Hüseyin ALAN
İBADET VE ÖZGÜRLÜK (İSLAM VE SEKÜLERİZM) - II
SEKÜLERİZMİN ÜÇ BİÇİMİ
Yazı konusu ve çerçevesi dikkate alınarak sekülerliğin geçirdiği aşamalara kısaca temas edebiliriz. Aydınlanmadan bu yana tarihsel süreç olarak sekülerlik üç biçimiyle gelişmiş ve şekillenmiştir. İlk uygulama biçimi, Fransa’daki laisite uygulaması olan devlet kurumuyla dinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu uygulamada devlet ve devlet kurumlarının işleyişinde din tamamen devre dışı bırakılmış, din bu işlerden bütünüyle çıkartılmış hatta sökülüp atılmıştır.
İkinci tip uygulama biçimi birinciden sonraki aşamadır. Bu biçimde bu defa kamusal alanın tanrı-din fikrinden arındırılması söz konusudur. Kamusal alan, toplumsal hayattaki politik-ekonomik-kültür-eğitim-eğlence-sanat-meslek vs gibi işleri kapsadığı için, bu kapsamdaki alanlarda din referans olmaktan çıkartılmıştır. Bu bakımdan bu alanlarda ve işlerde dini ölçü ve kurallar geçersiz kılınmış, dini amaç ve meşruiyet gereksiz sayılmıştır. Dolayısıyla din, kamusal alanın da dışında kalmıştır. Böylece insanlık gündelik hayatında dini referans almadan iş görmektedir.
Üçüncü biçim ya da son aşama, sekülerliğin en önemli ayağıdır. Burada küresellik aşaması gereği, sekülerliğin ikinci biçimiyle bağlantılı olarak postmodern kentler ve toplumsal modele uyumlu postsekülerlikten bahsedilmelidir. Bu aşamada din, artık, bir sürü seçeneklerle birlikte, seçeneklerden sadece bir seçenek olarak vardır. Çoğulculuk ilkesi gereği bu böyledir. Farklı ilkeler, değerler, kurallar ve onları vazeden otoriteler arasında, din de tek başına hakikat iddiasında bulunamaz, baskı kuramaz, totaliterlik yapamaz. Diğerlerinin bu hakkına saygı duymak, diğerleriyle birlikte yaşamak şartıyla din de hakikatın bir parçasını, sadece bir parçasını temsil edebilir. Seçeneklerden bir seçenek olabilir. Diğerleri de dinin bir seçenek olduğunu bu gerekçeyle kabul eder, dine saygı duyar.
Modernizmle birlikte gelişen sekülerliğin ilk iki aşamasında, sanayileşmenin getirdiği yoğun çalışma hayatı ve kent hayatının hızlı ve karmaşık yapısı karşısında insanlık çok meşgul bir günlük yaşantı sürmekteydi. Bu nedenle insana ibadethane yerine fabrikayı, büroyu, alışveriş merkezlerini, tatili, eğlenceyi, tüketimi ve hazzı sunan modern hayat, buralardaki zamanları ve işleri de ibadet olarak sundu. Dolayısıyla modernizm kutsal ve doğaüstü olanın yerine profanı ve doğayı; ahiret yurdu yerine bu dünyayı; dinin yerine bilimi; din adamının yerine bilim adamını; dini bilgi yerine bilimsel bilgiyi; dindar yerine özgür bireyi; dini cemaat yerine sivil toplumu vs sunmuştu. Bu sundukları içinde de yeni kutsallar oluşturarak, vahye dayalı bir din yerine, şartlara uygun yeni bir din icat etmişti. Bu dinin adı da sekülerizmdir.
Modern durum ve sunduğu hayat, bireyin daha önceki hayatını temsil eden ve onu kuşatmış olan üç temel esastan kopartılarak, yerlerine de yenileri konarak gerçekleştirilmişti. Bunlar da sırasıyla; Dini referanslı cemaatsel yapı ve düzenden rasyonel referanslı sivil toplumsal düzen; Allah’ı hatırlatan ayetler olarak görülen kozmosun yerine yeni tanımlarla bilinirliği sağlanan ve sıradanlaşan tabiat; insan için neyin iyi ve doğru olduğu fikrinin dine referans yerine, buna gerek kalmaması.
Dinin olmadığı veya yok sayıldığı modern bir dünyada ibadet kavramının anlamının değişimi ve yapılıp edilenlerin meşruiyeti için iki şey öncelikler arasındaydı: İlki insanın tabiatına-vücuduna yapılan gönderme, diğeri, yeni ideolojilerle değerler sistemi üretme. İnsanın tabiatına yapılan gönderme Hümanizmi doğururken, ideolojiler, her biri farklı doğrular ve fikirler buyurarak insanı yönlendirdi. Hümanizmin bu akıl yapısında insan sevgisinden çok öte bir anlamı vardır o da, aşkın varlığın-tanrının-kutsalın yerine insan aklının konması, insanın kendisinin kutsallaştırılmasıdır. Rasyonalite denen şey buydu.
