bu hakikatleri hatırlatacak, bu dinin ilkelerinin şahitliğini yapacağız… Bu gün şahitlik budur. Yaygın olanın tersine, batıl olanın aksine hak olan budur. Çünkü anılmaya değer şahitlerimiz hep böyle yaptılar. Kuran onları hep bu özellikleriyle anmakta ve anlatmaktadır bizlere.

Çağımız fesadın, nifakın ve şirkin yaygın şekilde egemen ve iktidar olduğu bir çağdır. Bu çağın fitnesi ise: “devletin dini olmaz. Devletin, meliklerin ve kralların bir yolu ve davası yoktur. Din siyasete, ekonomiye ve sosyal örgütlenme alanına müdahale etmemelidir. İslam’ın da bir devlet talebi yoktur. Devlet tüm dinlere karşı nötr olmalıdır. Yani devlet dinlere karşı eşit mesafede durmalı, birini diğerine karşı “hak ve üstün” tutmamalıdır. Aksi halde anarşi çıkar, kaos olur, din totaliter bir anlayışa ve dayatmaya dönüşür. Bu bakımdan devletin dini adalettir. Devlet başkanı adil olduktan sonra, gayri müslim de olsa ona itaat edilmelidir.”

Bu şu demektir: “İslam tek hak din değildir. İslam diğer dinlere karşı üstün de değildir. İslam ne kadar hakkı temsil ediyorsa, diğer dinler de aynı şekilde hakkı temsil etmektedir. O nedenle hak ve batıl ayırımı olmadığı gibi İslam ve cahiliye ayırımı da yoktur. İslam yönetemez. Allah, bu çağa emretmekten, bu çağı hidayete ulaştırmaktan acizdir. Kitabın emir ve yasaklar bildiren hükümleriyse tarihseldir. O nedenle hükümler geçmiş şartlarla bağlı, o dönemi ilgilendiren boyutlarıyla değerlendirmelidir. Dinin evrensel olan ve günümüzde hala geçerliliğini koruyan mesajıysa ahlak, erdem, ibadet ve maneviyattır. Bu bakımdan din bireysel olup toplumsal alana karışmaz. Aksini söyleyenler dini bozmakta, dini siyasete, dini ekonomiye, dini sosyal hayata alet etmektedirler.” Özetle, Müslümanlar, diğer insanlardan ayrı bir ümmet değildirler demektir. Görüldüğü üzere hak batılla karıştırılmaktadır.

O halde şu soruyu sormalıyız: Kur’an’ın, kitapta şunu da, şunları da anın dediği, Allah’a samimiyetle teslim olanlar ve hidayet arayanlara gösterdiği örneklerdir. Elçiler, rehberler ve şahitler olarak gösterilen salihlerden hangisi veya hangileri bu çağın din algısına, dini pratik eden cemaat yaşantısına, dini önderlerine ve liderlerine benzemektedir? Çağımızın batıl dinlerinin veya ideolojilerinin, ilkelerinin şahitliğini yapanlar, belli ki Allah’ın dininden, Allah’ın bildirdiklerinden razı olmayanlardır. Kur’an’da anmamız istenen şahitler de bu nedenle bunlara benzememektedir. O halde dikkatli olmak biz Müslümanlara düşmektedir. Çünkü bizler sürekli Fatiha süresini okuyor, delalette olanların yolunda ve davasında olmak istemiyoruz. Sakınmak istiyoruz. Takvayı arıyoruz.

Müslümanlar olarak bizler çeşitli vesilelerle şahitlerimizi, Salihlerimizi anacağız. Bu anmak, onlarda var olan özelliklere kendimizi benzetmek için, nefsimizi arındırıp onlar gibi olmak için olacaktır. Bu anmalar, bir tapınma olmadığı gibi yeni yeni kutsallar üretmek için de değildir. Aksine çağımıza, çağımızın putperest kültürüne, toplumuna ve yönetimlerine karşı Allah’ın dininin ve davasının şahitleri olmak içindir.

Son yıllarda dünyayı gavurların aklı ile okuyor, onların gözleri ile görüyor, tanımlıyoruz. İnsanı, varlık alemini, ekonomiyi, sosyal örgütlenme modelini, siyaseti ve kültürü onların söyledikleri gibi yapıyor, böylece onların dinini üstün tutuyoruz. Oysa bizler kendi çağımıza hidayet götürmek, insanları uyarmak ve Allah’ın dininin şahitleri olmak durumundayız. Bu nedenle Allah’a kulak verelim, Allah’ın kitapta anın dedikleri gibi olmaya bakalım. Bizlere yakışan yaşam biçimi bu olmalıdır.

Ahzab Suresinden bildiğimiz ayetlere göre, Allah ve melekleri peygambere salat (yardım ve destek) ediyorlar. Allah, iman edenlerden de peygamberin dinine, davasına ve yoluna salat (yardım ve destek) etmesini istiyor. Peygamber davasına destek olmayanlaraysa Allah lanet ediyor. O halde, biz Müslümanların hangi dine, davaya ve yola destek olduğumuzu gözden geçirmek gibi bir sorumluluğu var. Kitapta anmamız istenen şahitlerin, rehberlerin böylesi bir özelliği de bulunmaktadır.