Küresellik aşaması aynı zamanda modern yerine postmodern paradigmanın hakim olduğu bir dünyadır. Bu dünyada sekülerliğin son biçimi ya da postseküler dönemden bahsedilebilir. Bu paradigmanın en belirgin özelliği çoğulculuk, çoklu hakikat ilkesidir. Başka bir deyişle merkezsiz bir dünya ve hayat algısı. Yani her ilke ve değer, buna din de dahil, tek başına hakikat iddiasında bulunamaz. Tek başına bir hayat tanzim edemez. Total ve kuşatıcı bir görüş sunamaz. Herhangi bir ilke böyle bir şey iddia eder ve böylesi bir işe kalkışırsa totaliterlikle, özgürlükleri kısıtlamakla suçlanır ve dışlanır… Bu dönemde ayrıca her ilke ve değerin kendi içinde de çoklu bir seçenek barındırıyor olması kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu seçeneklerden hangisinin, ait olduğu kendi bütününü temsil ettiği sorgulanır. İslam’ı temsil noktasında hangi görüşün İslam olduğu tartışmaları burayı izah etmektedir.
Öte taraftan küreselliğin getirdiği postmodern dönem, modern dönemi geride bırakırken bilginin kaynağı, tarih yorumu, merkezilik, evrensellik, hakikatin tekelinin bilimsel bilgiye ait olduğu gibi temel ilkeleri de geçersiz kılmıştır. Bu bakımdan modernizmin geçerli olduğu dönemlerde, kendisi dışında yok saydığı bilgi kaynakları, geleneksel kimi değerler ve yerel kültürler de bu dönemde geriye çağırıldı ya da bunlar hayata yeniden döndü. Bu arada din de yeniden dönenler arasındaydı. Burada geri dönenlerin orijinal haliyle değil, modern dönemde değişime uğramış, yeni döneme göre de uyarlanmış, yeniden icat edilmiş halleriyle döndürülmelerine imkan sağlandığını unutmayalım.
Diğerleri gibi dinin de kamusal hayatta tekrar görünür olması, dinin yeniden yayıldığı tartışmalarını da beraberinde getirdi. Oysa bu görüntü veya iddia sanaldı ve aldatmacadan başka bir şey değildi. Bir kere geri döndüğü söylenen din, tıpkı diğerleri gibi, sahici olan haliyle din değil, total ve kuşatıcı teklifiyle değil, hakikatin tek temsilcisi iddiasıyla değil, modern dönemde yeniden inşa edilmiş, düalist aklın yeni görevler verdiği ve devletin yanında istihdam ettiği bir dindi. Hatırlanacağı üzere modernizm varlığı ve hayatı parçalarken benliği de parçalamıştı dolayısıyla dini, dünyevi hayatın dışında tutmuştu. Yeni devrede geri döndüğü iddia edilen din ise, bu dönemde, postmodern düşünüş biçimiyle yeniden şekillenen çoğulcu toplumsallığa uyarlanmış haliyle olması gereken bir dindi. Ve bu din, varlığa, dünyaya, hayata ve insanlığa dair büyük anlatısı olan, kuşatıcı ve tek hakikati sunan bir din olarak değil, diğer anlatılardan biri olarak, seçeneklerden bir seçenek olarak kabule dayalı bir din olmalıydı. Hayat parçalı yaşandığı için hayatın her bir parçasının meşruiyet arayışı da parçalı olmalıydı. Yani siyasi hayatta başka bir ilke, iktisadi hayatta başka bir ilke, mesleki işlerde başka bir ilke, eğlence alanında başka bir ilke vs geçerlidir. Parçaların her biri ayrı yaşanıyor, her bir parça da ayrı bir değerden referans alıyor. Bütünlük yok, total bir kuşatıcılık yok, bütünü temsile dair bir iddia da yok. Özgürlük buydu, bireysellik buydu, dinin bireyselleşmesi de buydu. Ve bireyler bu durumu normal sayacak kıvama gelmişlerdi.
Postsekülerlikte din, kamusal hayata yansımayan, toplumsal hayatın işleyişinde referans kabul edilmeyen özelliğiyle, kişiye özgü bir din-ahlak anlayışına dönüşmüş haliyle kabul gören bir dindir. Cemaat aidiyetinden sivil toplum aşamasına geçmiş birey için bu aşama normaldi. Çoğulculuk ilkesi, kamusal hayatta insan hayatının değişik parçalar halinde yaşandığı, her ortamda veya parçada bireyin sadece bir rol oynadığı bir hayatı sunuyor. Dolayısıyla birey hayatın her parçası için geçerli değişik, farklı ve parçalanmış değerler uygulamaktadır. Çoğulculuk ilkesi de bu parçalı hayata uyarlıdır. Bu nedenle insan hayatının tümü için uyulması veya ihlal edilmesi gereken total bir ilke, o ilkeye dayalı kurallar sistematiği yoktur. Bunun için bireysel seçimler, total bir ilke seçimi olarak yapılmıyor. Bu hayatta yapılan seçimler, farklı alanlarda, farklı farklı kurallar ve onları vazeden otoriteler arasında yapılıyor.
Bu anlatım bir başka deyişle aktör ile rolün ayrıştığı, aktörün rolünden soyutlandığı bir durum gibidir. Fakat bu rollerin hiç birisi bu insanın benliğini tek başına kuşatmıyor, tek başına ona hükmetmiyor. Bu nedenle dindarı olmayan dinlerden, dini olmayan dindarlardan bahsedilmelidir. Tıpkı günahkarı olmayan günahlar, suçlusu olmayan suçlar dünyası gibi. Benliği parçalanmış bir insan, parçalanmış bir dünyada ve hayatta, böylece sorumluluktan da kurtulmuş oluyor. Bu dünya, böyle bir dünyadır. Seküler din de bu aşamada böyle bir dindir.
AKIL TUTULMASI YA DA SAHİCİ İBADET
Batı aklının tarihsel süreçte yaşadığı aşamaları ve oluşumu, oradan tecrübe olarak ürettiği toplumsallığı, seküler adamla dindar adamın geldiği yeri ve yaklaşımları özetledikten sonra, ibadet kavramının salih amele karşılık gelen doğru açılımına ve sapmalara yeniden bakabiliriz.
Yusuf suresinde, Hüküm Allah’a aittir diyen ayet, hemen ardından bu yetkiyi başkasına vermeyin, diye devam ediyor. Söz, işittim, inandım ve teslim oldum diyenleredir. Benzeri çokça ayette olduğu gibi işte bu söz, lafzın manası, konu ve Kur’an bütünlüğü ve anlam bağlamı itibarıyla dünyevi-uhrevi ayırım yapmadan hüküm koyma işi, bu yetkinin kime ait olduğu ve hangi söze uyulup ibadet edileceğiyle ilgili algı ve pratiği açıkça belirtiyor. Burada total bir seçimden bahsediliyor. Bu seçim, parçalı hayatta sadece o parça için uyulası bir seçim değil, hayatın tümünü kuşatan veya yeni bir hayat tanzimine dair bir seçimdir. Çünkü hüküm koyma işi doğrudan rablik ve ibadetle ilgili bir sözdür. Bu söz de dünya hayatını parçalamaz. Buradaki ibadette, batılı aklın anladığı gibi sadece ruhaniyetle, ahretle, ahlakla, nefis terbiyesiyle, vicdanla ve vahyi bütünlükten kopuk manevi bir alanla sınırlı eylemlilikle ilgili ve bağlı bir ibadet değildir. Bilakis onları da dünyevi alandaki tüm işlerle birlikte bütün içine alıp her birisini ait oldukları doğru yere koyarak geçerli kılan, bütünü esaslı bir kabulle çerçeveleyen, çerçeveyi de sahih bir itikadi kabulden sonra tercihlik alan bırakmayan asıl ibadet algısıdır.
İbadetin tevhidi inanç onaylı, meşruiyetini oradan alan salih amele dönüşmesi, öncelikle dünyevi alanda Allah’ın sözlerinin üstün tutulmasına, emretme yetkisinin sadece ona döndürülmesine dolayısıyla diğerlerinin bu alandaki vahiyden bağımsız sözlerine itaat edilmemesiyle ancak mümkündür. Dünyevi işler ve kararlarda tercih ayırımı yapmayan Müslüman akıl, verdiği her kararda, yaptığı her işte, sadece Allah’ı dikkate alacaktır. Her işinde sadece onun rızasını arayacaktır. Çünkü Müslüman olmak ikili bir itaat anlayışını, ikili bir emretme yetkilisini ve ikili bir hayat algısını terk etmektir. Çünkü inzal edilene itaat edip teslim olan salim bir akıl böyle çalışır. Allah’ın razı olması veya ibadetin meşruiyeti de bu sayede sağlanmış oluyor.
O halde esas ibadet olan şey bu başlangıç ve kabuldür çünkü diğer ibadetlerin anlamlı ve geçerli olması buna bağlıdır. Çünkü bu algıda dünyevi hayat sadece imtihan yurdu olarak düzenlenmiş ve insanlar bu hayatta sınanmaktadır. İmtihansa sadece bu dünyada, dünya işlerindeki tercihlerde verilmektedir. İmanın sınanması ve imtihanı kazanmak da asıl dünyevi hayatta ilgilidir. Buysa, burada, sadece Allah’ı rab kabul etmekle anlamlı olan bir yaşamdır. İbadet, asıl anlamıyla budur. İtaat budur. La ilahe illallah budur. Rabbim Allah demek budur. Uğrunda can verilmesi gereken söz de bu olmalıdır. Çünkü o canı veren de sadece Allah’dır. Bu nedenle zihni, kalbi yöneliş, sempati ve eğilim dahi (tefekkür) bu manada ibadet sayılıyor.