Bu vesileyle Allah’ın elçilerinden Hz. İsa’ya, onun getirdiklerine, onun yoluna ve davasına destek olup şahitlik etmeye ve diğer insanlara da yaymaya söz veren havarileri analım. Onlar İsa(s)’ın ref’inden sonra dört bir yana dağılıp tevhid dinini yaşamaya ve yaymaya başladılar. İnşa ettikleri cemaatleri ile putperest ve azgın Roma imparatorluğu idaresinde ve toplumunda olmasına rağmen farklı bir tarz ürettiler ve insanlardan ayrı bir ümmet oldular. İnsanlardan, farklı dinlerin ve yolların şahitliğini yaptıkları için ayrıştılar da kovuşturmaya, baskılara ve katliamlara maruz kaldılar. On binlerce Müslüman sırf bu nedenle ve bazen tek seferde arenalarda aslanların önünde yem oldular. Buna rağmen onlar sözlerinde durdular, şahitlik etmeye devam ettiler ve diğer insanları uyarmaya devam ettiler. Bu uğurda başlarına gelenlere de sabrettiler. Kur’an, bu cemaatlerden kimilerinden bahsetmekte, onları övgüyle anmaktadır. Bize de uzun uzun anlatmaktadır.

Nesiller değişti ama sözüne sadık kalan bu Müslümanların kutlu ve örnek direnişleri değişmedi. Üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının o dönemin önemli kent merkezleri bunlara şahittir ve hala hatıraları yaşamaktadır. M.S. 0-280 yılları böyle geçti. Nihayet imparatorluğun yönettiği halk Müslümanlara meyletmeye başladı ve koca imparatorluğun yönettiği toplum yönetimden kopmaya başladı. Onca zulme ve yüz binlere varan katliamlara rağmen çaresiz kalan yönetim, çareyi Müslüman cemaatlerin arasına soktuğu casuslarla durumu anlamak ve başka bir çözüm aramak yoluna gitti. Casusların verdiği raporlar imparatorluk merkezinde değerlendirildi ve iki toplum arasındaki farklar açığa çıktı. Bu sonuçlardan bir kısmına dikkatinizi çekmek isterim:

1-Roma toplumunda nikah önemsizdi, çok evlilik ve zina çok yaygındı… Oysa Müslüman cemaatinde nikah önemli, tek evlilik geçerliydi ve zina yasaktı.

2-Roma ülkesinde faiz yaygındı. Her şeyin ticareti yapılırken ticari değeri olan şey önemli görülür, bunun dışında kalan değerlerse önemsiz sayılırdı. Haksız ve ölçüsüz kazanç ve harcama geçerliydi… Oysa Müslüman cemaatte faiz yasaktı. Her şeyde kar zarar hesabı güdülmez, ticarette kazanç ve harcamada haram-helal ölçüleri vardı.

3-Roma toplumu sınıflı bir toplumdu. Toprak sahibi aristokratlar, imtiyazlı senatörler, askerler ve insan ticareti dahil kazanç için her şeyi alıp satan tüccarlar gibi üstün bir sınıf vardı ve hukuk bunların haklarını koruyucu bir kalkandı. Toprağa bağımlı çiftçiler, köleler, esirler, şehirlerde hizmet eden hizmetliler ve kadınlar, aşağı sınıftandılar ve bunların hukukları yoktu… Oysa Müslüman cemaatin üyeleri sınıfsız bir topluluktu. Romalı birisi cemaate katıldığı zaman diğerleriyle kardeş oluyor, aynı statüye, aynı hakka ve hukuka sahip oluyorlardı.

4-Roma yönetiminde çoğunluğu oluşturan aşağı sınıftan birisinin başına bir şey geldiğinde sahipsiz kalır, efendisinin merhametine bağlı bir hayat yaşardı… Oysa Müslüman cemaatin üyelerinden birinin başına bir şey geldiğinde yahut herhangi bir haksızlığa uğradığında, cemaat hemen onun haklarına sahip çıkıyor, onu koruyup kolluyordu…

Roma yönetimi, bu farklılıkla başa çıkamayacağını görüp, cemaat önderleriyle uzlaşma yolları aradılar. On yıllar boyunca can güvenliği yaşayan önderler, uzlaşma yolunu seçtiler ve giderek yeni bir dini teoloji ürettiler. Hıristiyanlık olarak bilinen yeni teolojik ilkeler ve ahlaki tutumla neticelenen dini öğreti, bu devrelerden sonra baş gösterecektir. Hatırlanacağı üzere, Kadıköy’le başlayan, İznik’le devam eden meşhur konsil toplantıları gerçekte bu uzlaşma toplantılarıdır. Burada akılda tutulması gereken önemli iki şey vardır: İlki; hemen bütün tarihçilerin ortak değerlendirmesine göre, şayet İseviler Roma yönetimi ile uzlaşmasalardı, Roma imparatorluğu şeri bir devlete dönüşecekti. Ama onlar uzlaşınca, Hıristiyanlık Romalılaştı. Yani, din algı ve pratik, artık devlet dini oldu. İslam tarihinde Muaviye ile başlayan dini siyasetin değişmesi uygulaması, yani dinin devlet dini olma geleneği, o gelenekten miras alınarak yerleşecektir.

Diğeri; Kur’an’da şura süresinden sık sık vurguladığımız ayetlerden, istişareden bahseden ayetleri, öncesi ve sonrasıyla, konu bütünlüğüyle tekrar okuduğumuzda, Muhammed(s)’ın da benzer bir cemaat kurduğunu göreceğiz. O ayetler, o cemaatin niteliklerini ve cemaat üyelerinin özelliklerini vurgulamaktadır. Yani, benzer şeyleri göreceğiz orada da…

(Not: Bu metin, yazarın İzmir'de Özgün-Der tarafından gerçekleştirilen "Şehid Cengiz Songür'ü Anma" programında yaptığı konuşmanın metnidir.)