Kuran’ın daha ilk inen ayetlerinde Allah’ın sözünü yalanlayana yani kâfire, müşrike, tuğyan edene, ifsad edene itaat etme, emri gelir. Çünkü onlar haddi aşmış, Allah’a rağmen kural koyup hüküm vermiştir. Şayet onların sözüne itaat edilecek olursa, onlar rab kabul edilmiş sayılır. Ardından karşılıklı restleşme, canı ortaya sürme önerilir. Buradaki itaat nedir, yönetici elitle restleşme dahi neden istenir? Üstelik peygamber daha risalet işinin başında ve neredeyse yapayalnızken. Ayetler, kula kulluk etmeyi bırakıp yalnızca Allah’a kulluk etmeyi tam olarak böyle açıklamaktadır. Kulluk burada tabii olunan irade dolayısıyla ibadet anlamındadır. Öte yandan ayetlerde kastedilenler orada, gerçekte dünya işlerini tanzim eden yöneticiler, idareciler ve ileri gelenlerdi. Onlarla restleşmenin nedeniyse, onların bu işleri yaparken sadece Allah’a ait olması gereken rablik işini ve yetkisini kendilerinde de görüyor, yönetilenlerin kendilerine uymalarını istiyor olmalarıydı. İşte bunun için sadece rabbine yönel ve secde et, emri geldi. Zımnında onlardan yüz çevir, sakın onlara secde etme, demekti bu. Burada secde, itaat ve ibadet anlamındadır.
Allah’a yönelme veya secde burada, Allah’ı dünyevi alanda söz söylemeye yetkin görmeyenlerin, Allah’dan gelenlerin dünya hayatında ve dünya işlerinde geçerli olduğunu kabul etmeyenlerin sözlerine itaat etmemek, onlara secde-ibadet etmemekti. İdarecilerle ilk elde başlayan bu ilişki biçimi, ilerleyen ayetlerde ana babaya, yakın uzak akrabaya, önceden kurulan dostluk-düşmanlık ilişkilerine kadar giden itaatsizlik ve yenilenme emriyle sürdürüldü. Buralarda, itaatin-ibadetin sebebi, sınırları ve gerekçesi daha da detaylandırılmaktadır. O halde dinin bu konudaki sözü, gerçekte, öncelikle kimin sözüne itibar edip ibadet-secde edileceğiyle ilgilidir. İbadet, tam olarak burada da gerçek anlamını bulmaktadır. Buradaki incelik, anne-baba, yakın uzak akraba, eski dostlar dahil diğerleriyle de ilişkilerin henüz kesilmesi yönünde değil, onların yalanlamaya ve şirk koşmaya dönük sözlerine itaat edilmemesi çizgisidir. Allah’dan gelenlere itaat edildikten, kimlik ibrazı netleştikten sonra sosyal-toplumsal ilişkileri de güzellikle sürdürmeye devam ettirmek gereklidir.
Burada stratejik bir akıl yapısı, yöneliş ve yöntem bağlantısı vardır. Esaslı bir kabulden sonra itaatin ve aidiyetin yönü değişmektedir çünkü. Bu kabul ahlak haline geldikten, haktan yanalık kimilerince açıktan, güç yetiremeyenlerce örtülü olarak açıklandıktan sonra, yeni bir kardeşlik ilişkisi başlatılır. Şura süresinde rablerinin davetine icabet edenler olarak nitelenen cemaat budur. Bunlar toplu namaz kılan, kendi içlerinde ekonomi politiği geliştiren, istişari karar mercii oluşturan, aralarından birisi haksızlığa uğradığında onun hakkını savunan bir kardeşlik ve aidiyet merkezini oluşturanlardır. Bu yeni merkezin tayin ettiği hukukla diğerleriyle ilişkiler güzellikle sürdürülmeye devam ettirilir. Böylece dinin yayılması, örneklenmesi, insanlara hakkın hatırlatılıp münkerden sakınmaları gerektiği sorumluluk süreci devam eder.
Bu süreçte değerler bazında fiili ayrılık var, rabbin sözlerine itaat ve temsiliyet var, diğerlerini uyarma var ama fiziki ayrılık yoktur. Bu aşamada gelişecek olaylarla imanların sınanması, başa gelenlere karşı güzellikle sabır vardır. Hak ve batıl bu aşamada netleşir ve taraflar bu temelde ayrışır. Son aşamaysa hicret ya da fiziki ayrılıktır. Sürecin ve izlenecek politikanın meşru olanı, Allah’ın tavsiyesi ve son elçinin gösterdiği uygulamalı sünneti budur. Yol haritası da bu strateji içindedir. Zaten ayetler bu stratejik yönlendirmeyi, geçmiş kavimler örnekliğiyle de öğretmektedir. Bu süreçte Müslümanlar kendi üzerlerine düşeni açıklık, netlik ve dürüstlükle yaptıktan sonra artık gerisi diğerlerinin bileceği iştir. Bu stratejiyi anlamadan, aşamaları karıştırıp hükümleri ve tavırları anlamsızlaştırmak iki tarafa da haksızlık etmekle sonuçlanabilir. İbadet anlayışının, sürekliliğinin ve bütünlüğünün böyle bir stratejik donanıma ihtiyacı vardır. Aksi halde keyfi tekfircilik, haksızca şiddete yöneliş, hesabı verilemeyecek biçimde mala ve cana kast gibi kişilik bozukluğu veya ahlaki zafiyet gelişebilir.
Şimdi, işin başında ve sonunda Allah’dan gelen o ilk sözlere secde yoksa şayet, bu durumda, bu esastan kopuk, hangi hesaba ait olduğu gösterilmeden sürdürülen tartışmalardan meleklerin cinsiyetiyle, şefaatin olup olmadığıyla, hadisi sünnetiyle, namazın vakti ve rekatıyla, imsak ve iftarın zamanıyla, kurbanın cinsiyle, zekatın miktarıyla, haccın günleriyle, tesettürün modasıyla, eğitimin şekliyle, kadının haklarıyla, bidat ve hurafeyle, kıyametin alametleriyle ilgili teolojik ve pratiğe yönelik tartışmalar, dinden ve ibadetten bir şey ifade etmiyor. Çünkü ortada dinin kendisi yoktur, temeli yoktur, aslı ve özü yoktur. Tevhid yoktur, bağlam yoktur. Tevhid itikadı ve pratiği kopuktur, din parçalanmıştır. Ki onların hangi temelde ve çerçevede tartışıldığının ve nasıl yapılması gerektiğinin bir anlamı olsun, bütünün kendisi baştan ve açıkça bildirilmiş olsun. Bunlar da ait oldukları bütüne girsin.
Bu açıklamalardan sonra İslam adına konuşurken aslı göz ardı edenlerin, bağlamı kopartanların, hükümleri parçalayanların neden ruhbanlık yaptıkları, ibadetin anlamını neden tahrif ettikleri, dini neden dünyevi alandan soyutladıkları şimdi daha rahat anlaşılmış olmalı. Kuran’ın sıkça hatırlattığı ve iman eden kullarını hep uyardığı fahiş hata, kitap ehlinin dini tahrif, anlamı bozma, hükmünü arkaya atma, hak ve batılı karıştırma, dostluk ve düşmanlığı saptırma gibi işleri, bu değil miydi?
Yine bu çerçevede ve bağlamda anlamsız duran, ifsat üreten yeni moda başka ibadet algıları da vardır. Ulus devlet formatının dayattığı tekçi politika dolayısıyla oluşan dil yasağını, ırk ayırımını, cinsiyet eşitsizliğini, cinsel tercih serbestîsini; ulusal sembollerle bilinç oluşturan okullardaki and söylemini; değişik şekillerdeki eğitim kısıtlamasını; belirli günlerde kutsal mabetlerde yapılan saygı ve tazim gösterilerini vs düşünelim şimdi. Bu gibi modern kriterlerle kategorize edilen ayrımcılığı bayraklaştırıp bu uygulamaları “haksızlık” ve “zulüm” sayarak mücadele eden aklın yaptıklarına da dikkat çekerek düşünelim. Benzer şekilde hemen her konuya “insan hak ve özgürlükleri” çerçevesinden baktığını “fark etmeden” yapıp ettiklerini dinden sayan ve meşrulaştıran aklı ve yaptıklarına da buraya ekleyelim. Bu tür düşünen ve bunların gereğini yapan akıl, tıpkı yukarıdakilerin yaptığı gibi yapmaktadır. Çünkü burada da göz ardı edilen şey, dini kriterleri dikkate almamaktır. Çünkü ulus devletin niteliği, kurucu ilke ve temel yasaları, laiklik, yöneticilerin hangi hukukla yönettiği ve onların meşruiyet iddialarına dair esaslı bir itirazi söylem ortada yoktur. Dolayısıyla burada da asıl yoktur, bağlam yoktur. Yapılıp edilenlerin ait olduğu bir esas yoktur. Ve tüm bunların vahiyle ilişkisi kopartılmış durumdadır.
İbadetin sahici anlamını ve dayanağını bozup yeni bir algıyla anlam ve pratik üreten bu tür yaklaşımların, o bağlamda yapılıp edilenlerin, onca tartışmaların, itiraz ve taleplerin hangi akıl yapısına ait olduğunu anlamak şimdi daha gerekli ve önemlidir. Bu tarzlarda ibadet algısındaki itirazları, talepleri, uyarıları ve pratikleri anlamlı kılacak olan tevhidi bağlam, referans, ölçü, esas ve seçkincilik yoksa rabbim Allah demenin bir karşılığı yok demektir. Çünkü ibadet olarak dillendirilen tüm söylem ve pratiklerin ait olması gereken çerçeve ortada yoktur. Bütün bunlar, ömrü boyunca suda yaşadığı halde suyu bilmeyen “ol-mahiler” meselindeki balıklara benzemektedir.
Kaldı ki tüm bunlar, baştan esaslı bir itikadi kabulle tercih edilen pratiklere, örnekliklere, itaat ve ibadet olarak, secde emrine uygunluk olarak benzeşmiyor. Çünkü itaat edilecek olan, öncelikle bu tür temel bir kabulü isterken, zıddının reddini de birlikte ve ilk baştan istiyordu. Namazım, ibadetlerim, ölümüm ve dirimim Allah’a aittir, biz ondan geldik ve tekrar ona döneceğiz diyen bir akıl, dirilik ile ölüm arasındaki hayatta yani dünyevi işlerde, tercihlik bir pratik sergileyemez ve başka bağlamlar kuramaz. Aksi halde seküler bir tercih yapmış olacaktır. Vahiyden, tevhidden bağımsız bir takım ibadetler ve direniş cepheleri açmak, Uluhiyet ve rububiyet ilkesini iptal etmek olur. Bu nedenle insanları detaylarla oyalamak, ikinci bir dünya hayatı olmayanlara ve dahi kendimize yazık etmekle sonuçlanabilir.
İbadette öncelik kula kulluğun reddiyle başlıyorsa, insanların iradesinden çıkıp Allah’ın iradesine teslimiyet buysa, esas ibadet de bu manada anlamlı oluyorsa ki öyle; ondan sonradır ki, diğer detayların bağlamı ve kabulü gelir ve gerçek yerine oturur. Çünkü itaat edilen, bu işlerin nasıllığını namaz ibadeti içinde öğretmektedir. Kaldı ki, din adına, ibadet adına, zulme ve haksızlığa direniş adına yapılan tartışmalardaki eksiklikler, detaylar ve hatalar insanı Müslümanlıktan çıkaran esasa tekabül etmezler. Çünkü Müslümanlık-teslimiyet öyle başlamıyor, öyle de devam etmiyor. Nitekim peygamberler, meleklerin cinsiyetiyle, namazların vakti ve şekliyle esas olarak veya temel hedef olarak uğraşmadığı gibi, kavimlerinde var olan dil-ırk-cinsiyet-sınıf ve gelir farklılığı gibi detaylarla da uğraşmadı. Bilakis tüm bunları anlamlı kılan asılla, özle, bağlamla yani rububiyet ilkesiyle işe başladılar. Öyle de devam ettiler.
Nitekim son elçinin öylesi nice yanlışı ve eksiği olan, meselenin aslını kavradığı halde detay hataları düzeltme fırsatı bulamadığı için o türden yanlışlarla yaşamaya devam eden sahabeyi anlayışla karşıladığı yığınla örnek varken, öylelerini hiç de kınadığına veya dinin dışına ittiğine dair hiçbir örnek yoktur. Tersine o tür hatalarıyla, temel kabulden sonra anladığı kadarıyla ve hatasıyla yaşarken ölenlerin dahi olduğu ama aleyhlerine dair ters bir laf edilmediği de bilinmektedir. O halde ibadet asıl anlamını, dinin, tevhidi içerikte Allah’a itaati şart tutan temel bir kabulle başladığı ve bununsa dünyevi işlerde emretme yetkisinin Allah’a ait değil kendisine ait olduğunu söyleyen idarecilerin sözlerine karşı verilen tepkiyle bulmaktadır. Peygamber de, tıpkı önceki kardeşleri gibi kavgayı buradan veriyordu. Uluhiyet ve rububiyet inancı budur, tevhid ve ibadette bunu ifade eder. Mücadele de bunun için verilir. İman etmiş, salim olmuş akıl da böyle çalışır. Bu akıl sonuçlarla değil sebeplerle, detaylarla değil asılla uğraşır çünkü.
Ey iman edenler diye başlayan nice ayetler, Rabbinize karşı gelmekten sakının diye devam eder. Söz Allah’a aittir. Allah biliyor biz bilmiyoruz. Demek ki, iman ettiğini söyledikleri halde, düalist düşünerek hem Allah’a, hem de dünya işlerini yürüten idarecilere gerekçeleriyle itiraz etmeden yapılan itaat, sıkça görünene bir uygulama olmalı. Ya da salih ibadeti, bu gün olduğu gibi o günde doğru anlamayanlar vardı. Adiy, Kureyş, Bizans, Sasani o günün, seküler algıyı benimseyenler de bu günün somut örnekleridir. Bakara süresi 215, Ali İmran süresi 195. ayetlerde, gerçekten iman edenlerin, her şeyi hakkıyla bilen Allah’dan gelen söze itaati, sadece Allah’a ibadeti nasıl yaptıklarını, altı maddede özetlenerek anlatılmaktadır. “İman ettikten sonra çaba ve gayret sarf edenler; itaati ve ibadeti sadece Allah’a ait kılınca dünyevi yöneticiler tarafından ‘zulme-haksızlığa’ maruz kalanlar; bu nedenle başlarına gelenlere sabredenler; akabinde yurdundan çıkarılanlar; Allah için hicret ve Allah yolunda savaşanlar.” Benzer kabuller, benzer tarzı ve süreci mukadder kılar. Şimdi; rabbim Allah’dır demenin, Allah’dan gelen söze tabi olmanın doğal sonuçları ve süreci buysa, bu sonucu üreten itaatin ve ibadetin niteliği, esası ve sebepleri bir kez daha düşünülmeli.
Bir insan ki, rabbim Allah deyince, neden zulme ve haksızlığa uğrar? Allah, bununla neyi murad etmekte, kullarına neyi hatırlatmaktadır? Burada zulüm ve haksızlık olarak nitelenen nedir? Bu zulmü ve haksızlığı yapanlar kimlerdir? Neden? Allah, iman ettim diyenlerin, kendisine güvenenlerin sırf bu nedenle zulüm görmesini irade edecek değildir. Haşa Allah zalim de değildir. O bunu istemez. Müslüman olmak mazoşist olmak da değildir. Fakat imtihan yurdu olan dünya böyle bir dünya ve tarih bunun örnekleriyle dolu dolu. Rabbim Allah diyenlerle diğerlerinin arasındaki farklılık ancak böyle açığa çıkıyor. O halde fesadı iktidar edenlerin doğal tepkisi budur. Aynı zamanda imanın test edilmesi de buna bağlı işliyor. O halde dünyevi idarecilerin sözlerine itaat etmeme iradesinin doğal bir sonucudur bunlar. Peygamberlerin başlarından geçenler de bu değil miydi?
İbadeti bu bağlamdan ve temelden kopartarak sadece detaylara sıkıştırmak, sadece ahiret âlemine ait kılmak, seküler ölçülerle hak olan zulmü ve haksızlığı örtmek, dünyadan alakası kesik teolojik tartışmalarla hakikatleri bozmak, herhalde ibadetin anlamını sulandırmaktır. Kuran’ın bahsettiği ruhbanlıksa bu işi meslek edinmektir. Bu mesleğin icrası fesadı yayıp duran dünyevi yöneticilere meşruiyet sağlamak, onların kendilerini değil yapıp ettiklerini iyi ve kötü diye ayrıma tabii tutmak, onların işlerinin dinle bağlantısını kopartmakla sonuçlanıyor. Bu durumda hangi zulümden, hangi haksızlıktan bahsedilebilir, hangi ibadetin detaylarıyla uğraşıp durmaya devam edilebilir ki? Bu gibilerin, meslek edindikleri işleri bu bağlamda yaptıklarından dolayı başlarını neden bir şey gelsin ki? Bunlar mı peygamber varisi olacaklar, sünneti ihya edecekler? İkisinin örnekliği hiç benzeşiyor mu?
Batılı aklın ürettiği seküler-batıl ölçülere göre insanları ve toplumları “ulus-dil-ırk-cinsiyet-gelir” farkına göre sosyal kategorizasyona tabi tutan idarecilik başlı başına bir zulümken ve asıl bu ölçüyü iktidar kılanlara karşı çıkıp mücadele edilmesi hak iken; “insan hakları ve özgürlükler” referanslı batıl tepkiler paralelinde “güya” ayrımcılığa karşı olmak gibi bir mücadele yürütmek de ne oluyor? Bu durumda kitabın bahsettiği zulüm ve haksızlık burada neye tekabül ediyor? Benzer şekilde ulus devletlerin, ulus kriterleri ve kendi varlık sebepleri gereği güttüğü politikaları haksızlık ve zulüm olarak eleştirirken, gerçekte devletin kendisini, felsefesini, niteliğini ve değer ölçülerini göz ardı ederek asıl zulmü unutturmak nasıl bir şey oluyor? İbadette anlam kaymasını doğuran ve tahrifat yapan bu gibi algı bozuklukları da, peygamberi örneklikle bu nedenle benzeşmiyor.
Zorba idarecilerin yönetimi altında görülen sıradan baskılar, ırk-dil-cinsiyet-cinsel-gelir gibi farklılık ve tercihlerden kaynaklanan baskılar, zulüm ve haksızlık olarak görülürken zorbanın neden zorba olduğu, zalimin neden zalim olduğu ve haksızlık yaptığı sorgulanmazsa, zihin kurucu kavramların içi boşalır, yanlış anlamlar ve kodlamalarla akıl yapısı değiştirilmiş olur. İbadetin anlamını bozmanın, fesat üretmenin bir yolu da budur. Oysa Kuran’ın asıl zorba dediği, zalimlikle suçladığı ve haksızlık ettiğini söylediği idareciler, zorbalık nitelemesini bu tür işlerinden dolayı değil vahyi bilgiyi hakikat kabul etmediği, Allah’dan gelenleri reddettiği, Allah’ı yalanladığı, Allah’ın rabliğine itiraz ettiği içindi.
Kendi dönemlerinde Peygamberlere karşı çıkan tüm idarecilerde bu nedenle karşı çıkmışlardı. Bunun tek bir istisnası dahi yoktur. O halde yanlış referanstan hareketle değerlendirilip dillendirilen o tür uygulamalar, sadece birer sonuçtur ama asla sebep değildir. Sebepse, asıl o gibilerin kendisidir, vahiy karşısındaki pozisyonlarıdır. Çünkü ayetler bu gerekçeyle onları suçlamış, peygamberler aynı gerekçeyle onların karşısında durmuştur. Kavganın sebebi de budur. Bunun en yalın ifadesi, bir söze, sadece rabbim Allah’dır denen söze secde etmekti. Anlamı değiştirilmiş, içi vahiyden boşaltılmış sözü tekrarlayıp durmaktan böylesi bir kavga da çıkmaz, gerçek haksızlık ve zulüm de baş göstermez, ayetlerin bahsettiği doğal süreç de işlemez. Burada ey insan, rabbinden başkasına ibadet etme çağrısıdır asıl haksızlık ve zulümle karşılık bulan, başkası değil.
Allah’dan gelen sözü tercih eden, rabbim sadece Allah’dır diyen birisi, o sözün gereğini yaptığında şunu söylemiş oluyor: ey dünya işlerini çekip çevirenler, ey dünyevi hayatı tanzim edenler, siz bu işleri yaparken Allah’ın sözüne dikkat etmiyorsanız ben de size itibar etmiyorum. Sizin ölçüleriniz ve uygulamalarınız Allah’ın ölçülerine uymuyor. Çünkü benim de sizin de rabbiniz olan Allah, yeryüzünün de ilahı, yeryüzü işleri için de kurallar koyuyor, hükümler veriyor. Ben sadece ona itaat edecek, sadece onun sözüne uyacağım. Bu nedenle dünyevi-bedeni-maddi-siyasi-iktisadi işlerimde de onunu sözünü tutacağım. Sizin verdiğiniz kararlara uymak da bir çeşit ibadettir ama ben bu çeşit bir ibadete razı değilim. Çünkü hepimizin rabbi olan Allah, bu tür ibadetten razı olmadığını bildiriyor. Çünkü sizin bu sebeple zalim ve haksızlık edenlerden olduğunuzu, sırf bu nedenle zorbalık ettiğinizi söylüyor Allah.
Sorumluluk budur. İman ettikten sonra zulme ve haksızlığa uğrayanlar ifadesi, be çerçevede doğru anlamını bulmaktadır. İbadet gerçek anlamını bulduğunda, onu dillendiren Salihlerin sesi meydanları çınlattığında, işte o zaman Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Lehebler, Ebu cehiller açığa çıkıyor. Münafıklar kendini belli ediyor. Hak batıl ayrışıyor. Çünkü Allah’ın zalim dedikleri, haksızlıkla suçladıkları işte o zaman belli oluyor.
Nihayet ibadet algısının en çok saptığı algı türünde biri de şudur: Dünyevileşmek deyince, sekülerlik deyince dünya hayatından, günahlardan, kötülüklerden uzaklaşmak, bedeni-nefsi arzulardan, mala-makama-statüye-eşlere dalıp maneviyatı terk etmek, bozucu karakteriyle iktidar-devlet ilişkilerinden zinhar kaçınmak veya çileci bir hayatı yaşamak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla günahları tetikleyen dünyadan, o gibi dünya işlerinden uzak durmak, ruhi ve nefsi arınmaya girmek, maneviyatı ve ahreti kazanmak için uzlete çekilmek, mabetlere daha çok zaman ayırıp ibadet etmek, metinleri hatmedip durmak, nafileleri çoğaltmak, böylece dünyevi kirlilikten kaçıp uhrevi temizliğe önem vermek anlaşılmaktadır.
Şeytanın üfürdüğü, batılı aklın öğrettiği en büyük vesvese bu olmalı. Tahrif edilmiş Hıristiyan teolojisi de bunları söylüyor zaten. Bu algı dünyayı da, imtihan yurdunu da, imtihanı da, varlık-yaratılış gerekçesini de anlamamak, tevhidi de, salih ibadeti de sahih biçimde kavramamaktır. Fesat üretmektir. Yeryüzünün ifsadı, küfrün ve nifakın iktidarı, batılın yayılması, hakla batılın karıştırılması, şeytanın arkadaşlığı bu şekilde yayılıyor, bu anlayışla besleniyor. Oysa sekülerlik ya da dünyevileşmek, en net ifadesiyle, dini, Allah’ı, ibadeti, secdeyi, ahlakı dünya işlerine karıştırmamaktır. Dindarlık ve ibadetse, tam tersini yapmaktır.